“Kocasını ve iki çocuğunu kesmişsiniz, Türklerden nefret eder”

“San’atın, ticaretin en iyisi ellerindeydi. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken, onlar askerlik bile yapmaz, paralarının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup Ermenistan diye tutturunca, ne yapsın Osmanlı? Kalkıp, ‘Eh, al şurası da sana Ermenistan olsun’ mu diyecekti? Sonra burada yokluk yoksulluk mu çekiyorlar?”

TÜRKİYE’de “özel eğitimin babası” sayılan ve edebiyatımızın en güzel hikâyelerini yazanlardan biri olan Mitat Enç, üniversite eğitimi döneminde gözlerini kaybeder.

Yurt dışında tedavi görmesine rağmen bir çâre bulunmaz.

Eğitimine İstanbul’dan sonra Viyana ve ABD’de devam eder.

Hatıralarını anlattığı “Bitmeyen Gece” adlı eserinde, ABD’deki günlerini de keyifle aktarmıştır.

Yaşadığı şehirde pek çok Ermeni bulunmaktadır.

Sokaklardaki bakkal, manav ve kebapçıların önünden geçerken, kendini Antep, Maraş ya da Malatya’da sanmaktadır. Pastırma ve sucuk, kuru fasulye, dolma ve kebap kokuları yayılır hep.

Tramvaydaki kadınlar Güneydoğu Türkçesiyle yârenlik ederler. Çoğunlukla, yaptıkları alışveriş üzerinedir sohbetleri. Onları dinlerken, kendini memlekette gibi hissettiğini okuruz Bitmeyen Gece’nin o sımsıcak satırlarında.

Perkins’e gelişinin ertesi günü yönetici Bay Gibson oradaki düzen ve kuralları anlatırken, üniversitede terzilik yapan Bayan Kelleciyan’dan uzak durmasını önemle tavsiye eder.

“Sökük ya da ütülenecek bir şey olunca sakın ona uğramayın, eşime verin, o yaptırır” der.

Sebebini sorunca da önce kem kümle geçiştirir, sonra şöyle söyler:

“Kocasını ve iki çocuğunu kesmişsiniz. Türklerden nefret eder.”

*

Bu yüzden birkaç hafta ütü odasının önünden bile geçmez Mitat Enç.

Bir gün, oda kapısı vurulur, kapıyı aralayan bir kadın seslenir:

“Hoş gelmişsin. Dikilecek sökük, ütülenecek bir şeyin yok mu?”

İçeri girip Malatya’dan göçtüklerini, iki kızının olduğunu anlatır, samîmiyet kurar.

Ne var ki, genç yazarımız çekinmektedir.

Bir öğle vakti, hizmetçi Maria elinde bir tabakla görünür.

“Bayan Kelleciyan memleket yemeği yapmış, size de getirdi.”

Bay Gibson, “Sakın yeme, içine belki zehir katmıştır” der fakat yoğurtlu, dereotlu kabak dolmasının kokusuna dayanamaz genç öğrenci ve “Her ihtimâle karşı kapıya bir cankurtaran çağırın” diye şaka yaparak kaşığa yapışır.

Bir süre midesinde sancı, bağırsaklarında burulma bekler. Herhangi bir belirti görmeyince güveni artar ve gidip Bayan Kelleciyan’a teşekkür eder. O da, “İnşallah bir Pazar sana içli köfte yapayım. Kızlarla da tanışırsın” diye eski günlerden bahseder.

Bay Gibson, bu yakınlığı bir türlü kavrayamaz. “Sen gelinceye dek bu kadın, Türklere ateş püskürtüp dururdu. Şimdiyse senden değerlisi yok, anlayamıyorum” diyerek şaşkınlığını ifade eder.

*

Birkaç gün sonra Bayan Kelleciyan’ın evine misafir olduğunda, kocasına ne olduğunu sorar.

Kadın, hüzünle içini çekerek, “Genç yaşta rahmetlik oldu, kalp dediler” açıklamasını yapar.

Şaşırma sırası, genç yazarımızdadır. Yöneticinin sözlerini hatırlatır.

Kadın, özür dileyen küçük bir gülücükten sonra açıklama yapar:

“Burada âdet olmuş; Ermeniler, Rumlar, Türklere atıp tutmazlarsa sanki ayıplanıyor. N’aparsın…”

*

Bir şaşırtıcı açıklama da Ermeni asıllı bir avukatın babasından gelir.

Pürüzsüz, hafifçe tutuklaşmış terkipli Osmanlıca konuşan yaşlı Ermeni kuyumcu ile tanışır Mitat Enç.

Sultan İkinci Abdülhamid’in tahttan indirildiği sırada kendi istekleriyle Amerika’ya göç edenlerden… “Gidelim” diye tutturan karısının sözüne uymuştur.  

Eşi, misafirleri için çorbalı, börekli, baklavalı nefis bir İstanbul şöleni hazırlamıştır.

Yemekten sonra Türk kahvelerini höpürdetirken, söz dönüp dolaşıp Ermeni sürgününe gelir.

Filozofça bir iç çektikten sonra anlatır ihtiyar:

“Evlât, hani bizim dilde, ‘Suç kürk olmuş da kimse giymek istememiş’ derler. Bizimkiler de sürgünün sorumluluğunu kendi sırtlarında olduğunu söylese, kimse onlara aldırış etmez. Ağlayıp yakınarak kendilerine acındırmaya çabalıyorlar. Oradaki rahat battı onlara. San’atın, ticaretin en iyisi ellerindeydi. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken, onlar askerlik bile yapmaz, paralarının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup Ermenistan diye tutturunca, ne yapsın Osmanlı? Kalkıp, ‘Eh, al şurası da sana Ermenistan olsun’ mu diyecekti? Sonra burada yokluk yoksulluk mu çekiyorlar? Kazançları, evleri, otomobilleri, okul ve hastaneleri oradakinden çok iyi. Ama yine de bilmem neredeki pınarın, bıraktıkları bahçe bostanın hasretini çeker dururlar. Daha da kötüsü, kin ve öfkelerini çocuklarına da aşılıyorlar. Dertleri Ermenistan ise, işte Moskof elinde var bir tane, gidip orada otursunlar!”

*

İhtiyar Ermeni kuyumcu çoktan göçmüştür.

“Uzun Çarşının Uluları” adlı hikâye kitabında eski Gaziantep’i harika bir üslûpla anlatan Mitat Enç de seneler önce rahmetlik oldu. “Bitmeyen gece”, sabaha erdi.

Fakat Ermeni iddiaları konusunda değişen pek bir şey yok.

Moda yine aynı şekilde devam etmekte. İnatla, iftirayla…

İddiasında samîmi olan, arşivleri açar, böylece gerçekler ortaya çıkar. Bundan ötesi dedikodudan ibarettir.

Bizim arşivler ortada; herkese açık. Ermenistan ve diğer müddeiler ise (aslında “müfteri” demek daha münasip) arşivleri açmamakta direniyor. İstedikleri kadar saklasınlar. Balçık, güneşe ne eder?

Tezlerini destekleyecek ihtimâl görseydiler, bir gün bile beklemezlerdi elbette.

Şükür ki, bizim alnımız da ak, arşivlerimiz de!