Kocaman lâflar, gelinen noktalar

Demek ki devletlerarası ilişkilerde duygusallığa, öfkeye, yüksek perdeden konuşmaya, kocaman kocaman lâflar etmeye, keskin sözler söylemeye, düşmanlaştırmaya hiç gerek yokmuş. Bunların yerine akl-ı selîme, bilime, çok boyutlu düşünmeye, rasyonelliğe, sakinliğe ve sabra ihtiyaç varmış. Çünkü yeri geldiğinde ve menfaatler söz konusu olduğunda bugünün dostları düşman, düşmanları da dost olabiliyormuş.

Büyük söz söylemenin zararları ve psikolojik tahlil

ATALARIN kulaklara küpe olacak çok güzel bir sözü vardır: “Büyük lokma ye ama büyük lâf etme!”

İnsan psikolojisi abartıyı, abartmayı, yüksekten atmayı çok sever. Çok iddialı konuşur. Sanırsınız ki, iddialarını, söylediklerini mutlak gerçekleştirecektir.

Narsist kişilikli olanlar, egosu, benlik duygusu yüksek olan insanlar bunları daha üst perdeden ve sıklıkla yaparlar. Bir de buna ideolojik ve politik olarak siyâsî kişilikler eklenince, artık hiç kimse bunları tutamaz. “Asarım, keserim, şöyle yaparım, böyle yaparım” lâfları gırla gider.

İnsanoğlu bu kocaman lâfları ederken önünü ve arkasını pek düşünmez. İçinde bulunduğu şartları ve hayatın gerçeklerini pek dikkate almaz. Anlık düşünür ve anlık konuşur. O andaki hâlet-i rûhiyesi sağlıklı düşünmesini engeller ve duygularının esiri olarak öfkeli hareket eder. Bir anlık kızgınlıkla söylenen sözler, daha sonraları çok pahalıya mâl olur. Çünkü “keskin sirke küpüne zarar verir”.

Bu durumlarda insanoğlu çoğu zaman “tükürdüğü tükürüğü yalamak zorunda kalır” ya da yalamak zorunda bırakılır. Sonradan pişman olmuştur ama artık iş işten geçmiştir, olan olmuştur. Böylesi durumlarda geriye dönüş mümkün müdür? Mümkündür ama çok kolay değildir ve bedeli de çok ağır olur.

Bu tür konuşmaları, bu tür sözleri her an herkes söyleyebilir ve böylesi talihsizlikler her an herkesin ve her siyâsî kişiliğin başına gelebilir.

Ancak, buradaki temel fark, bireylerin bunu yapmasıyla sorumluluk mevkiinde olanların yapması arasında sonuçları ve etkileri itibariyle lehte veya aleyhte çok önemli yansımaların olmasıdır.

İşte bu noktada, sorumluluk mevkiinde olanların sözlerine çok daha fazla dikkat etmeleri ve fevri davranışlardan kaçınmaları gerekir. Aksi takdirde hem ülke bundan zarar görür, hem de ülkeyi yönetenlerin gerek içeride, gerekse dışarıda samimiyetleri ve güvenilirlikleri sorgulanır hâle gelir.

Örnek olaylar ve çıkarılacak dersler

Şimdi bu konularda birkaç somut örnek vermek gerekirse, birincisi, Davos’ta yaşanan meşhur “One minute” olayı ve Filistin meselesidir.

Bu konuda ideolojik ve politik olarak rakip ve muarız unsurlar ve odaklar böyle bir olay yaşanmasının “kurgu” olduğunu iddia etseler de (daha sonraları 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanacak olan FETÖ darbe girişimine “Tiyatro” dedikleri gibi), bana göre bu söz (“One minute”) ve Davos’ta yaşananlar bütün çıplaklığıyla hakikat idi.

Ayrıca, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “İslâmcı” bir düşünceye sahip olmasından dolayı Filistin meselesinde üst perdeden söylediği kocaman sözler de kendisi ve yetiştiği siyasal çevrenin atmosferi açısından sahici ve tabiatıyla samimi sözler idi.

Ancak, “Taç giyen baş akıllanır” fehvasınca, içerideki ve dışarıdaki siyasal ve ekonomik şartlar kendisini öyle bir noktaya getirdi ki bu fiilî durum (de facto) “eski düşmanları” “dost (!)” etmeye yetti ve kendisi, saray ya da külliyede bu “düşmanları” ağırlamak zorunda kaldı ve sarayın veya külliyenin kapılarını ardına kadar bunlara açtı.

Birinci örnekteki olayın asıl kahramanı her ne kadar eski Cumhurbaşkanı Şimon Peres olsa da, yeni açılım sürecinde halef-selef olarak Türkiye’de ağırlanan, İsrail’in yeni Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog oldu.

İkinci örnek, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olayı ve bu olayın kahramanı Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed El Nahyan’dır.

Sayın Cumhurbaşkanı, El Nahyan’ı da sarayın ya da külliyenin kapısında karşılamak zorunda kaldı. Hâlbuki iddialara göre bu BAE, 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişiminin finansörü ve birçok açıdan destekleyicisi idi. BAE hakkında da kocaman kocaman lâflar edilmişti.

Üçüncü örnek, “Kaşıkçı” olayı ve bu olayın kahramanları, bir cinayete kurban giden merhum gazeteci “Cemal Kaşıkçı” ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman idi.

Türkiye’de görülen ve yargılaması süren bu olayın dâvâ dosyası da geçmiş günlerde ilgili merciler tarafından kapatıldı ve dosya Suudi Arabistan’a teslim edildi. Bu konuda da Suudi Arabistan’a kocaman kocaman lâflar edilmişti. Son zamanlarda Suudlarla da yakın dirsek temasına geçildiği müşahede edilmektedir.

Sırada ise Mısır ve Suriye vardır. Şu sıralar her iki ülkeyle de buzların eritilmesi çalışmaları sürdürülmektedir.

Mursi’ye yapılan darbe ve sonrasında da Mursi’nin tutuklanarak hapishaneye konulması, hapishanede ölmesi ya da öldürülmesi olayları ile ilgili olarak Sayın Cumhurbaşkanı’nın darbeci General Sisi’ye yine kocaman kocaman lâflar etmesi -ki özünde haklıdır-, hatta uluslararası plâtformlarda Sisi’yle aynı masada oturmayı bile reddetmesi ilkesel olarak doğrudur ama gelinen noktada artık işin rengi epeyce değişmiştir.

Esed’li Suriye ile ilgili olarak da durum aynıdır. Suriye’de yaşanan acılar, içimizdeki göçmen meselesi, güney sınırımıza yakın olan Suriye topraklarında ABD ve Rusya destekli kurdurulmaya çalışılan ve Türkiye’yi tehdit eden “garnizon terör devletçiği” bütün hesapları altüst etmiş ve bir zamanlar yükseltmeci bir anlayışla “Kardeşim Esed” mâkâmına yükseltilen Esed, bu süreçte yine kocaman lâflarla düşmanlaştırılarak indirgemeci bir anlayışla “Kâtil Esed” pozisyonuna düşürülmüştür.

Konjonktür, bu olayın da rengini değiştirmiş ve artık son tahlilde Esed ile ilişki kurmanın yolları aranmaya başlanmıştır.

Gelinen noktada bütün bunlar gösteriyor ki, demek ki devletlerarası ilişkilerde duygusallığa, öfkeye, yüksek perdeden konuşmaya, kocaman kocaman lâflar etmeye, keskin sözler söylemeye, düşmanlaştırmaya hiç gerek yokmuş.

Bunların yerine akl-ı selîme, bilime, çok boyutlu düşünmeye, rasyonelliğe, sakinliğe ve sabra ihtiyaç varmış. Çünkü yeri geldiğinde ve menfaatler söz konusu olduğunda bugünün dostları düşman, düşmanları da dost olabiliyormuş.

Bütün bu olup bitenlerdense halk dâhil, herkesin ders çıkarmasında sayılamayacak kadar büyük faydalar varmış.