Koca durak

Hâlbuki nasibimizin ne olduğunu, Allah’ın bizim için takdir ettiğindeki muradının ne olduğunu bilmeden, göremeden kafa tutuyoruz olmuş olana.

HAYATIN bir eşiği olduğu gibi gönüllerimizin ve ilişkilerimizin de bir eşiği olur. Ve hayat, o eşiklerden geçtikten sonra aynı kişi olup olmadığımızla da ilgili biraz.

Sevdiğim bir büyüğüm şöyle bir cümle kullanmıştı eşikten geçtiğim bir gün: “Hayat bize hep aynı tavrı sergilediğimiz olaylar yaşatıyorsa, belki de tavrımızı değiştirmemiz gerekiyordur.”

O gün o kalp ağrısıyla sözlerini idrak etmekte zorlansam da biraz zaman geçip yüreğim ferahlayınca bir ışık yanmış oldu zihnimde. Tavrımdan katiyen ödün vermezken, belki de sırf bu yüzden ısrarla aynı tavra gerek gördüğüm olaylar yaşadığımı fark ettim.

Bazı farkındalıkların yaşı ya da günü oluyor galiba. O gün o cümleyle yaşıma girdim ve idrak edebildim. Ve bu tavra gerek duyduğum durumlarda yalnızca karşı tarafın bunu hak ettiğini düşünürken artık kendi “kusursuz haklılığımda” bir parantez açılmış oldu. İstisnaları var hayatın ve duyguların. Belli bir çerçeveye sığmıyor çoğu zaman ve çoğu durumda üçüncü ihtimâl mutlaka oluyor. Ancak üçüncü ihtimâl penceresi yalnız sakinleşince sıkıştığı yerden gevşiyor ve açılabiliyor. Yani kapı kilitliyken korku ve telaşa kapıldığımız hâlimizle onu istediğimiz kadar zorlayalım, açamayız. Tabiî belki kırarak… Fakat idrakimizi açık tutmayı başarıp tüm endişemize rağmen kilidi açarsak, kapıyı da rahatlıkla açabiliriz. İdrakimizi o ilk anda devre dışı bırakan can sıkıcı olaylar, hayâl kırıklıkları, derin acılar, uykusuz geceler ve büyük kalp kırıklıkları neredeyse hayatımızın bir parçasıdır.

Ve hayatımızın bu büyük parçasını reddederek yaşayamayız; hâlâ onlarla nasıl başa çıkacağımızı bilemesek de… Güzel geçen hiçbir gün, ertesi günü garanti etmiyor. Bu bilinmezlik bizi tutkun yapıyor belki de yarına. Hayâllerimiz değişebiliyor. Ve sevdiğimiz şeyler de… Zamanla her şey mümkün oluyor. “Asla”lar “belki”ye dönüşebiliyor.

Günler geçiyor, yaşamak bizi bir tavında döver gibi dövüyor, dönüştürüyor. Olduğumuz kişi olmak hiçbir zaman yetmiyor olacak ki bu dönüşüm hep devam ediyor. Kafka’nın Gregor’u gibi uyanmıyoruz belki, fakat hepimizin böceğe dönüştüğü zamanlar oluyor. Ve elbette kübraya dönüştüğü zamanlar... “İnsan olmanın en şaşırtıcı yanı nedir?” derseniz, “Başlı başına insan olmak” derim, “Nisyan içinde olmak, insan olduğunu sık sık unutsa da daima insanca işler yapmak”.

İnsanca işler yapmak: Hataya meyilli olmak, yanılmak ve yanıltmak, en sevdiklerini mütemadiyen şaşırtmak ve tüm bunları kabul etmemek…

Yaştan bağımsız eşiklerimizde, gücümüzün yettiğince hazırlıklı olduğumuzu zannetsek de her defasında bir öncekine benzemeyen bu tümseklerden atlamak bizi endişelendiriyor ve hep bu defa başaramayacağımızı düşünerek girişiyoruz. Tecrübelerimiz oluyor heybemizde ama o ilk anda tüm yaşanmışlıklarımızı ve öğrendiklerimizi tasnif edip uygulayacak bilinçte olmayı “insan” olmaktan ötürü başaramıyoruz. Tümsek gördüğümüz her yerde yutkunuyoruz kaygılarımızı avuçlarımızda sıkmaktan vazgeçemeden. “Ve yutkunmaktan sonra gelen tepkilerimiz her defasında aynıysa eğer, belki de bize öğretilmek istenen şey, o tepkiyi değiştirmek ve artık bunu farklı bir biçimde karşılamayı denemek” diyordu. Bu ihtimâl de insanı sarsıyor tabiî. Tavrını değiştirmek her zaman zordur.

Değişim, istenen bir şeydir bu coğrafyada. Ama karşı taraftan! Çünkü isterken, isteklerimizin bizim için hayırlı oluşu noktasında en ufak bir tereddüt yaşamıyoruz. Ve istediğimiz şeyi yapmanın kolay olduğunu, o değişim sağlandıktan sonra her şeyin mükemmel olacağını düşünüyoruz. Ancak hesap edemediğimiz bir neticeyle karşılaştığımızda ya da isteklerimizi aslında gerçekten istemediğimizi, bizim için hayırlı olmadığını, başımıza gelince fark ettiğimizde geç kalmış oluyoruz. Dualarımızın bize isabet etmesinin cezasını çekiyoruz bazen; kendi elimizle atılmış bir taşın başımızı yarması gibi.

Tavrımızı değiştirmedikçe bizi o tavra sürükleyen şeyler yaşamaya devam ediyoruz. Hayatı ve tüm geleceği avuçlarımızın içinde sanmaktan belki de… Hâlbuki nasibimizin ne olduğunu, Allah’ın bizim için takdir ettiğindeki muradının ne olduğunu bilmeden, göremeden kafa tutuyoruz olmuş olana. Ve hüzne boğulmalarımız büyüdükçe büyüyor. Bu sebepledir ki, aklımız hep tercih etmediğimizde kalıyor. Çünkü irademizin neticesini göremeden koştururken, nereye gittiğimizi görebilen bir Rabbimiz olduğunu ve O’nun bu koşturma neticesinde mutlaka bize verecek bir dersi olduğunu unutuyoruz. Hayatı yaşarken, yaşamaya öyle odaklanıyoruz ki mahiyetini kaçırıyoruz.

Selâmetle…