NEZAKETSİZ bir çağın ortasında kalakaldık. Kaybolan yalnız adabımuaşeret kuralları değil. Onların yerinde yeller esiyor da, kadim insanî iletişim modellerinde unuttuğumuz değerler, daha çağdaş vasatlar söz konusu olduğunda “unutulmuş” bile denilemez; “hiç tasarlanmamış” demek daha doğru olur.
Geleneksel modellemeler şahsî hayatlarımızdan öyle bir silinmiş ki oradaki adap düzgülerini çağdaş iletişime angaje etmeye yeltenmemişiz bile. Teknoloji ne büyük nimetmiş ki bütün nezaketsizlikleri alelâde bir anlamda kabullendi, kabullendirdi.
Bir zamanlar selâmsız ve destursuz adım atılamayan mekânlar vardı. Bizim o mekânlara temas edişimiz bazı muhabbet, bazı iş güç sebebiyle olurdu ama iletişimin ilk kaidesi selâmdı, hâl hatır sormaktı ve pek tabiî soru-cevap kesitlerinde herkesin kendine bir sorumluluk isnat etmesiyle ilerletilen muhabbetlerdi. Yani sebeb-i ziyaretimiz ne olursa olsun, kaide, tüzük ve edep dairesi belliydi.
Hiçbir saikle insanlar selâmı bırakmaz, hiçbir acelecilik ve kaygı ile hâl hatır sorma safhası göz ardı edilmez ve zorluk seviyesi bahane edilerek hiçbir sual cevapsız bırakılmazdı. Gerçi o zamanlar sözlü iletişimde “görüldü” ibaresi bizzat insanların mimikleriydi ama en azından utanma duygusunu diri tutuyordu. Şimdi bütün gönül alma faaliyetlerinden bütün iş görüşmelerine varana kadar her türlü diyalogu klavyeler aracılığıyla gerçekleştirdiğimizden, çeşitli imkânlarla gitgide nahifliğimizi, nezaketimizi ve görgümüzü kaybetmekteyiz.
Bu tıpkı maddenin sıvı hâlden katı hâle geçişi gibi. Öyleyse teknik yollarla, uzaya gönderilen sinyaller aracılığıyla ve trend tasarımlarla insanlığa sunulmuş emojilerle her an soğuyan bir komünikasyon ağımız var. O akışkan, yumuşak ve ılıman iletişim yolları, soğuyan bu şebekeye dâhil olduğundan beri katılaşmakta ve buz tutmakta. Yüz yüze bakan ya da hiç olmadı ses tellerinin titreşimini bizzat kulak zarlarına mihman edenlerin iletişimlerinde selâmın da, soru-cevap vetirelerinin de zorunlu bir nezaket zemini vardı. Klavyeler insanları başka bir hissedişe de evirmiş olmalı ki tepkisizlik, “sessiz”lik ve “yüz”süzlük ihtiva eden bu teknolojik muhabere alanı, mecburî insanî davranış modellerini yerle bir etmişe benziyor.
Öyle olmalı ki, artık sesin, sözün ve yüzün dâhil olmadığı muhabbetlerde cevapsızlık, selâmsızlık ya da safi güncel ve elzem konunun aktarımı olarak gerçekleşen bu yeni muhabbet versiyonumuz, hiçbir adap düzgüsünü ve nezaket kırılmalarını zaruri tutmuyor. İnsanı insanca muameleye mecbur bırakmıyor.
Zaten bu, sadece iletişim ve diyalog süreçlerimizdeki modern yıkımlar olarak sınırlandırılamaz. Çağın bütün kurgusu mecburiyetsizlik üzerine şekillenmiş. Hiç kimse hiçbir şeye mecbur hissetmiyor. Haydi parmaklarımızın ucuna mahkûm edilmiş ve bu yolla yalınlaştırılmış iletişim yolu olan mesaj ve e-postalar muhatabını zorunlu bir rikkate davet etmiyor, hâl hatır sorma seremonilerini ekarte edebiliyor ve cevap vermeme lüksünü de elde bulunduruyor da, bu teklifsiz hâlimiz birebir, yüz yüze temaslarda da baskın bir vaziyete erişmiş görünüyor. Ne de olsa insan, girdiği kabın şeklini almada çok da zorlanmıyor.
Modern dünyanın klavye muhabbetleri insanı insandan soğutuyor ve soyutluyor. Bu rafine (!) hâlimizle artık aynı mekânda, yüz yüze ve göz göze kurulan iletişimlerde dahi aynı izolasyonla devam edecek kadar kendimizi kaybetmiş durumdayız.
Bu demin en viral hastalığı maalesef “mecburiyetsizlik”. Çocuklar anne-baba sözü dinlemeye mecbur değiller meselâ. Eşler birbirine her şeyi anlatma ve birbirlerini anlayıp ona göre bir güzergâh belirleme zorunluluğu taşımıyorlar ne de olsa. Gençler tatillerde, bayramlarda büyükleri ziyaret etmek zorunda da değiller artık, değil mi? Hem kimse kimseyi aramak, hâl hatır sormak gibi bir sorumluluk taşımıyor.
E böyle bir vasatta teknolojik yollarla kurulan iletişimlerde neden nazik bir geri dönüş misyonumuz olsun ki? Biz artık yüz yüze bakarken dahi hiçbir mecburiyetle yaşamıyorken ekranların arkasında, “görüldü” ibarelerini kapatabilme kabiliyetimizle ve bütün duyguları bir emojiye sığdırabilme lüksümüzle neden illâ nazik, illâ insanca bir tavır takınalım ki?
Gözlerin birbirini görmediği, ses titreşimlerinin aynı duvarlarda yankılanmadığı, sözlerin aynı mekânda birbirine denk düşmediği ekran arkası muhabbetlerde olabildiğimizce özgür (!) ve vurdumduymaz bir tavır sergileme imkânımız var.
Hele medyanın “sosyal” sıfatlı mecrası yok mu? Orada bütün bu yoksunluk daha da zirve yapmış görünüyor. Bırakın nezaketsiz, rikkatsiz ve dikkatsiz iletişim mağdurlarını, bu bol aksiyonlu ve namütenahi özgürlük alanına sahip mecrada artık bütün sorun adap kuralları değil. Artık ahlâk yıkımı tam da buralarda gerçekleştiriliyor. Çünkü bu mecrada artık ismimiz, kimliğimiz ve kendimiz olarak bulunmuyoruz. Sıklıkla biz, bazen olmayı arzu ettiğimiz, bazen de olmaktan nefret ettiğimiz farklı kimliklerle var olabiliyoruz. Hem de birini tercih edip diğerini yok saymamız bile gerekmiyor.
Bugün bir ad ve kimlik altında bambaşka bir karakterle sahne alıyoruz, ertesi gün farklı bir kimliğe terfi edip tam zıddında nitelikler donanıyor ve başka bir varlık duygusuna erişiyoruz. Bazen aynı gün içinde birden fazla olabilmenin suni hazzını yaşıyoruz. O hâlde burada yıkıma uğrayan yalnızca adabımuaşeret olamaz kanımca. Burada bütün insanlık ve şahsiyet değerleri çöküntüye uğramış görünüyor. Artık bırakın selâmsız ve cevapsız bir nezaket dışılığı, burada artık kim ve ne olduğu belirsiz bir varlık olarak hakaret, saldırı, küfür gibi silahlarla mekanize olmuşuz. Ve hiçbir yaptırıma uğramadan sürekli oraya buraya saldırı hâlindeyiz.
Sanırım birkaç dakikalığına şu klavyeyi kenara bırakmalı. Ve aslında hâlâ bazı mecburiyetlerle çevrelenmiş ve insanî iletişim normları hududunda varlığını sürdüren birer canlı olduğumuz hakikatini hatırlamalı. Klavyelere isnat ettiğimiz kabalıkların ve dahi saldırı suçlarının zanlısı hâlâ biziz. Gönül kırarken ya da hakaret yoluyla birilerine haksızlık ederken gözü, yüzü, sesi, sözü olaya dahil etmiyor olabiliriz ama parmak uçlarımıza ferman yollayan beyin de, o beynin hücrelerini çirkin davranışlara meylettiren kalbin de sahibi olmakla, modern suçlardan kendimizi beraat ettiremeyecek kadar olayın içindeyiz.