DÜN can sıkıntısından karşıdan vuran ışık huzmesine boğulmuş
ağaçları seyretmekten yorulup da sayfaları aşağı yukarı kaydırırken görmüştüm o
paylaşımı. Evet, ben epeydir günün bu saatlerini, kilo almış, hantallaşmış
bedenimi sallamaktan yorulmuş koltukta, karşımdaki tepelerden gün batımını
seyrederek geçiriyorum.
İşi gücü bıraktıktan sonra şehrin dışında kendime,
ormanla kaplı tepelere doğru bakan bir daire aldım. Evet, kendime! Çünkü bu
dünyada kendimden başka kimsem yok. Bu evde akşamüstü ağaçların mevsimine göre
nasıl renkten renge girdiğini temâşâ ederken gerçek dünyadan (ne kadar gerçekse)
sadece ara sıra eski mahalle komşum, arkadaşım Remziye geliyor, onunla kahve
içiyoruz. Onun dışında gündüzleri akşam olsun diye bekliyorum, akşam olduğunda
da sabah olsun diye…
Çoğu zaman kendime yemek yapmayı bile unutuyorum. Bazen
kendim için şarkılar yazıyor, kendi kendime besteleyip okuyorum balkonda.
Eğlenceli de oluyor hani… Hava serinlediğinde ise bir şal alıyorum omzuma, eski
bir dost gibi sarılıyoruz birbirimize. Unutmak lâzımdı belki her şeyi; Düdüklü
Şaziye’yi ve onun sümüklü oğlunu. Babamı, annemi, kardeşlerimi… Her şeyi ve herkesi...
Unutabilseydim, bu belki de benim hayattaki en büyük başarım olurdu.
Gün batımına doğru bir gün kahvelerimizi yudumlarken
Remziye’den öğrenmiştim ben de, sosyal medya diye bir şey varmış. O günden ve
bu yaştan sonra ara sıra işte ben de bu yeni tip sosyalleşmeye ayak uydurmaya
çalışıyorum. “Sosyalleşme konusu benim için aslında hem yeni, hem de ilk” desem
daha doğru olur. Zira hayatımın bundan öncesinde insan içine çıkmışlığım, bir
topluluğa karışmışlığım, düğün-dernek gezmişliğim, “Yok” denecek kadar azdır.
En fazla muhataplığım bakkala gelen gidenleydi. Çikolata, cips isteyen
çocuklarla; yağ, deterjan almaya gelmişken iki lâfın belini kırmak isterken
bildiğin lâf katliamı yapan ağzı kalabalık kadınlarla… Hâsılıkelâm, herkesin
tanıdığı ama kimseyi tanımayan biri oldum senelerce.
İki yıl önce, evimizin altındaki baba yadigârı bakkal dükkânı
ile birlikte, artık kararmış tahtaları gibi benim de çürümeye başladığım ahşap
evimizi satıp kendimi tam anlamıyla emekli etmeden önce alacağım dairenin
konumunu hiç düşünmüş müydüm? Doğuya değil de batıya bakması bilinçaltı bir
tercih miydi? Yaklaşık yirmi dört saat önce yaşadığım şok dalgasından sonra
bunun gayet mümkün olabileceği kanaatindeyim.
Gördüğüm ve beni sarsan paylaşımda, “Konuştuklarınıza
dikkat edin” diyordu, “Çünkü söyledikleriniz bir müddet sonra kaderiniz olabilir”.
Yani “Ne konuşursanız, hatta ne düşünürseniz, bir zaman sonra kendinizi, zihninizin
yoğunlaştığı konuları yaşarken bulursunuz” demeye getiriyordu. Bu cümleleri
okuduğumda önce bir aydınlanma yaşadığımı söyleyebilirim. Öyle ki, bütün
bedenim bembeyaz bir ışıkla kaplandı tepeden tırnağa. İçim, aşkın bir sevinçle
doldu. Bir hafifleme geldi bana ki sormayın! Yeni ve çok önemli bir bilgi
edinmiştim sonuçta. Sanki bütün soruların cevabını bilen bir bilgeydim artık.
Şu interneti icat edenlerden Allah razı olsun, ne büyük sevaba girmişlerdi.
Edindiğim bu önemli bilgiyi hayatıma uygulayarak yaşamımı
düzene sokabilirdim. Üstelik çok da kolay görünüyordu uygulaması. Formül
basitti; düşün, inan ve yaşa… Bu kadar. Tam ben bunları düşünürken birden
oturduğum yerde kafama balyoz yemiş gibi olmayayım mı? İçimi aydınlatan o
lambaların hepsi birden patlayıvermiş, etrafa saçılan cam kırıkları ile
birlikte ben de karanlığa gömülmüştüm. Ah bu benim bahtı karalığım dedim
içimden, şurada iki dakika aydınlık bir hayal bile kurdurmuyor bana.
Az önce okuduklarımla kafama inen balyoz darbesini
birleştirince anladım ki, benim durumumun müsebbibi kesinlikle Düdüklü Şaziye imiş.
Bundan eminim. Hem de adımın Sevdiye olduğu kadar! (Ayşe, Fatma, Zeynep gibi o
güzelim isimler dururken, sen tut, bana Sevdiye ismini koy. Ah anneanne! Neymiş,
Allah anneme sevsin diye bir kız çocuğu vermişmiş, o yüzden adı ‘Sevdiye’
olsunmuş. Oldu da ne oldu? Bugüne kadar neredeyse hiç kimse adımı düzgün
söyleyemedi.)
Şimdi kalkıp gitsem eski mahallemize. Düdüklü Şaziye her
zaman olduğu gibi o iki kanatlı ahşap kapının önünde oturuyordur mutlaka. Cebinde
taşıdığı ve yıllar önce adına eklenen o düdüğü alıp sağır oluncaya kadar
kulağının dibinde öttürsem öttürsem, sonra da paramparça etsem, bir işe yarar
mı? Hayatımdan alıp götürdüklerini telâfi eder mi? Etmez elbette. Etmez, ben de
biliyorum ya, can sıkıntısı işte! Hem hazır suçluyu bulmuşken, hiçbir şey
yapmadan da olmaz ki…
İlkokul çağlarında ya varım, ya yokum. Düdüklü Şaziye’nin
bir gün anneme, “Bu kızı nereden buldunuz anam, size hiç benzemiyor; kara kuru
bir şey! Yoksa bohçacıdan mı aldınız?” diye sorduğunu, annemin de esmerliğime
vurgu yaparak, “Yok, leylekler bacadan atarken ecük kurum olmuş yüzü, büyüyünce
geçer” dediği kazınmış zihnime. O günden sonra aynanın karşısına her geçişimde,
saçlarımı her tarayışımda esmerliğimi bir kusur olarak görüp, yüzümün
beyazlayacağı günü bekledim.
Şaziye teyze mahallenin yarı delisi, yaşı ondan biraz
küçük ama anneannemin ahretliği, yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Üstelik
kapı komşumuz. Sulu Sokak’ta, genelde iki katlı, cumbalı ahşap evlerde
oturuyoruz. Genç yaşta kocası ölünce kendini korumak için geceleri etrafta
hırsız, uğursuz varsa bekçi zannetsin diye düdük çalmaya başlamış. O günden
sonra adı olmuş “Düdüklü Şaziye”. Bize her geldiğinde de “Seni oğluma alacağım”
diye tutturmaz mı? Oğlan da oğlan olsa… Kurumuş söğüt dalından haâllice. Kara
yüzü, çelimsiz, çırpı gibi bacaklarıyla Afrikalı çocukları andırıyor. Burun
delikleri çeşme gibi akıyor garibimin. Silmekten kazağının kollarında kat
oluşmuş. Kaç yıl geçti böyle, bilmiyorum. O oğlan büyüdükçe çirkinleşti.
Kulakları kafasının yarısı kadar oldu ya da kafası küçüldü, bilemiyorum. Burnu
performansını hiç kaybetmedi. Sonunda küçük kafalı, yaba kulaklı, ince bacaklı,
sürekli sırıtan, çiroz bir tip olup çıktı. Oğlu, annesinin söylediklerini
fazlasıyla ciddiye almış olmalıydı. Babam ne zaman bakkaldan ayrılsa pat diye
damlardı dükkânın önüne. Birkaç defa gazoz şişesini kafasında kırmama rağmen ne
o dayakları yemekten vazgeçti, ne de kapının karşısında dikilmekten.
Düdüklü Şaziye’nin oğlunun aksine, ben büyüdükçe güzelleştim.
Esmerliğimin baca ile alâkası olmadığını çoktan öğrenmiştim. Yanaklarım doldu,
yüzümdeki gamzeler daha belirgin hâle geldi. Kaşı kara, gözü kara, esmer güzeli
bir kız olmuştum. Tam olarak ne zamandı, hatırlamıyorum; bir gün yine konu
açıldığında bütün cesaretimi toplayıp sözümü söyledim: “Senin kepçe kulaklı,
sümüklü oğluna varmam ben!” “Kaymakamın oğlu var, ona varın mı?” dedi. Kaymakamın
oğlu teklifinin ciddî olduğunu düşünmüştüm ama bunu benimle dalga geçmek için
söylediğini çok sonraları anladım. “Hayır!” dedim, o sinirle, “Ona da varmam.
Ben zaten evlenmeyeceğim. Sen de oğluna kimi alıyorsan al!” diyerek kapıyı
vurup çıktım. Arkamdan, “Anam bu yeni yetmeler de çok nazlı oluyorlar” diyerek gülüştüklerini
hatırlıyorum. O günden sonra evlilik, hep Düdüklü Şaziye’nin sümüklü oğlu ile
birlikte düştü aklıma. Evlenmek; ötelenmesi gereken tiksindirici, mide
bulandırıcı bir eylemdi artık benim zihnimde.
İlkokuldan itibaren zaman zaman babama yardım için
bakkalda dururdum. Hesap kitap konusundaki pratikliğim babamın dikkatini
çekmişti. “Maşallah” dedi bir gün, “Bakkalı benden iyi idare ediyorsun. Bana
bir şey olursa gözüm arkada kalmayacak”. Demez olsaydı! Lise yıllarında babam
ayaklarından rahatsızlanınca, annemin okuma yazması olmadığı için ben daha çok
durmaya başladım dükkânda. Diğer iki kardeşim benden küçüktü. Derken, zamanla
bütün işi ben üstlenmek zorunda kalmıştım. Lise bitti, ben diplomamı alıp
bakkalın duvarına astım. Benim için bundan sonrası yoktu. Güven Bakkaliyesi,
artık her şeyiyle bana emanetti. Gerçi kimse ismini bilmiyordu dükkânın, herkes
“Ali Bakkal” olarak tanıyordu. Ali’yi söylemek kolaydı tabiî, benim adımı ben
bile zor söylüyordum. Kimi “Selbiye” dedi, kimi “Seviye”. Kimisi “Hediye” dedi,
kimisi de “Zülbiye”… “Seydiye” diyen de oldu, “Hamdiye” diyen de… Her neyse… Birkaç
yanlış telâffuzdan sonra zaten insanlar kolayını buldu ve adım oldu “Kız Bakkal”.
“Kız Bakkal” aşağı, “Kız Bakkal” yukarı… Derken, yaklaşık otuz yıl mahallemizin
“Kız Bakkal”ı olarak kaldım.
Önce anneannem beni bu zor ve kimsenin aklında kalmayan
ismimle bırakıp gitti. “Sonra gözüm arkada kalmayacak” diyen babam, gönlü huzur
dolu şekilde ayrıldı bu dünyadan. Peşinden, bacadan atılırken yüzüme bulaşmış
karalığın büyüyünce geçeceği yalanını söyleyen annem gitti. Ama ne hikmetse, Düdüklü
Şaziye bir türlü göçmek bilmedi şu fâni âlemden. Oğlunu evermeden ölmek
niyetinde değil zaar!
Bu hikâyede herhangi bir son bekleyen sevgili okuyucu!
Hayâl kırıklığına uğradıysan üzgünüm. Ne olacağını gerçekte ben de bilmiyorum.
Çünkü hikâye devam ediyor…