Kıyafetimin parası sizden!

Eskimeden, makinelerce üretilen yenilerini alarak, bize özel giysiler hazırlayabilecek terzileri, kuyumcuları, zanaatkârları, bir başka ifadeyle kendimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu işsiz bırakıyoruz. Kendileri için ben olmayı fedâ ettiğim, daha çok kazansınlar diye gece gündüz çalıştığım, seri üretimlerini alarak işsiz kaldığım ey modern dünyanın güç odakları! Bu bedeli sonsuza kadar tek başıma ben mi ödemeye devam edeceğim, siz de, “ben” dâhil, her şeyimi almaya devam mı edeceksiniz?

HAVAALANINDA uçağa geçmek için bir grup milletvekilimizle otobüse bindik. Gruptan, çok da sevdiğimiz ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi yıllarından beraber olduğumuz bir milletvekilimiz, benim kör olmama istinaden dedi ki, “Lokman, maşallah her zaman görüyorum seni, çok güzel giyiniyorsun”.

Ona cevaben, “Beğendiğinize sevindim. Çünkü siz görenler için giyiniyorum. Beğendiyseniz maksat hâsıl olmuş demektir. Aksi hâlde yok kumaş deseni, yok kumaş kalitesi, renk uyumu, yok düğmelerin uyumu, ayakkabıyla uyum falan, onca parayı boşa vermiş olacaktık. Bir kör için bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Aslında bunca masrafı sizin göz zevkiniz için yaptığımıza göre parayı siz görenlerin ödemesi lâzım” dedim.

Bu cümleler espriden öteye gidemedi. Fatura yine her zamanki gibi bana çıkıyor. Sadece para mı? Başkaları için giyineceğiz diye ne bedeller ödüyoruz ne bedeller!

***

Zagreb’deyiz… Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Kültür Komisyonu toplantısını yapıyoruz… Hava sıcak ve hepimiz takım elbiselerimizi giymiş, kravatlarımızı takmışız. Aklıma nereden geldiyse, takmayı hiç de hazzetmediğim kravattan bahis açarak, “Bu kravatları, başkentinde bulunduğumuz Hırvatlar dünyaya yaymışlar, (kinayeli şekilde) Hırvat dostlarımıza borçluyuz bu boynumuzdakileri” dedim. Yanımda oturan parlamenter arkadaşım, “İyi de, Komisyon Başkanı Hırvat olmasına rağmen niye takmamış o hâlde?” diye mevzuya katkı yaptı. Öğleden sonraki toplantılara Hırvat Başkanımız gibi, Başkanımızı örnek alarak ben de kravatsız ve spor kıyafetle devam ettim. O gün bugündür kravatı nâdiren takıyorum. Kravatçıdan daha kravatçı olmaya gerek yok!

***

“Pişti olmak” tâbirini de kadınlara yönelik butiği olan, kıyafet konusunda ciddî bir uzman sayılabilecek bir hanım arkadaşımdan öğrendim. Arkadaşımın yaşadığı şehirde bir düğün, bir nişan olacağı zaman şehrin ileri gelen hanımları, o merasim vesîlesiyle kıyafet alıyorlar ve sanırım daha sonra da günlük hayatlarında giymeye devam ediyorlar. Kıyafet almak için arkadaşımın butiğine geldiklerinde onlara danışmanlık yapıyor. O hanımların arkadaşımın butiğini seçmelerinin en önemli sebebi şuymuş: Kimin hangi kıyafeti aldığını bildiğinden, bir sonraki hanım da aynı kıyafeti almak isterse, arkadaşım, “Evet, güzel bir kıyafet! Ama bundan falanca hanım da aldı, üstelik aynı düğünde giyeceksiniz. Pişti olursunuz ve sizin için iyi olmaz” diyor. Düşünebiliyor musunuz, pişti olmamak için böyle bir bilgiye ihtiyacınız var ve o bilgi hayatınızı kurtarıyor.

Erkeklerde pişti olma kavramını duymamıştım. Hattâ bir gazeteci arkadaşım, bunun abartılısı olan şu hatırasını anlatmıştı: İki gazeteci arkadaş Ankara’da halk otobüsüne binmişler. Gazetecilerin para ödememe alışkanlıklarını bilmeyen biletçi çocuk, bunların gazeteci kimliklerini gösterip geçmelerine öyle içerlemiş olmalı ki bir sürü lâf saymış. Kalabalık olunca da ilerleyememişler ve biletçinin onca lâfı kime söylediği ayan beyan ortada. Tabiî kavga falan da edemiyorlar, cevap verecek hâlleri de yok. Biletçi çocuk işi abartmış ve bunların beyaz beyaz takım elbiselerinin aynı olduğunu fark edince demiş ki, “Ooo! Elbiseler de Kızılay yardımlarından galiba”…

Gazeteci arkadaşım diyor ki, “O vakte kadar elbisemizin birbirinin tıpatıp aynısı olduğunu fark etmemiştik. İyice bir tuhaf olduk. Artık dayanamayıp ilk durakta indik”.

***

İkizlere aynı kıyafetten giydirmek sanırım piştiden sayılmıyor. Onlar doğuştan piştiler zaten. İkizlerin her birinin orijinal, farklı, özgün değil de birbirinin aynısı kabul edilmekle ilgili birçok hikâye duymuşsunuzdur. İkiz hanım arkadaşlarımın başına gelen şu olay çok ilginçti ki hâlâ etkisinden kurtulamadım desem yeri var.

Hikâye şöyle: Bu kızlar, yetişip evlilik çağına gelince oğlan tarafının annesi yani müstakbel kaynana, kızların annesine, kızlar için dünür gelmek istediklerini söylemiş. Anne de, “Hangisi için gelecekseniz ona göre o kız hazırlık yapsın” demiş. Öyle ya, gelin adayı tarafından kahve falan ikram edilecek. Oğlanın anası ne dese beğenirsiniz? “Onlar nasıl olsa ikiz değil mi, hangisi olsa fark etmez”…

Anne gelip bunu kızlara söyleyince, kızlar da isteme hâdisesinde ciddî ciddî dalga geçmişler.

***

Allah her insandan, hattâ her canlıdan bir tane yaratmış. Aynısının tıpkısı bir tane daha yok! Bu muhteşem vasfı milyonlarca çocuğa aynı önlüğü, moda olsun diye herkese aynı kıyafetleri, seri üretim yapanlar daha çok satsın diye aynı elbiseden ayakkabıya, parfümden takıya bütün eşyayı giydirerek ne kazanıyorlar? Elbette onlar para kazanıyor, güç elde ediyorlarken, bizse onlar para kazansınlar diye çalışıyoruz. Üstelik başkalarına benzeyerek, bizi biz yapan özelliklerimizi yok ediyoruz.

Eskimeden, makinelerce üretilen yenilerini alarak, bize özel giysiler hazırlayabilecek terzileri, kuyumcuları, zanaatkârları, bir başka ifadeyle kendimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu işsiz bırakıyoruz. Kendileri için ben olmayı fedâ ettiğim, daha çok kazansınlar diye gece gündüz çalıştığım, seri üretimlerini alarak işsiz kaldığım ey modern dünyanın güç odakları! Bu bedeli sonsuza kadar tek başıma ben mi ödemeye devam edeceğim, siz de, “ben” dâhil, her şeyimi almaya devam mı edeceksiniz?