MAREŞAL
Josip Broz Tito, Yugoslavya Devlet Başkanı seçildiğinde ve Deniz Kuvvetleri'ne
bağlı Dumlupınar denizaltımız NATO tatbikatı dönüşünde Çanakkale Boğazı'nda battığında,
takvimler 1953 senesini gösteriyordu.
Bununla sınırlı değildi hâdiseler. Mısır'daki 74
yıllık İngiliz egemenliği sona ermiş, İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevî ile
Kraliçe Süreyya, kendisine bağlı subayların darbesinden sonra İran’a geri
dönmüşlerdi. BM Güvenlik Konseyi'ne seçilen ülkemiz, DSİ ile TCDD işletmesinin
kuruluşuna şahitlik etmişti. Hâlen tahtta olan İngiltere Kraliçesi Elizabeth
aynı yıl taç giymiş, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Sekreteri Josef Stalin
ise ölmüştü…
O yıl başka bir şey daha olmuştu. Nusret (Ekrem)
Kurban, Abidin kızı Kâmile ile evlenmiş, Ege’nin incisi İzmir’e yerleşmişlerdi.
Yeşilyurt Vatan Mahallesi 9065 Sokak 20 numarada yer alan tek katlı betonarme
binanın harcında teri vardı genç damadın.
1943 yılında İzmir Belediyesi’ne bağlı kurulan ESHOT
(Elektrik Su Havagazı Otobüs ve Troleybüs) işletmesinde çalışmaya başlayan
delikanlı, askerî üniformaları aratmayan şıklıkta Büssing marka otobüsün şoför
mahallinde Konak-Kahramanlar-Alsancak hattında İzmirlilere hizmet veriyordu.
Evliliklerin birinci yılında Necla, beşinci yılında
ise Süheyla dünyaya gelmişti. Şeker şerbet sohbetlerin aranan ismiydi evin reisi.
Akşam yemeğinin ardından önüne gelen yorgunluk kahvesini keyifle yudumlarken,
“Kâmile Hanım, şu kızların yanına iki erkek kardeş ne çok yakışır!” demesinin
üzerinden bir yıl geçmemişti ki, 19 Ekim 1959 Pazartesi günü nur topu gibi bir
erkek evlâtları oldu. “Bu Allah’ın bir ihsanı!” diyerek adını “İhsan” koydular.
Duâları karşılık bulmuştu ve beş yıl sonra da “son beşik” Mehmet doğmuştu.
Mahalledeki çocuklar için tek oyun alanı vardı, o da yokuşun
başındaki evin önüydü. Orada oynamak için her zaman İhsan’a ihtiyaç duyuluyordu.
Pencere tıklanır ve “Kâmile Teyze, Kıvırcık evde mi?” sorusu yöneltilirdi. Zira
İhsan’ın saçları tarağın giremeyeceği sıklıktaydı. Herkes top koştururken, o
çemberden yaptığı direksiyonu çeviriyor, “Bir gün ben de babam gibi otobüs
şoförü olacağım!” diyordu. İdolü olan babasının akşamüstü eve dönüşüyle
birlikte de sokakta kalma süresi bitiyordu.
1978 yılında Eşrefpaşa Lisesi'nden mezun olduğunda genç
bir delikanlıydı. Celp pusulasını eve getirirken önce babasına uzatmış, birkaç
gün sonra da İstanbul’daki askerî kampa katılmıştı. Arada sırada zor imkânlarla
annesinin sesiyle buluşuyordu. İşte bu buluşmalardan birinde, “İhsan, sana kız
bakıyoruz” cümlesine ilk tepkisi “Kim?” oldu. “Teyzen kızı Vildan! Bacımın
kızını alacağım ki sana da, bana da yâr olsun” şeklindeki cevapla sevinçten
havalara uçmuş, ahizeyi sıra bekleyenlere bırakmıştı.
Hazırlıklar yapılmış, altın ve hediyeler alınmış, en
uzun yolculuğa çıkılmıştı. Kâmile Hanım, gelin olarak ayrıldığı memlekete bu
sefer yanında eşi, kızı, damadı ve torunuyla birlikte gidiyordu. Bingöl-Muş
arasında seyrediyorlardı ki acı bir fren sesiyle uyandılar.
İlk anda kaza olduğunu sandılar, ancak yanılmışlardı. İçeri
giren eli silahlı, yüzü poşulu eşkıyaların “Aşağıya inin!” tehdidiyle bir
soygunun ortasına düştüklerini anlamakta da gecikmedi yolcular. Kimi parasını
koltuk başına sıkıştırdı, kimi de altınları çocuklarının kirli bezlerinin
arasına. Sayıca üstün olan yolcular mücadele etmeye karar verdiklerinde, dışardakiler
otobüsü taramaya başlayınca aşağıya inmek zorunda kaldılar.
Yolcuları yere yatırdıktan sonra ganimet peşine düşen
eşkıyalar, saklanan ne varsa bulmuş, sıra yolcuların üstünü başını aramaya
gelmişti. Kâmile Kurban, eşkıyanın, “Ver kadın, yoksa seni öldürürüm!” tehdidine
boyun eğmemiş, içi nişan altınlarıyla dolu çantayı kaptırmamıştı. Ancak geri
kalanların para, pul, ziynet eşyası adına neyi varsa el değiştirmişti. Arkadan
gelen jandarma ile eşkıyalar arasında şiddetli bir çatışma çıkmış, iki ateş
arasındaki yolcular otobüsün altına sığınmışlardı. Eşkıyalar dağa doğru
kaçtıktan sonra geride yaralı bir öğretmen ile korku ve panik içinde kalan
sayısız yolcu bırakmışlardı.
Yaralı en yakın hastaneye, yolcular da ifade vermek
üzere jandarma karakoluna götürüldü. Zorlu yolculuğun sonunda, Van gölü
kıyısında yer alan şirin ilçeye varmışlardı. Bir günlük dinlenmenin ardından Mustafa-Balkız
çiftinin kapısını çaldılar.
“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” denilerek nişan
yüzüğü takılmış, askerdeki İhsan’a da müjde verilmişti. Şafak saymak, daha da
anlamlıydı.
Terhis olur olmaz düğün yapıldı, 23 Eylül 1982 günü ilk torun sevinci yaşatıldı anne babaya. Kardeşi Mehmet’e dönerek, “Adını sen koy amcası” dedi. Kucağına verilen minik bebeğe ezan okurken kulağına da “Orhan” diye seslendi Mehmet.
“Ne oldu sana?”
Aradan sekiz yıl geçmişti. Takvim yaprakları 7 Ocak
1990’ı gösterdiğinde, Orhan’a kardeş geleceği söylendi. Herkes hastaneye
gitmişken, o ise dedesiyle birlikte gelecek haberi bekliyordu. Eve dönenlerin
kucağında bir değil, iki bebek vardı. Küçük Orhan önce şaşırdı, sonra kıskandı,
en sonunda sevdi kardeşlerini. İkizlerden birine Mahmut dayısı “Ayşe” adını koyarken,
diğerine de Mehmet amcası “Elif” adını vermişti.
Direksiyon sevgisi onu iş sahibi yapacaktı yapmasına
ama öncesinde kutsal topraklarla buluşturacaktı. Bir firmada otobüs şoförü
olarak Hac farizasını yaptı ve isminin önüne gelen unvanla “Hacı İhsan”
olmuştu.
Döner dönmez, en büyük hayâlini gerçekleştirdi ve babasının
emekli olduğu ESHOT’a adım attı. 1988’den emekli olduğu tarihe kadar hep
direksiyon başında kaldı.
Seneler 2006’yı gösterdiğinde, Şehit Fethi Sekin’in görev
aldığı İzmir Adliyesi'nde baş şoför kadrosuyla sözleşmeli olarak direksiyon
sallamaya başladı.
Oğlu Orhan, Rize’de vatanî görevini tamamlar tamamlamaz,
“Baba, vakit geldi, Yasemin’i istemeye gidiyoruz!” dediğinde, alyansın içine 5
Kasım 2010 tarihi kazınmıştı. Heyecanlıydı, gururluydu. Her güzelliği üst üste
yaşıyordu. Babalığın kerevetine çıkmadan torun sahibi, daha doğrusu dede
oluvermişti. Mina hızla büyürken, evlât ve kardeş sevgisini mayalayacak ikinci
bir toruna daha ihtiyaç vardı, o da Maya oluyordu.
Üst üste acılar yaşadı. Önce babasını kaybetti, üç yıl
sonra da kendisi gibi kıvırcık saçlı olan annesini. İkisinin de yokluğu onu
derinden etkilemişti. Cadde üzerinde arabasını yıkarken, ona sataşacak bir
babanın yokluğunu o gün iliklerine kadar hissetmiş, hortumdan boşalan su kadar
gözyaşı dökmüştü.
İkizlerden Elif, Celal Bayar Üniversitesi’ni bitirir
bitirmez, Türk dili ve edebiyatı öğretmenliğini kazandı. Akabinde ise, gönlünü
fetheden Ahmet ile 13 Ağustos 2014 tarihinde hayatını birleştirdi ve babası Hacı
İhsan Kurban’a üçüncü kez torun sevincini “Kerem” ile yaşattı.
Sol ayak bileği kırıldığında bir ayı aşkın süre alçıda
kaldı ama bir kez olsun “Of” bile demedi. Tâ ki Mart başında depreşen torun
sevgisini bastırmak için gittiği oğlunun evinden tek başına dönünceye kadar…
Sabahın ilk ışıklarında telefona sarılan Vildan Hanım,
sayısız aramaya rağmen Kıvırcık’tan haber alamamış, endişesini, görümcesi Süheyla
ile paylaşmıştı. Bir adımlık mesafe gözünde büyüyen abla zile basarken, bir yandan
da “Allah’ım, inşallah kötü bir şey yoktur!” şeklinde dua etmektedir. Kapı
açılır, gördüğü manzara korkunçtur! Kardeşi İhsan iki büklümdür ve
kıvranmaktadır. “Ne oldu sana abla kurban?” sorusuna, “Bir şeyim yok, midem
bulanıyor” der. Alelacele Yeşilyurt Devlet Hastanesi’ne kaldırılır.
Küçük bir müdahalenin ardından eve gönderilir
gönderilmesine, ancak tekrar fenalaşır. Bu sefer özel bir hastaneye götürülür.
Orada durumu şüpheli karşılanır ve tam teşekküllü bir göğüs hastanesine sevki
istenir. Acı gerçekle burada yüzleşirler. Asrın illeti akciğerleri yurt
edinmiştir. En kötüsü ise beyne metastaz yapmıştır ve dördüncü evrededir.
Yıkılırlar ancak belli etmezler.
Kimse ona hastalığı yaklaştıramadı, görenler inanmadı,
inanmak istemedi. Gördüğü ışın tedavisi sonucu kıvırcık saçları dökülmeye
başlamış, oğlu Orhan ise etkilenmesini önlemek adına bayram tıraşı edasıyla onu
berber koltuğunda ağırlamıştı. Kıvırcık, sevdiklerinden ayrılmadan önce
kıvırcık saçlarından ayrılmıştı. Sağ elinin içiyle başını okşayıp, “Çok güzel
oldu!” dedi ve o meşhur tebessümü yayıldı yüzünde.
Bir kez olsun acıyla irkilmedi; ne morfin, ne de bant
kullanıldı. Sürecin hızlı olması ve acı çekmemesi en baştaki söylemi
hatırlatıyordu: “Allah’ın ihsanı!” Öyle de oldu. 16 Nisan günü öğle vakti,
dünyaya son bir bakış çalıp vedalaştığında, başucundakiler, Kur’ân ziyafeti
veriyorlardı.
İzmir Manisa Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nden mezun olan ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde yüksek lisans
yapan Ayşe, 16 Nisan’ı şöyle dillendirecektir: “Doktorların ağzından çıkacak iki güzel kelimeyi beklerken
yitirmeseydim kelimeleri ya da yüreğimin yangınında tutuşmasaydılar, yokluğunun
hissettirdiği körlüğü Cemal Süreyalı anlatabilirdim belki. Belki ‘Nasıl koşarsa
ardından devin/ Ben babamı öyle sevdim’ diyen Can Yücel gibi bir şeyler
karalayabilirdim. Ben asıl şimdi bildim ‘Yarası baba olan iyileşmez’ lâfını. Yanın
sılaymış. Yeniden kavuşana dek içim hep gurbet!”
Uzaklara bir yere bağlı, bahçeli bir ev hayâli vardı. Bunun için eniştesi Ergün ile birlikte birkaç girişimleri olsa da uzaklık onların gözünü korkutmuştu. Sarnıç’taki 3062 numaralı mezarı, anne ve babasına komşu olup sayısız zeytin gölgesi sunmaktadır.