GÜNÜMÜZ dünyasında bir maddenin bütün özelliklerini taşıyan en küçük yapı atom olarak bilinmektedir. Eskiler buna “zerre” demişler. Bir canlının bütün özelliklerini taşıyan en küçük yapıya ise “hücre” denir. Hücre iyi olduğu zaman beden de iyi olur. Atom, hücrenin içerisine girip onu işleyerek hâline müdâhil olabilir. Hücrenin iyi olabilmesi için aslında fikrin iyi olması gerekir.
Atom ile hücre uyumlu çalışırsa “beden” denen hanede sağlıklı görüntüler oluşur. Bu durum dış etken olarak düşünülmelidir. Beden ağrıyıp sızladığında insan mutsuz olur. İnsanın mutsuzluğu atom veya iyon kanallarıyla insan beynine iletilir ve vücudun bir yerlerinin ağrıdığına işaret eder. Ağrıdan haberi olmasa, insanın mutsuz olması için gerekçe de ortada kalmaz aslında.
Esas olan, sağlam fikir ve ruhun bedene hâkim olmasıdır. Bu şekildeki bir yapıya sahip beden daha sağlıklı olur. Zira zerre, bedenin her tarafını gezerken titreşim ve hareket kabiliyetini düşünceden alırsa, ruhu ve bedeni okşar, sağlıklı birey oluşur. Zerre aynı zamanda hava ortamında da rahatça dolaşabildiğinden, vücudun bulunduğu ortam ile irtibatını da en yüksek düzeyde sağlar.
Eskilerin “zerre” dedikleri en küçük parçacıklar, şimdilerde atom ve atom altı parçacıklar olarak görülebileceği gibi, hava zerresi olarak da görülebilir. Hava zerresi ise atomik parçacıkların etkileşimi ile evrene dair bilgileri “insan” denen muazzam yapıya taşır. Bu yönüyle zerreler insanın gözü, kulağı, midesi ve binlerce organıyla iletişime geçer. Bu iletişim iyi dinlenildiğinde beden morfik rezonans durumuna geçerek ruha gıda olur. Zerrelerin ruhu beslemesinde beşiklik eden maddî bilimler de devrededir.
Maddî bilimler zerrenin morfik rezonans aşamasına geçmeden önceki hâline beşiklik eder. Bunlar çekim gücü (kuvve-i cazibe), itme gücü (kuvve-i dafia), şekil verme gücü (kuvve-i musavvire) ve üreme duygusudur (kuvve-i müvellide). Bu yönüyle zerreler birinci vazifelerini yapmış olurlar.
Zerre hem hava, hem de dış ortamdakiler ile iletişimdedir. Hava, zerrelerini titreştirdiği gibi meyvenin içerisine girebilir, çiçeklerin kokusuna müptelâ olabilir. Bu zerreler hayatın idamesindeki güzellikleri insana gösteren birer dürbün görevi görürler. Bu yönüyle ikinci bir görevlerini de yerine getirirler.
Zerreler toprağa girip bir bitki olarak hayvan veya insan bedeninde dolaşabilir. Toprak altında çürüyen zerreler yeni bir ağaç için sonsuz yolculuğa çıkar ve fidandan ormana kadar yolculuğu devam eder. Üçüncü olarak işlev gören bu zerreler canlıların nevilerine beşiklik yapar. Demek ki maddî eşyanın en küçük yapısı olan atom/zerre veya atom altı parçacıklar, insan bedeninin rezonansa girip ruhu beslemesi, dış ortam ile insan bedeninin irtibatını sağlaması veya evrendeki tüm canlı, bitki ve ağaçların devamında görev almaktadırlar.
Bir binanın plân ve projesi vardır önce. O binanın yapılmasıyla plân ve projesi de gerçekleşmiş olur. Atom ve hücre de bu tür bir işlevi yerine getiriyorlar. Plân-proje metafizikken, yapılan binanın ise fizik evren olarak telâkki edilmesi alışkanlıktır. Bu şekliyle metafizik ve fizik olaylar eş zamanlı oluyor. Yani metafizik olaylar fizik olaylardan, fizik olaylar da metafizik olaylardan gayrı ayrı değildir. Diğer bir ifadeyle, gayb âlemi ile şahadet âlemi birbirinden ayrışmamıştır. Bu birliktelik, bilmenin zirve noktasına işaret eder. Yani gayb ve şahadet âlemlerinin birlikteliği, en yüksek bilgilerden biri olan varlık ve müşahedenin bir olduğuna delildir.
Bu bilginin perdelenmemesi gerekir. “Beden” denen suretin, kişinin perdesi olmaması gerekir. Perdenin değeri, “muhafaza etmek” vazifesinde olmalıdır, engel değil. Böyle bir ortamda gayb âlemi de şahadet için bir perde niteliğinde tezahür eder.
Suret perdesi arkasındaki nefis insanın kendisine gösterilirse, o kişi de kendisini tanımış ve bilmiş olur. Bu çizgide kendisini tanıyan kişi, ancak Rabbini de tanımış olur. Böyle bir insan “südur ehli” kişi olarak nitelenir. Bu kişiler kendilerini değil, sadece Allah’ı (cc) göstermekle kendilerini görmeyenlerdir.
İnsan bedenindeki zerreler ve evrenin uçsuz bucaksız noktasıyla irtibatlı olan hava zerreleri birbirine uç noktalardır. Bu noktalara bilgi ve hikmet gözüyle bakmak gerekir. Zira varlık âlemi bu düzlemde tezahür ediyor. Bilgi bir uç hikmet; diğer bir uç olarak düşünüldüğünde ikisinin arasında varlık ve insan yaratılıyor. Bilgi bir düşünce olarak insanın yaratılış köprüsüyle hikmet eylemine dönüşüyor.
“Bilgi ve hikmet iki uç yer olarak düşünülebilir” demiştik. Uç/uc ifadesi, bazı durumlarda “kutup” olarak da görülebilir. Değirmen taşının miline “kutup” denir. Evrenin manevî yönetimden sorumlu veliler hükûmetinin başkanına da “kutup” denir. Değirmen taşı milin çevresinde döndüğü gibi, insanlar da veliler kutbuyla hareket edebilirler. Birinci bakış böyle olabilir.
İkinci bakış olarak bilgi ile hikmet ve ikisi arasındaki yerde varlık, bir mil kutbu etrafında hareket etmelidir. Bilgi bir nokta olarak kutupken, hikmetse bir çember şeklinde olabilir. Bu noktadan her kutba bir yol vardır. Bu bakışa göre yer “nokta”, arş ise “çember” olarak düşünülebilir. İkisi arasındaki yerler çember, daire ve felek olabilir.
Savaş, cihad ve kıtâl
İnsanın Allah (cc) hakkındaki özel bilgisi özel tecelli, evrene dair olan ise genel tecelli olarak nitelenebilir. İnsana dair tecelli “hareket etme, uyuma, yeme, içme, durağanlık, inme, çıkma, haddi aşma, ayrılma ve bir araya gelme” gibi özellikler olarak anlaşılabilir. Bu pencereden bakıldığında, insanın kırmızı çizgiler (haddi aşmama) içerisinde kalma gerekliliği ortaya çıkıyor. Aksi durumda kişiden istenenin dışına çıkışmış olunur. Bu durumsa istenmemektedir. Ancak bu istenmedik potansiyel durumunun da insanda olduğunu unutmamak gerekir. Bu nedenle bir insanın özel tecellide sınırları/haddi aşmaması noktasında kendisiyle olan çabası bir tür savaştır.
Allah (cc) yolunda savaşmanın öne çıkarılması “kıtâl” olarak nitelendirilebilir. Bu pencereden bakıldığında insanın hem kendisine, hem de çevresine dürüst olması gerekir. Sosyal hayatta ikiyüzlülük kabul görmediği gibi, bireyin kendi âleminde kendisine de dürüst olmaması zerre ve hücrelerce kabul görmez. Hırsızlık yapan biri, suç işlen bir kişi veya kopya çeken biri normalin dışına çıktığı için yüzünde kızarmalar olur. Hak ile bâtıl mücadelesinde toplumsal zorlukları aşmak doğru bir mücadele ile mümkündür. Bu mücadelenin bir karşılığı “cihad” olarak yaygın bir şekilde bilinmektedir. Bu en şiddetli ilişki biçimidir. Bu ilişkinin zirvesinde, yukarıda bahsedildiği üzere kişinin kendisi (nefsi) ile olan cihadı esastır.
Gerçeği öğrendikten sonra hak yolunda engel oluşturanlar, dünyada başarılı olmaz ve ahirette de İlâhî rahmet ve mağfiretten mahrum kalırlar. Bunun garantisi ise kıtâl bakıştır. Savaş tekniklerinin en tepesinde kıtâl yer alır. Bu teknik, diğer bütün savaş yöntemlerini de kapsar ve sonuca dair veriler sunar. Savaş, cihad ve kıtâl bir arada düşünüldüğünde çelik gibi bir iradeyle kıtâl yolunda ilerlemek gerekiyor.
Bilgi, bir düşünce olarak insanın yaratılış köprüsüyle hikmet eylemine dönüşürken zirve bir yaratılışta gerçekleşir. İnsan yaratılışı zirve bir nokta ve bunun içinde de insan-ı kâmil, en tepede yer alıyor. En şiddetli ilişki biçimi olan savaş, devletler arasında yapılan silahlı mücadele biçimidir.
Bir devlet bir yeri işgal ettiğinde ve oranın halkını öldürdüğünde bunun adı soykırımdır. Bir topluluk gücüne dayanarak başkalarının vatanına maddî, manevî ve silahlı mücadele ediyorsa, bunun adı gasp, hırsızlık ve tecavüzdür. Toplumların şiddetli ilişkilerinde en aşağı mertebede yer alır. Bunu yapan toplumlar, Cehennem’in dibine gidecek olanlardır. Bu insanî bir durum değildir. Harp ise, iki devletin güç çatışması olarak görülebilir. Bunun insanın uç noktalarıyla alâkası yoktur ve sorumluluk tamamen liderlere ve komutanlara bağlıdır. Zira akılla kabul edilebilecek tek savaş türü savaşanlara karşı savaşmaktır. Siyâsî, iktisadî ve askerî hedefleri kuvvet zoruyla gerçekleştirme yönündeki savaş bile mantıklı değildir.
Ölümlü olan insanın ölmeyecekmiş gibi savaşması insanî değildir. Savaşta ölçü, “savaş açanlara karşı Allah (cc) uğrunda savaşmaktır” ve “aşırılığa sapmak önerilmemiştir”. Bu pencereden bakıldığında, günümüzdeki savaşlar madde ve güç odaklı insanlık dışı hâllerdir.
Konumuz çerçevesinde kutbun ruhu ve sureti olduğu görülmektedir. Bu düzlemde ruh eksen/mil, suret ise çemberdir. Yûnus Emre, ölenden maksadın maddî beden olduğunu ifade eder. Burada asıl mânâ, her nefsin bedeninin ölümü tadacak olmasıdır. Bedenden maksadın maddî varlık olması manidardır. Zira beden ile evren dışına seyahat mümkün değildir.
Demek ki değirmen taşının mili çevresinde döndüğü gibi bütün manevî âleminde kutuplar çevresinde dönmesi de akıllıca olandır. Bilgi şahadet âleminin kutbuyken, bunun çemberi hikmettir. Hikmet kutup olduğunda, bunun çemberi ise evrenin dışına geçer. Bir dönüşüm ve deveran olur.
Bu çemberin nihaî noktasına ulaşmak için gereken, ruhun beden yükünden kurtulmasıdır. Böylelikle insan ruhu, evrenin dışındaki çembere ulaştırıcı hükmündedir. İnsanın bu evrenden başka bir gayb evrenine geçişi sırasında felekleri aşması gerekir. Bu felekler geçilerek gidileceğinden, gayb (metafizik) ve şahadet (fizik) âlemi eş zamanlı tecelli eder. Metafizik (gayb) ve fizik (şahadet) evrenin birbirinden farklı olduğu görüşü doğru değildir. Batı’nın bütün dünyaya kendi yanılgısını dayatmasıdır. Modern Batı tek gözlüdür ve gayb âlemini göremez.
Bütün dünyaya sadece buranın haykırılmasının ötesine geçemeyen Batı’nın siyaset, mistik, yönetim ve savaş âlemlerinde de icraatları olacağından, her devirde Mehdi ve Deccal’ın görevini görenler olacaktır. Bir kişinin Batı’nın bu dayatmasının ötesine geçip kuvve-i maneviyesini devam ettirecek izde ilerlemesi gerekir. Doğru iz bir, yol ise tek olduğundan, kişinin kutup ve çember şeklindeki hayat tarzını devam ettirmesi esastır.
Bir insanın kendi ekseni ve çemberi, varlık âleminde ekseni ve çemberi, aynı zamanda şahadet-gayb âleminde bir ekseni ve çemberi vardır. Şu ölümlü hayat, makbul ve kabul olan yolda sadece doğru eksen ve doğru çember üzere giden bireylerin geçerli akçe olduğu bir düzlemde oluşturulmuştur. Haddi aşanlarınsa yanlışa gitmemeleri için mücadelelerinin en temel savaş tekniği kıtâl şeklinde olmasıdır.
Kıtâl savaş tekniği bir ekseninde insanın yaşatılmasıyla devletin yaşayacağını, güç ve teknikle bir devletin sürdürülebilir olmasının mümkün olmadığının bir delilidir. Güç ve ekonomi odaklı çalışma tek başına yeterli olmayacaktır. Bu minvalde şahadet ile gayb âleminde insanca yaşamanın yolu, bilim duasına başvurup teknik ve sanayide ilerleyerek güç elde etmek şartıdır. Yeter şart ise, bilim-hikmet yolculuğunda eksen ve çember düzleminde kıtâl üzere kalmaktır. Zira makbul olan, bilim-hikmet dengesinde varlık âleminin en tepesinde yer alan insan-ı kâmilin Hazreti Muhammed (sav) olmasıdır. Bu dikkat çekicidir. Çünkü Kıtâl Sûresi’nin “Muhammed Sûresi” olarak da adlandırılması manidar bir şekilde bütün âlemlerin okuyucularına sunulmuştur.