EVVELÂ bu ay, kıssadan hisselerle seslenerek diyelim ki, “Fazlasını verdiğiniz hiçbir yerde kıymetiniz bilinmez”. Evet, bu sözü aklınızdan hiç çıkarmayın!
Zira bugün, sahte kahramanlar ile gerçek kahramanları birbirinden ayırarak yola devam etme günü. Sizce de öyle değil mi?
“Melekler ve Kumarbazlar” adlı bir sinema filmi vardır. Filmin afişinde şu ifade bulunur: “Kazananlar sonsuza dek kazanmış olamazlar.”
Bu sözün doğruluğuna katılıyor, ben de böyle düşünüyorum. İster “hayatın bumerangı” deyin, ister inanç, ister sinerji, isterseniz de siyaset, ama aslolan bir şey var ki, bir gün mutlaka iyiler ve iyilik kazanır. Ve bu daima böyle olacak, hep iyiler ve iyilik kazanacaktır. Biz hep buna inanarak yaşarız. Çünkü umut bunun ta kendisidir.
Halil Cibran bu durumu şöyle bir meselle anlatıyor:
“Kralın evinde devam eden bir şenlik esnasında çıkmış gözünü elinde taşıyan bir adam salona girer ve kraldan adalet ister. ‘Efendim, ben hırsızım. Bu gece sarrafın evine hırsızlık yapmak için gireceğim yerde dokumacının evine girmişim. Karanlıkta dokumacı, kullandığı iş aletiyle benim gözümü çıkardı. Sizden adalet istiyorum’ der.
Kral hemen dokumacıyı getirtir ve gözünün çıkarılmasını emreder. Dokumacı şöyle itiraz eder: ‘Efendim, benim mesleğim için iki göz gerekir. Komşum ayakkabı tamircisidir ve tek göz ona yeterlidir. Adaletin yerini bulması için onun gözünü çıkarın.’
Kral hemen ayakkabı tamircisini getirtir, gözünü çıkarttırır. Ona göre adalet yerini bulmuştur.”
Bu durum, “İş adamlarına kelepçe vurmayın” diyen zümreye zabitlerin “Peki, devletin bize verdiği bu kelepçeleri boşuna mı taşıyacağız?” diye çıkışıp da, “Öyleyse baklava çalan çocuklara takın, böylece adalet yerine gelmiş olur” diye karşılık verilmesine benziyor, değil mi?
Dünyanın en dürüst adamını yanlış terazinin başına oturtsanız, o da eksik tartar. Adalet terazisi yanlış olunca, tartan kişinin doğruluğu bir şey değiştirmez. Bu yüzden Rabbimiz, hem ölçenin tam ölçmesini, hem de terazinin doğrusunu almamızı emrediyor.
O İlâhî terazi olan Kur’ân-ı Kerim ise, bizim konuşmamızı, yürüyüşümüzü, bakışımızı, hatta kaş ve göz hareketlerimizi, komşuluk ilişkilerimizi, yöneten ve yönetilen münasebetlerini ve memleket sevdamızda siyâsî duruşumuzu en güzel şekilde ayarlamaktadır.
Unutmayalım ki, Rabbimiz, Sevgili Peygamberimize ve O’nun Şahsında bize, “Sana ilim geldikten sonra eğer onların hevalarına (şahsî ölçülerine) uyarsan sen de zalimlerden olursun” şeklinde buyuruyor (Bakara, 120).
Dünyanın en dürüst adamını yanlış terazinin başına oturtsanız, o da eksik tartar. Adalet terazisi yanlış olunca, tartan kişinin doğruluğu bir şey değiştirmez. Bu yüzden Rabbimiz, hem ölçenin tam ölçmesini, hem de terazinin doğrusunu almamızı emrediyor.
İlk uyaranın mükâfatı (!)
Sevgili dostlar, Türkiye’mizin bu sisli havalardaki yolculuğunda çok ama çok enteresan manzaralarla karşılaşıyoruz. Bazen çok şaşırıyoruz, bazense hiçbir şey sürpriz görünmüyor. Bu anlamda size, yine bir kıssadan hisse çıkarmanız için yine bu minvâlde bir hikâye anlatayım. İyi okuyalım ki üzerimize düşen pay varsa alınmış olsun.
Bir gün kurt sürüye yaklaşır. Horoz kurdu görünce ötmeye başlar. Horozun sesine uyanan köpek, kurdu görür ve havlamaya başlar. Köpeğin sesine çoban uyanır, kurdu görünce yaygarayı basar. Çobanın yaygarasına, uykusu derin olmayan köylüler uyanırlar ve kurdu kovalayıp koyunları kurtarırlar. Sürü kurtulunca, keyfe gelen köylüler horozu kesip çobana ikram ederler.
Zavallı horoz, kurdu gördüğünde susmaya devam etseydi yaşamaya devam edecekti. Mükâfat alması gerekirken boğazına bıçağı yedi.
Sevgili dostlar, ne yazık ki bu ülkede de böyle bu işler. Kurban edilenler, hep uyandırmaya çalışanlar oluyor. Hayat da böyle işte!
Biz köylüleri değil, köyü değil, bütün ormanı kurtarmak için değil, onlar için değil, millet için görevimizi yapıyoruz ve bundan sonra da bunu yapmaya devam edeceğiz. Tek problemimiz, onların kendilerini köylü hedefinde birer koyun, bizi de istedikleri zaman kesebilecekleri horoz olduğumuzu sanmaları ve saldıranların da bir çakal sürüsü olduğunu bilmemeleridir.
31 Mart bir işaret fişeğidir
Bakınız, insanların çoğu devrin modasına, toplumun iyi, doğru ve güzel saydıklarına sorgusuz uyar. Geçmişte bizlere de, “Sus, konuşma, bırak yazıp çizmeyi artık!” dediler, ancak o zamanda da susmadık, darbe olunca da durmadık. Ne yazık ki dün gibi bugün de değişmiyor. Belli ki yarın da öyle olacak. Çünkü şimdi benzer durumlar sanki tekrar yaşanıyor. Tekrar yazıyoruz, çiziyoruz, konuşuyoruz. Ve yine “Sus, konuşma, yazma!” diyorlar.
Ama beyhude çırpınışlar artık bunlar. Biz susmayacağız!
Bilelim ki, her toplumda, her zaman kalabalığa değil, hakka uyan bir topluluk önünde sonunda gerçek kahramanlar olarak karşımıza çıkar. Bu tecrübeyle de sabit değil mi? Siyasette de durum böyle değil mi? Sonunda kazanan kimler oluyor? Hakka uyanlar!
Bu ülkeyi eğer 22 yıldır Recep Tayyip Erdoğan hem milletin, hem ümmetin umudu olarak yönetiyorsa, bunun nedeni Zât-ı Devletlerinin sadece ve sadece “önce Hakk, sonra da milletin adamı” oluşudur. “Milletin adamı” yakıştırmasını şahsına yükselten irade işte budur!
Bugün içeriden ve dışarıdan bakıldığında görüntüye yansıyanlar, bu hak yolunda Erdoğan’ın önünü kesmeye yönelik eylemlerdir. 31 Mart bu anlamda ciddî bir işaret fişeği olmuştur. Geleceğe yürümek adına ders alınması gereken süreç böylece başlamıştır.
Bugün içeriden ve dışarıdan bakıldığında görüntüye yansıyanlar, bu hak yolunda Erdoğan’ın önünü kesmeye yönelik eylemlerdir. 31 Mart bu anlamda ciddî bir işaret fişeği olmuştur. Geleceğe yürümek adına ders alınması gereken süreç böylece başlamıştır.
Sorun olan düğümü fark edenin mükâfatı (!)
Bu yazımda içlerinden hisseler çıkarmak üzere çeşitli kıssalara yer ayırarak siz değerli dostlarımıza ve hatta gelecekte bir şekilde bu makalelere erişecek okurlarımıza bir mesaj vermeyi istiyorum.
Bir başka kıssadan hisse ile devam ediyorum, çünkü bu da yaşadığımız devre hakkında çok şey anlatıyor. Zira hak yolda bedeller ödemek de var.
Üç kişi giyotinle idama mahkûm edilmiştir. Bunlardan biri papaz, biri hâkim, biri de fizikçidir. İdam alanına ilk papaz getirilir. Başını giyotinin altına yerleştirirken kendisine sorarlar: “Son sözün nedir?”
Papaz der ki, “Ben Tanrıma inanıyorum, O beni kurtaracaktır”. Giyotini indirdiklerinde, boynuna birkaç santim kala giyotin takılı kalır. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır: “Onu serbest bırakın, Tanrı sözünü söylemiş ve onu korumuştur.”
Böylece papaz, idam edilmekten kurtulur ve sıra hâkime gelir. Ona da sorarlar aynı soruyu: “Söylemek istediğin en son söz nedir?”
Der ki hâkim, “Ben papazın Tanrısına inanmıyorum, ama adalete güveniyorum”. Giyotini indirirler ancak hâkimin de boynuna birkaç santim kala yine durur. Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar: “Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.”
Böylece hâkim de boynunun kesilmesinden kurtulur ve sıra fizikçiye gelir. Ona da “Son sözünü söyle” derler. Der ki fizikçi, “Ben ne papazın tanrısına inanan biri, ne de adalete güvenen bir hâkimim. Bildiğim tek şey şudur: Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm, giyotinin tam inmesine engel oluyor”.
Görevliler giyotini kontrol edince, gerçekten de bir düğüm olduğunu fark ederler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar. Böylece fizikçinin başı bedeninden kopar.
Toplumdaki düğümlere yani “sorunlara” işaret edip “gerçekleri” söylemenin acı sonuçları olabilir. Ama biz yani gerçeğe talip olanlar, bedel ödemeyi de göze alanlarız. Varsın olsun, razıyız!
Söze başlarken ifade etmiştik, fazlasını verdiğiniz hiçbir yerde kıymetiniz bilinmez. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da içinde bulunulan durumda karşılaştığı en gerçekçi izah budur. Sayın Erdoğan sayesinde fazlasını görenlerin bugün nasıl kıymetini bilmediklerine şahit olmuyor muyuz? Türkiye’nin 22 yılda nereden nereye geldiğini unutacak kadar nankör olanların bugün ihanet ve vefasızlığın tohumlarını ekmelerini hazmetmek nasıl mümkün olabilir?
Seçeneksiz kalmak ve hülâsa
Sevgili dostlar, “Konularımızla ne ilgisi var?” demeyeceğiniz bir kıssadan hisseye daha geçmek istiyorum ama önce konuyu açalım isterseniz…
Birazcık ufku olan, hatta hipermetrop optik sorunu olan biri dahi paralı askerliğin neden uygulandığını ve neden bu kadar kısaltıldığını, neden bir tatil hâline getirildiğini anlar. Bu tuzağı kuranların kim olduğunu zaten tahmin ediyoruz. “Ordu millet” kavramını ve “Mehmetçik” tabirini neden yok etmek istediklerini de biliyoruz. Ama ses dahi çıkarmayanlar? Ya onlara ne demeliyiz?
Evvelâ bilinmeli ki, profesyonel ordu, terör için zorunludur. Savaşı asker kazanır, zaferi ise millet. Şimdi gelelim bu noktada üstümüze alacağımız hisseye…
Eğer “doğruyu söyleyeni siz de dokuz köyden kovanlardan” değilseniz, buyurun…
Denizli’de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi, kamp yakınına tüneyen bir Denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar. Sabahın köründe ortaya çıkan horoz önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş. Tabiî ekipte ne uyku, ne de huzur bırakmış. Sonunda sabırlar tükenmiş ve susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya.
Horoz önde, gençler peşinde, bir mahalle arasına dalmışlar. Kovalamacayı gören fakat bir anlam veremeyen yaşlı bir dede, seslenmiş: “Hey, evlatlar! Bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?”
Öğrencilerden biri, “Dede, sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor, o yüzden başını keseceğiz!” demiş. “Yazıktır evladım, yapmayın!” demiş ihtiyar, “Bırakın siz, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi”.
Gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar. Ertesi sabah hafif gak guk sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce şaşırıp dedeye koşmuşlar hemen. Sormuşlar: “Yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?”
İhtiyar gülmüş ve eklemiş: “Kıçına zeytinyağı sürdüm. Horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın, ancak gak guk edebiliyor.”
Dedik ya, kıssadan hisse… Eğer ordunuz sağlamsa, istediğiniz kadar kabarır, istediğiniz kadar diklenir, istediğiniz kadar sözünüzü dinletirsiniz. Gücün bir gevşemeye görsün, ancak gak guk edersin.
Peki, sadece Ordumuz için mi geçerli bu? Hayır! Devlet yönetiminiz için de, iktidarınız için de, partiniz için de durum bundan ibarettir.
Diyeceksiniz ki, “Güçlüyüm çünkü başka seçeneğim yok; düşersem, tutanım olmayacağını biliyorum”. Belki tek başınıza güçlü olmanız sizi mutlu etmeyebilir ama mutla olmanız sizi güçlendirecektir.