
“NEY hadîs-i râh-ı pürhûn mîkoned/ Kıssahâ-yı ışk-ı Mecnûn mîkoned” (Verir
kan dolu bir yoldan haber ney./ Mecnundan aşk öyküleri söyler ney.)
Baştan
beri biliyoruz ki, bütün bu anlatımları yapan ney sembolüyle verilen unsur “insan-ı
kâmil”dir. Ney, bir habercidir. Ancak bu haberciliği durumdan vazife çıkarmak
yoluyla değil, kendisine gelen ilhamın sevkiyle yapar. Bu habercilik, insanları
doğru yola götürmek için verilmiş bir görevdir. Fakat yolun çetinliğini de en
baştan söyler. Neyin gitmemizi istediği yol, pek de tekin bir yol değildir.
Zira burası kan dolu bir yol!
Masallarda
olur ya, kahraman bir istikamete gidecektir, önüne iki yol çıkar. Yollardan
biri, “giden gelmez” yoludur. Ne hikmetse kahraman daima o giden gelmez yolu
tercih eder. Kahraman gittiği zaman mutlaka engelleri aşacak ve o yolu “giden
gelir” hale getirecektir. Aslında aşk yolculuğu da bunun gibi bir giden gelmez
yoludur. Beyitte geçen “pürhûn”, yani kan dolu yol, tasavvuftaki yaptırımları
da hatırlatıyor. Zira bu yol, güllük gülistanlık bir yol değildir; herkesin her
söylediği ile geçtiği bir yol da değildir.
Tasavvufta
aşk rehber olduğu için, aşk haleti içerisine giren mürşitler zaman zaman
“delilik” alameti gösterirler. Söyledikleri şeyler aşk sözleri olduğu ve bunlar
da akılla kavranamadığı için zaman zaman bu yolda baş verenler, kanı dökülenler
vardır. Bu bağlamda en çok Hallac-ı Mansur’a atıf yapılır. Bilgimiz dâhilinde
başka zatlar da vardır. Bu yolda zulme, gadre, sıkıntıya uğramış, hapsedilmiş,
hesap vermiş nice aşk eri var.
Çok
feci iki ölüm biliriz: Biri Hallac-ı Mansur, diğeri Seyyid Nesimi… Mansur’un
kıssası herkesçe malumdur. Öldürüldükten sonra yakılıp külünün göğe savrulması
bir fecaattir. Seyyid Nesimi de Halep’te iken derisi yüzülmek suretiyle idam
edilmiştir. Yani bu yol gerçekten kan dolu bir yoldur. Seyyid Nesimi’yi
muhakeme edip onun idamına karar veren Malikî kadısının verdiği bir fetva
vardır. Bu kadı, Nesimi’nin derisinin yüzülmesine fetva veriyor ve ardından
diyor ki, “Bu zat öyle murdar biridir ki, derisi yüzülürken kanı herhangi
birinin bir yerine isabet ederse orayı kesmek lazım gelir”. Hikmet-i İlahî,
Nesimi’nin derisi yüzülürken bir parça kan, kadının işaret parmağına sıçrıyor.
Bunun üzerine kadıya verdiği fetvayı hatırlatıyorlar. Fetva uyarınca o parmağın
kesilmesi lazım. Aynı kadı bunun üzerine, “Yıkayınca geçer” deyip parmağını
kestirmeye yanaşmıyor. Bunun üzerine Seyyid Nesimi’nin şu beyti söylediği
rivayet olunur: “Zâhidin yek parmağın
kessen, döner Hakk’tan kaçar!/ Âşık-ı sâdıkı gör, serpâ soyarlar ağlamaz!” (Hakk
uğruna zahit bir parmağını verecek olsa, parmağı vermektense Hakk’tan kaçmayı
tercih eder. Ama gerçek âşığı gör ki, tepeden tırnağa soyarlar da sesi çıkmaz!)
Bu
pürhûn olan yol geçmişte nasıl tehlikelerle dolu ise, gelecekte de öyle
olacaktır. Bu yolun özelliği budur. Bu yolu haber veren ney suretindeki mürşit
diyor ki, “Böyle tehlikeli bir yol, herkesin gideceği yol değildir. Ben daha
baştan nasıl bir yola gidileceğini haber veriyorum. Burası çetindir, kanlıdır,
tehlike ve tuzaklarla doludur!”.
Ney,
baştan beri bir üst insanı anlatıyor. Bu insan, ateşlere yanan, benliğinden
geçen ve kanı dökülen bir insandır. Aynı zamanda ney, bu çetin yolla ilgili bir
şey daha anlatıyor ki, o da Mecnun’un aşk öyküleridir. Buradaki “Mecnun”
sözcüğünden öncelikle Arap kabilelerinin birinde Kays adıyla meşhur olan aşk
kahramanını anlıyoruz. Kays, Leyla’ya âşık olan ve aşkı efsaneye dönüşen bir
Arap gencidir ki aşktan dolayı adı “Mecnun”a, yani “cinlere karışmışa”
çıkacaktır. Mecnun, bu haliyle âşıkların âlem ve sembolü olmuştur.
Mecnun’un
kelime anlamı “deli”dir. Ancak herkes Mecnun’u deliliğiyle değil, Leyla’ya olan
aşkıyla hatırlar. Niye “Mecnun” dendiğine gelince…
Kays,
gerçekten cinneti arayan bir adam. Meşhur öyküye göre, babası bunda birtakım
aşk alametleri görünce tedavi olsun diye Kâbe’ye götürür. Dua etsin de bu aşk
illetinden kurtulsun diyedir bu. Fakat Mecnun Kâbe’de, “Ya Rabbi, aşkımı arttır!”
diye dua eder. Kavmine dönünce bakarlar ki Mecnun’daki aşk azalacağına artmış.
Çölde baba, oğlunun bu halini görünce onu tedavi ettirmek fikrinden vazgeçer ve
Mecnun, babasının rızasıyla kendini çöle vurur.
Fuzulî’nin
“Leylâ vü Mecnûn”undan bir sahne hatırlıyorum: Mecnun bir dağ kenarına gelir, bakar
ki dağdan çağıl çağıl sular akıyor. Eteğinde de kıpkızıl laleler açmış. Orada
Mecnun’un âleme nasıl bir haletle baktığını göstermesi açısından ilginç bir şey
söyler: “Ey dağ, iki gözün iki çeşme niye ağlıyorsun? Niye sineni yırtıp kanlar
içerisinde bıraktın? Yoksa sen de mi benim gibi âşıksın?”
Burada dağın çağıl çağıl akan sularını gözyaşı, eteğindeki kızıl laleleri de kanlı sine olarak mütalaa ediyor. Bu da âleme nasıl bir aykırı idrak ile baktığının göstergesidir. Bu manzara bize şu fikri veriyor: Mecnun gibi âşıklar âleme baktıklarında ayrı bir dil, ayrı bir anlatım görüyorlar. Sanki nesneler dile gelip onlara ayrı bir şey anlatıyorlar. Anlattıkları bu başkalıklar bizlere kapalı, onlara ayandır. Dolayısıyla Mecnun ile dağ, Mecnun ile ova aynı dili konuşuyorlar. Bu, şu anlama gelir: Aşk, insanların diğer canlılarla ve nesnelerle aynı dili konuştuğu bir sürecin adıdır.
Değişimin
muazzam hızı: Her an öldürür, her an diriltir
İbn
Arabî der ki, “İnsan bu yola girince önce hayvanî derekeye iner”. İbn Arabî “hayvanî
dereke” kavramını “nefsini öldürmüş, irade ve kelamı yitirmiş ve akılla ilgili
kayıtlardan kurtulmuş” anlamında kullanır. Bizi perdeleyen beş hassadan
kurtulmuş bir varlıktan bahsediyor. Bu hassaları tanzim eden “akıl”dır. Bu
merhaledeki insan, aklın kayıtlarından kurtulmuştur. Bu yüzden safi iç duyu
haline gelmiştir. Bu yolda kişi önce dibe vurur, ardından yükselir. İbn Arabî
bu durumu, Hazreti İdris ve Hazreti İlyas sembolleriyle verir ve bunların aynı
zat olduğunu söyler. Ona göre İlyas, İdris suretinde gelmiştir. İlyas Lübnan dağında
yakarırken dağ yarılmış ve içinden ateşten bir at çıkmıştır. İlyas bu ata
binmiş ve attan indikten sonra onda nefse ait en ufak bir iz kalmamıştır. O ateş,
İlyas’ta nefs namına ne varsa imha etmiştir. Sonuç olarak der ki, “Kişi bu
yoldayken Lübnan dağından çıkan ateşten at gibi bir binite biner ve nefsini yok
eder”.
Bu
ata aynı zamanda aklı da bindirmek gerekmektedir. Dolayısıyla akıl kaydından
kurtulduğumuz zaman safi iç duyular haline geliriz. O zaman kişide şöyle bir
durum oluşur: Hakk yolcusu, bu makamın sonucu olarak bir sürü tecelliye şahit
olur, fakat ağzını açıp tek kelam edemez, dilsize döner. Ama bazıları bu
makamın farkında olmayıp her şeyi konuşmaya başlarlar. Bu önlenemez gevezelik,
onlarda kemalin eksik kalacağının bir belirtisidir. Zaten dervişlerin bir kısmı
çileye girdiklerinde onlara ilk gelen hâl, “hayret makamı”dır. Hayret
makamındaki görüntüler, bizim gördüklerimizin aksinedir. Güleni ağlar görmek,
ağlayanı güler görmek gibi… Yani burada doğru bildiğimiz ne varsa orada
eğridir. O yüzden bazıları hayret makamındaki müşahedelerini şathiye diliyle
anlatırlar. Yani irrasyonel ve/veya absürt bir âlem gibi anlatırlar.
Yunus
Emre’nin meşhur şathiyesi şöyle başlar: “Çıktım
erik dalına, anda yedim üzümü./ Bostan ıssı kakıyıp der, ‘Ne yersin kozumu?’.”
Yunus
diyor ki, “Erik yemek için erik ağacına çıktım”. Birinci görüntü budur ama
sabit değildir, sahne rüyadaki gibi hemen değişir. Demek ki hayret
makamındayken görüntüler anbean değişiyor. Erik ağacı diye çıkıyor, bakıyor ki
yediği şey üzüm. Üzümü tadarken bahçe sahibi geliyor ve diyor ki, “Be adam,
cevizimi niye yiyorsun?”. Demek ki tecelliler anbean değişir. Bu değişimin hızı
dervişin söze aktarma hızından fazla olduğu için, derviş gördüğünü söyleyecek
fakat cümle tamamlanmadan görüntü değişeceği için ortaya gülünç bir tablo
çıkacaktır. Derviş o makamda gördüklerini hakikat zannedip konuşmaya başlarsa,
erik dediği muhtemelen üzümdür, üzüm zannettiği de ceviz.
Kişi
o makamdayken kelime ya da nesnelerin Allah indindeki gerçek karşılıklarını
görür. Biz şu nesneler âleminde hiçbir şeyi gerçek karşılığı ile görmeyiz, hepsi
perdelidir. Zaten nesnenin kendisi de perdedir ve bir sırrı örtmektedir. Bu
örtüyü kelamla açacağımızı zannederiz; adı üstünde, bu bir zandır ve
yanıltıcıdır. Çünkü kelamın kendisi de mânâyı örten bir perdedir. Her ne kadar
kelam vasıtasıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorsak da bu gayret, mânânın
üstünü örtmekten başka bir şeye yaramaz. Bu zatlar hep bu hakikate vurgu
yaparlar. Mevlâna der ki, “Büyücüler ve Musa Peygamber zannediyorlardı ki,
Musa’nın attığı şey bir asadır. Ama o asa, Hakk katında ejderhaydı”.
Aynen
onun gibi, Yunus Emre’nin erik zannettiği şey, Hakk katında cevizdir; “bostan
ıssı” dediği de mürşit… Mürşit onu uyarıyor, “Yanılıyorsun!” diyor. Bu yolda
mesafe almak için bir kâmil insanın kılavuzluğuna ihtiyaç vardır çünkü. Bu
makamdayken en erdemli tavır susmak imiş. İbn Arabî der ki, “Benim bir müridim
vardı, çilehaneye girdi. Hayret makamına girince sürekli konuştu. Anladık ki bu
mürit, kâmil bir insan olmaya ehil değildir”. Çünkü terazisi, yüklenen yükü
kaldıramıyor. Demek ki gönül terazisi, yüklenen mânâyı kaldıracak nitelikte
olacak, mukavim olacak. Peki, bu yolda söyleme işi ne zaman başlıyor?
Aslında söyleme, dipteyken değil, en üst makama gelindiğinde oluyor. Yani insan-ı kâmil mertebesine gelindiğinde, ney olunduğunda başlıyor. Eğer mürşit merhaleleri geçip ney haline geldi ise, söylemek onun doğrudan doğruya vazifesidir. O anda ona söyleme izni gelir. Demek ki derviş ya da salik, hayret makamındayken kendisine söyleme izni geldiği zannına kapılarak konuşmaya başlar. Ağaca çıkmıştır ama meyve henüz hamdır. Ağacı silkeliyor ama düşen meyve, tat alma duyusunda olgun meyvenin tadını vermiyor. Ekşidir ve israf olmuştur.
Her
şey Allah’ın “izni” ile
Tekrar
Mecnun’a gelelim… Mecnun, doğrudan doğruya velînin kendisidir de aynı zamanda.
Bunlar kendilerini zaman zaman Mecnun perdesine gizlerler. “Mecnun” diye
anlattıkları kendileridir ama Mecnun’un ağzından konuşurlar. Mevlâna, “Aslında
bu kıssaları başkalarının dilinden anlatmak daha iyidir” der. Zira “Ben
söylüyorum” derseniz, karşınızda bir cephe oluşur.
Mesnevî’nin
baş taraflarında Mevlana ile Hüsameddin Çelebi arasında geçen ilgi çekici bir
diyalog vardır. Hüsameddin Çelebi, Mevlâna’nın yazıcısıdır. Boynunda asılı bir
tabla var. Mevlâna anlattıklarını ayakta, yürüyerek anlatırmış. Haliyle kâtip
de onunla birlikte yürür, elinde kâlem, Şeyh’in ağzından dökülenleri yazarmış.
Şems’in adının geçtiği bir yerde heyecanlanır, Hazretin eteğini çeker, Mevlâna
latife olsun diye “Can, Yusuf’un gömleğinden bir koku aldı, şu anda eteğimi
çekiyor” der. “Can” dediği, Çelebi Hüsameddin. Çelebi Hüsameddin de, “Ey Pir,
madem onun adı geçti, ona ait sırlardan bir sır söylemek gerekir!” der.
İstemektedir ki, Mevlâna’nın Şems ile olan macerasından bir sır öğrensin. Bunun
üzerine Mevlâna, “Şu an onun adı geçtiği için zihnim ve gönlüm çok dağınık, çok
müteessirim. Dolayısıyla bir şey anlatacak durumda değilim” diye cevap verir.
Çelebi
Hüsameddin, “Sen sufi değil misin? Gizli değil, açık anlatman gerekir” diye
üsteler. Yani bir tahrik var. İstiyor ki, onunla ilgili bir şeyler anlatsın.
Mevlâna gizli anlatıyor malum; o, “Bu tür şeyleri başkalarının ağzından
anlatmak daha iyidir” ilkesini düstur edinmiş. Demek ki Mevlâna’da bu şekilde anlatım
bir ilkedir. Mecnun’u, neyi, tamburu konuşturuyor ama asıl konuşan kendisi.
Dolayısıyla evliyanın bir kısmının “Falanca zat der ki…” diye başlayan
cümlelerinde anlattıkları şey, kendi dedikleridir. Ya da şöyle bir anlayış
vardır: Hakikat tektir, onu Bayezid-i Bistami diye anlatsan ne olur, Hallac-ı
Mansur diye anlatsan ne? Bu tercih, aynı zamanda nefsîliği de gideren bir
şeydir. Mevlâna diye anlatmasa da Bişr-i Hafî diye anlatsa hakikate ne zarar
gelir?
Mevlâna,
Mesnevî’de ihtiyat diliyle konuşur. Ama mesela Divan-ı Kebir’de yer yer bir
pervasızlık hâkimdir. Zira Divan-ı Kebir, Şems hasretiyle aşk sürecinde
yazılmıştır, Mesnevî ise temkin halinde. Artık burada bir neydir. Divan’da ise
henüz bir saliktir. Yolu tamamlamamıştır. Bu yüzden orada belki açık, yana
yakıla söylüyor ama söyledikleri buradaki kadar derin değil.
Mecnun’un
bildiğimiz bir aşk kıssası vardır ama burada, “Aşk kıssaları söyler” diyor.
Demek ki Mecnun bir aşk yaşadı, cümle âlemin diline pelesenk oldu. Hâlbuki
Mecnun hükmünde olan velî ne aşklar yaşıyormuş ama söyleme izni olmadığı için
bu kendisinde kalıyor. O yüzden anlatmadığı nice aşk kıssaları o Hazretle
beraber gitmiştir. Ancak oradan getirdiği işaret, ses, feryat ve remizlerden
yola çıkarak onun yaşadıklarını anlamaya çalışıyoruz.
Bunun
kan dolu bir yol olduğunu söylüyor. Bunun içerisinde bu kan dolu yoldan
kıssalar vardır ama bunu anlatmıyor. Cenab-ı Hakk’ın velîleri imtihan etme
biçimlerinden bir tanesi de, onlara hiçbir zaman düzgün bir hayat sunmamasıdır.
Tabiri caizse hepsini dünya yaşantısında bedbaht eyler. En azından bizim
gözümüzde böyledir. Hiçbirinin hayatı doğrusal değildir. Sıkıntılıdır,
meşakkatlidir, çilelidir, hatta zehir gibidir. Ama sureta böyledir.
Mevlâna’nın
hayatını biliyoruz. Mesut ve müreffeh giden hayatı, Şems ile karşılaştıktan
sonra bambaşka bir hayat tarzına dönüşür. Bilginliğin, kadılığın, medrese
hocalığının görkemli cübbesini çıkarır, İbrahim Ethem’in çoban abası giymesi
gibi gösterişsiz bir derviş hırkası giyer. O zamana değin düzenli bir hayat
sürerken, doğrudan doğruya bir fukaraya dönüşür. İnsanın belli bir hayat düzeni
tutturduktan sonra ondan feragat edip onun zıddına gitmesi, kolay katlanılır
bir şey değildir.
Mecnun
kelimesi “cin” kökünden türeme bir kelimedir. Cinin lügat anlamı “perde”dir.
Bizim cin dediğimiz mahlûk, bizim gözümüze perdeli olan bir mahlûktur. Demek ki
bazı şeylerin tarafımızdan görülmemesi daha iyiymiş ki Cenab-ı Hakk böyle bir
perde koymuş. Cinden türeyen “cinnet” sözcüğü, “aklın perdelenmesi” anlamına
gelir. Yine aynı kökten gelen “cennet” kelimesi de “bahçe” demektir. Ama demek
ki o da örtülü bir bahçedir. Mecnun da “aklı örtülü olan kişi” demektir. Bir
velî, kendisini niye Mecnun diye nitelemiş peki? Velînin mahreme sırdaş
olabilmesi için Mecnun olması gerekir de onun için!
Halk
arasında bir söz vardır “Deli ile velî arasında incecik bir perde vardır ya da
yoktur” diye, demek ki perdeli olan perdeli olanla temasa geçer, zahir olan da zahir
olanla. Bu yol nedir? Zahir olanın batın olanla temasa geçtiği yoldur. Bunun en
kolay yolu da aklı devre dışı bırakmak olmalıdır. Burada bir şey çıkıyor
ortaya. Akıl, mânâyla temas kurmayı engellediği için, kişi, bilinçli olarak
aklını perdeleme yolunu seçecektir. Akıl perdelenmezse perdenin gerisindeki
akıl gelmez. Şöyle düşünelim: Evin salonunu bir perdeyle ikiye ayırdığımızı
varsayalım. Perdenin bir tarafında meşgulken, öbür tarafında ne olup bittiğini
bilemeyiz; ta ki perde kalksın da öbür tarafla bir temas edelim…
Bu
mânâda Mevlâna’nın Mesnevî’de çok güzel bir sembolik öyküsü vardır. Bir gün Rum
(Anadolu) sanatçıları ile Çin sanatçıları karşı karşıya gelirler. Çinliler
derler ki, “Biz resmin mucidi olan bir ülkeden geliyoruz. Anadolu’da resim
yapanlar varsa buyursunlar, bizimle müsabakaya girsinler!”. Bunun üzerine
müsabakaya karar verilir. Usul şöyledir: İki grup aynı salonda çalışacak ama
salonun ortasına bir perde gerilecek. Sanatçılar birbirlerinin ne
çalıştıklarını görmeyecekler. Müsabaka başlar, Çinli ressamlar yanlarında
getirdikleri boyalar ve özel aletlerle çalıştıkları duvarı mükemmel desen ve
resimlerle donatırlar. Anadolulu sanatçılar ise hiçbir şey çizmeden ha bire duvarı
cilalarlar. Müsabaka süresi biter ve resimleri değerlendirme günü gelir.
Perdenin kaldırılmasını söylerler. Perde kaldırılınca Çinlilerin çizdikleri
muhteşem resimler, karşı duvara onların resimlerinden çok daha göz alıcı bir
biçimde pırıl pırıl yansır.
Mevlâna
buradan hareketle der ki, “Gönül, anlamlar âleminin yansıması için Anadolu
ressamlarının yaptıkları gibi daima cilalanmalıdır”. Kalbin cilası nedir?
Elbette zikir, ibadet, fikir ve Hakk’a yolculuk; yani bir hususi yol lazımdır
ki, kalp daima cilalı olsun. Şairler bu yüzden kalbi, İskender’in aynasına
yahut da Cemşid’in kadehine benzetirler. Bunlar aslında mitolojik unsurlardır.
İskender’in öyle bir aynası varmış ki, nerede bir görüntü varsa ona aksedermiş.
Cemşid’in kadehinde de efsaneye göre bütün âlem görünürmüş. Mutasavvıflar ve
divan şairleri bu mitolojik unsurları kullanırken şöyle derler: “Biz âşığız ve
yâr peşindeyiz. Çünkü daima onu görmek isteriz. Onu görmenin yolu ise kalp
aynasını sürekli cilalamaktır.”
Bunun
için uzağa gitmeye gerek yok. Kalp cilalanıyor ve oraya bakıldığında sevgili
görünüyor. Burada şu hususa dikkat etmek gerekir: Mevlâna ve İbn Arabî gibi
zatlar, olağanüstü zeki zatlardır. Deha sahibi oldukları için onların
kastettiği “aklı devre dışı bırakmak” söyleminin ne anlama geldiğini iyi
düşünmek icap eder. Burada söz konusu edilen delilikten bir kasıt da şudur: Bu
zatlar, bizlere göre çok üstün olan akıllarını yavaş yavaş, tedricen bu âleme
kapatıyorlar; ta ki öbür âlemi süzsünler. Bu âleme ilişkin bir akıl, insanı en
fazla allame yapar, bilgin yapar, filozof yapar. Onlar o üstün aklı tedricen
kapatarak, yani bir Mecnun’a dönüşerek öbür âleme yöneltirler. Bu aklın öbür
âlemi kavramaya kalkışması delilikten başka bir şey değildir. Ancak böyle tarif
edilebilir. Bu zatlar her halükârda şu gerçeği vurguluyorlar: “Buradaki akıl
orada işe yaramaz. Akıl görüyor, müşahede ediyor, tasnif ediyor, sıralıyor,
ölçüyor ve öyle hüküm veriyorsa, oradaki gerçeklikle başa çıkamaz!” Çünkü orada
hiçbir şey durağan değil. Bizim aklımızsa durağan olanı kavrar ve hüküm verir.
Üst
âlemdeki gerçekliğin bir kaledeyskop ekranı gibi anbean değiştiğini ve bu
değişimin şimşek hızıyla olduğunu varsayalım, bu durumda akıl hiçbir şeyi
kavrayamayacaktır. Mutasavvıfların halk-ı cedîd, yani “her an yeniden yaratılma”
meselesine getirdikleri yorumlar, aslında bu tarafın aklıyla olacak işler
değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk, “Kün!” (Ol!) demiş ve akabinde de olmuştur. Âlem,
o “Ol!” emrinden beri her an genişliyor.
Dolayısıyla
bu zatlar, hakikati böyle bir sürat atına binerek izliyorlar. Onun için de
elbette akıl değil, akılsızlık dedikleri bir cihaz lazımdır. Bu delilik, bizim
anladığımız mânâdaki delilik değildir. Aklın o tarafa yöneldiğinde yaşadığı
şaşkınlığın adıdır. Öbür taraf bir obruk gibidir ve bizim aklımızı çeker. Ama
bu durum, herkes için geçerli olan bir durum değildir. Herkes bu ayrıcalığa
malik değildir. Demek ki bu yolda kademe kademe gelen delilik, bir ayrıcalıktır;
ta ki o mânâ ile temas edilebilsin.