Kirpi Nine

Çâresiz kalınca insan nelere derman diye sarılıyor, dünya maalesef bunun saçma örnekleriyle dolu. Duyduğu her habere, “Belki bir umut!” diye inanıp “Acaba?” demeden, sorup soruşturmadan, durup düşünmeden icra etmeye çalışıyor insan. Köy sakinlerinden Cura Battal da yaklaşık altı ay önce oğluna kanser teşhisi konulduğundan beri “çâre” diye duyduğu her söylentiye inanıyordu…

YOK, öyle türkülere konu olacak, romanlarda anlatılacak bir gidiş değildi; tam aksine, oldukça sıradan bir ölümdü Rüstem dedeninki. Gidişini hiçbir şekilde önemsemediğimiz, her gün terk-i dünya eden yüzlerce, binlerce insandan biri olarak okundu salâsı ve köyün hemen üst tarafındaki mezarlıkta, topraktaki börtü böceğe emanet ettiler bedenini.

Öldüğünde seksenine merdiven dayamıştı ya, basamakları tamamlamaya ömrü yetmedi. İmkânsızlıktan mı, yoksa başka başka nedenlerden dolayı mı bilinmez, yurdun değişik yerlerinde yaşayan yedi çocuğundan sadece üçü gelmişti annelerini teselli için.

Neredeyse beş yıl olacak, Rüstem dedenin içine doğmuş gibi, özellikle son zamanlarında durup durup “Ben gidersem sen ne eden ki?” dediği can yoldaşı o günden beri yalnız…

Dürdane nine uzun zamandır Anadolu’nun ortasında, meşe ağaçlarıyla kaplı bir dağa sırtını dayamış, geleni gideni olmayan o küçücük köyde yalnızlığı kader edinmiş, etrafını kediyle köpekle kalabalıklaştırmaya çalışıyor. Eşiyle, o ölene kadar neredeyse hiç ayrılmadılar. Dile kolay, tam elli üç yıl aynı yastığa baş koydular. Öyle ki, ölümlerinin bile aynı gün olacağına inanıyordu yaşlı kadın. Hattâ o günden sonra yıllarca Azrail geldiğinde kilitli bulmasın diye kapısının zerzesini takmadı. Can yoldaşı rûhunu teslim ettiğinde, ertesi günü kendisinin de öleceğinden emin olduğu için ağlamadı bile. O gün kendisini teselli etmeye çalışanlara gülümseyince şoka girdiğini düşündüler. Yüzüne tuhaf tuhaf bakan çocuklarından hemen dönmemelerini, kendi cenazesine de kalmalarını istedi. Çocukları annelerinin bu isteğini, doğal olarak geçirdiği şoka ve yalnız kalma korkusuna bağladılar. Gelgelelim, geçen onca yıla rağmen ölemeyince Azrail’in geleceğinden umudunu kesen Dürdane nine, yaşamı kabullenip kapısını kilitlemeye başladı.

Çocuklarından birkaçının yarım ağız da olsa kendilerinde kalma teklifini eşini yalnız bırakamayacağı gerekçesiyle reddeden Dürdane nine, şimdilerde karıncadan güvercine, yılandan kaplumbağaya, uçan, yürüyen, sürünen ne gelmişse bahçesine yemlemeye, onlara can olmaya çalışıyor.

Her akşam olduğu gibi o akşam da bahçenin bir köşesine kim önce gelirse, kim yerse onun nasibi olacak yiyecekler bırakmak üzereydi ki az ileride bir çıtırtı duydu. Daha önce gelen kedilerden biri sandı önce karanlıkta. Çağırdı, bekledi biraz, gelen olmadı. İyice küçülmüş gözleriyle karanlığı taramaya, çıtırtının sebebini anlamaya çalıştı ama nafile. Elindekileri yerdeki kaplara bıraktı, hayvanlara şifâ olsun diye her zaman yaptığı gibi yemlerin üzerine okuyup üfledikten sonra döndü evine…

***

Dürdane ninenin kulaklarının bu kadar hassas olduğunu tahmin etmezdim. Evet, o çıtırtıları çıkartan bendim. Bir iki gün uzaktan izledim onu. Her akşam belli bir saatte, elinde birkaç kap yiyecekle dışarı çıkıyor, kapıyı aydınlatmaya çalışan lâmbanın cılız ışığı altında bahçenin dış kapıyla kesişen köşesine elindekileri bırakıp geri dönüyordu. İzlerken burnuma gelen nefis kokulara rağmen gidip bakmaya korktum, yakalanma endişesi ile yanaşamadım yiyeceklere. İçgüdülerim dikkatli olmam gerektiği konusunda beni uyarıyordu. Hem oraya bırakılanların damak tadıma uygun olup olmadıklarını da bilmiyordum.

İki gece, çok istememe rağmen gidemedim, gözlem yapmakla yetindim. Üçüncü gün, Dürdane nine yine elinde yiyeceklerle çıktı kapıdan. Bahçe kapısının az ilerisinde durmuş, onu seyrediyordum. Her akşam olduğu gibi bu akşam da yiyecekleri getirip benim az ötemdeki köşeye bırakıp döndü. Kediler ya birkaç saat sonra geliyor ya da hiç gelmiyorlardı. Bu defa sevinçle koşmaya başladım yiyeceklere doğru; tam birkaç adım kalmıştı ki yaşlı kadın âniden geri dönmesin mi? Anlaşılan heyecandan, koşarken ninemizin kulaklarının hassas olduğunu unutup yine gürültü yapmıştım. Çıtırtıları yaşlı kadın da duymuş olmalıydı ki önce durdu, etrafı dinledi. Sonra yavaş yavaş sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı. Gittikçe bana yaklaşıyordu.

Kaçacak zaman yoktu. Kaçarsam fark edilirdim mutlaka. Kafamı iyice içime çekip dikenli top hâline geldim. Karanlıkta beni fark etmemesi için duâ ediyordum. Korkudan ödüm patlamak üzereydi, kalbim küt küt atıyordu. “Keşke bu kadar acele etmeseydim” diye düşündüm ama artık iş işten geçmişti. Fark edilirsem, Dürdane ninenin merhametine ya da dikenlerimin koruyuculuğuna güvenmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Tepemde dikildiğini, nefes alışverişinden biliyordum. Belki de sopa arıyordur bu karanlıkta bana vurmak için. Düşündüm, birkaç sopa darbesiyle ölmezdim; zaten yaşlıydı kadın, ne kadar güçlü vurabilir ki?

Ben ölüm ya da kovalanma korkusuyla saklandığım dikenlerimin altında kendimi teselli etmeye çalışırken, düşündüklerimin hiçbiri olmadı. Dürdane nine beni öylece, tortop olmuş şekilde görünce yanıma çömeldi yarı karanlıkta. Sadece yiyecek arayan bir kirpi olduğumu anlayınca eliyle dikenlerime dokunmaya çalıştı. Ben gayr-i ihtiyârî irkildim; tepki verince o da irkildi, sanırım korktu biraz. Ayağa kalkıp geri geri gitti. Benden uzaklaştı ama içeri kaçmadı. Sanırım benim ne yapacağımı merak ediyordu.

Birkaç saniye sonra avucunun içiyle tekrar dokunmaya çalıştı dikenlerime. O an dikenlerimin sert ve sivri oluşuna üzüldüm. Korkum ve heyecanım yatışmıştı. Dürdane ninenin bana zarar vermeyeceğini anlayınca minik kafamı, sivri burnumu sakladığım yerden çıkarıp birkaç adım ötemdeki enfes kokulara doğru yürümeye başladım. Pişmiş yumurta ve tavuk etlerinin tadı muhteşemdi. Karnımı (her ihtimâle karşı hızlıca) bir güzel doyurduktan sonra yiyeceklerin üzerinde yuvarlanmaya başladım. Evet, (söylemeyi unuttum) tahmin ettiğiniz gibi benim dört tane yavrum var ve yediklerimden onlara da götürmeliydim. Gidip onları çağırmam uzun sürebilir, o zaman zarfında da kediler gelip bu yiyecekleri silip süpürebilirlerdi.

Heyecanla başlayıp korkuyla devam eden ama mutlu sonla biten o akşamın ertesi, aynı saatte, bu defa yavrularımı da alıp geldim. Bu defa bahçe kapısının karşısında değil, kapının tam dibinde beklemeye başladık. Çocuklarımı korkmamaları yönünde öğütlemiştim. Biraz sonra kapının lâmbası yanınca sevinç çığlığı attık hep beraber. Dürdane nineyle birbirimize doğru yürüyüp bahçenin köşesinde buluştuk. Yiyecekleri önümüze koyduğunda, o da bizim bu kadar çabuk alıştığımıza şaşırmış gibiydi. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gülümsüyordu. Elini uzattı bana doğru, parmaklarıyla dokundu yüzüme. Hayatımda hiç bu kadar sıcak, yumuşak, duygusu olan bir nesneyle buluştuğumu hatırlamıyorum.

Birbirimize ihtiyacımız olduğunu söylemek ister gibiydi. İnsanlardan korkmaya programlanmış varlıklar olarak ona nasıl yardımcı olabiliriz, doğrusu hiç bilmiyordum. Ben gözlerimle ninemizin gülümseyen yüzünü taramaya çalışırken, çocuklarım çoktan dalmışlardı yiyeceklere. Menü dünküne benziyordu ama sanırım yeşillik de vardı bu defa.

Biz her akşam ninemizin bize hazırladığı yemeği afiyetle yiyerek hayatımızı devam ettirmeye başlamıştık. Bahçenin üst yanında yabanî böğürtlen çalılarının arasında kendimize yeni bir yuva yapmıştık. Geceleri hem daha iyi gördüğümüz, hem de tehlikeli olduğu için gündüzleri pek dışarı çıkmıyor, vaktimizi yuvamızda uyuyarak geçiriyorduk. Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama Dürdane nineye komşuları “Kirpi Nine” diye seslenecek kadar uzun sürmüş olmalı.

Mutluyduk. Çünkü artık biz değil, ninemiz bizim yolumuzu gözler olmuştu. Son zamanlarda onu hep elinde kaplarla, kapıyı aydınlatmaya çalışan lâmbanın ölgün ışığı altında bizi bekler buluyorduk. Tâ ki o kasketli iri yarı adam ortaya çıkana kadar…

Bir akşam, tam biz yemek saatindeyken gelip yaşlı kadına seslendi. Bizim için yiyecek getirdiğini söylüyordu. Ninemiz köydeki diğer insanlara da bizi beslediğini ve evlerindeki yemek artıklarını kendisine getirmelerini söylemiş olmalıydı. Sevinmiştik. Artık daha çok yiyeceğimiz olacağını düşünüyorduk. Öyle de oldu ama bu durum uzun sürmedi.

Birkaç gün sonra karnımızı keyifle doyurmaya çalışırken, o iri yarı adam dikildi birden tepemizde. Karanlıkta bize doğru eğildi; ben kötü bir şeyler olacağını hissettim. Saklanmaya, kaçmaya fırsatımız olmamıştı. Sırtımızdaki dikenler de bizi korumaya yetmedi. O gece maalesef bir eksik döndük yuvamıza. Hepimizin morali bozulmuş, hayatımız altüst olmuştu. Mutluluk serüvenimiz buraya kadardı. Hissediyordum, ertesi akşam gitsek yine bir kişi eksilerek dönecektik; o yüzden yuvamızın yerini değiştirip bir daha yemek için oraya gitmeme kararı aldık.  

***

Çâresiz kalınca insan nelere derman diye sarılıyor, dünya maalesef bunun saçma örnekleriyle dolu. Duyduğu her habere, “Belki bir umut!” diye inanıp “Acaba?” demeden, sorup soruşturmadan, durup düşünmeden icra etmeye çalışıyor insan. Köy sakinlerinden Cura Battal da yaklaşık altı ay önce oğluna kanser teşhisi konulduğundan beri “çâre” diye duyduğu her söylentiye inanıyordu…

Kirpi Nine her akşam, elinde yiyeceklerle kapının ölgün ışığı altında kolları, bacakları biraz daha incelmiş, beli biraz daha bükülmüş, adını aldığı kirpileri boşuna bekleyecekti…