YOK, öyle türkülere konu olacak, romanlarda anlatılacak bir gidiş
değildi; tam aksine, oldukça sıradan bir ölümdü Rüstem dedeninki. Gidişini hiçbir
şekilde önemsemediğimiz, her gün terk-i dünya eden yüzlerce, binlerce insandan
biri olarak okundu salâsı ve köyün hemen üst tarafındaki mezarlıkta, topraktaki
börtü böceğe emanet ettiler bedenini.
Öldüğünde seksenine merdiven dayamıştı ya, basamakları
tamamlamaya ömrü yetmedi. İmkânsızlıktan mı, yoksa başka başka nedenlerden
dolayı mı bilinmez, yurdun değişik yerlerinde yaşayan yedi çocuğundan sadece
üçü gelmişti annelerini teselli için.
Neredeyse beş yıl olacak, Rüstem dedenin içine doğmuş
gibi, özellikle son zamanlarında durup durup “Ben gidersem sen ne eden ki?”
dediği can yoldaşı o günden beri yalnız…
Dürdane nine uzun zamandır Anadolu’nun ortasında, meşe
ağaçlarıyla kaplı bir dağa sırtını dayamış, geleni gideni olmayan o küçücük
köyde yalnızlığı kader edinmiş, etrafını kediyle köpekle kalabalıklaştırmaya
çalışıyor. Eşiyle, o ölene kadar neredeyse hiç ayrılmadılar. Dile kolay, tam
elli üç yıl aynı yastığa baş koydular. Öyle ki, ölümlerinin bile aynı gün
olacağına inanıyordu yaşlı kadın. Hattâ o günden sonra yıllarca Azrail
geldiğinde kilitli bulmasın diye kapısının zerzesini takmadı. Can yoldaşı rûhunu
teslim ettiğinde, ertesi günü kendisinin de öleceğinden emin olduğu için ağlamadı
bile. O gün kendisini teselli etmeye çalışanlara gülümseyince şoka girdiğini
düşündüler. Yüzüne tuhaf tuhaf bakan çocuklarından hemen dönmemelerini, kendi
cenazesine de kalmalarını istedi. Çocukları annelerinin bu isteğini, doğal
olarak geçirdiği şoka ve yalnız kalma korkusuna bağladılar. Gelgelelim, geçen
onca yıla rağmen ölemeyince Azrail’in geleceğinden umudunu kesen Dürdane nine,
yaşamı kabullenip kapısını kilitlemeye başladı.
Çocuklarından birkaçının yarım ağız da olsa kendilerinde
kalma teklifini eşini yalnız bırakamayacağı gerekçesiyle reddeden Dürdane nine,
şimdilerde karıncadan güvercine, yılandan kaplumbağaya, uçan, yürüyen, sürünen
ne gelmişse bahçesine yemlemeye, onlara can olmaya çalışıyor.
Her akşam olduğu gibi o akşam da bahçenin bir köşesine
kim önce gelirse, kim yerse onun nasibi olacak yiyecekler bırakmak üzereydi ki az
ileride bir çıtırtı duydu. Daha önce gelen kedilerden biri sandı önce
karanlıkta. Çağırdı, bekledi biraz, gelen olmadı. İyice küçülmüş gözleriyle
karanlığı taramaya, çıtırtının sebebini anlamaya çalıştı ama nafile. Elindekileri
yerdeki kaplara bıraktı, hayvanlara şifâ olsun diye her zaman yaptığı gibi yemlerin
üzerine okuyup üfledikten sonra döndü evine…
***
Dürdane ninenin kulaklarının bu kadar hassas olduğunu
tahmin etmezdim. Evet, o çıtırtıları çıkartan bendim. Bir iki gün uzaktan
izledim onu. Her akşam belli bir saatte, elinde birkaç kap yiyecekle dışarı
çıkıyor, kapıyı aydınlatmaya çalışan lâmbanın cılız ışığı altında bahçenin dış
kapıyla kesişen köşesine elindekileri bırakıp geri dönüyordu. İzlerken burnuma
gelen nefis kokulara rağmen gidip bakmaya korktum, yakalanma endişesi ile
yanaşamadım yiyeceklere. İçgüdülerim dikkatli olmam gerektiği konusunda beni
uyarıyordu. Hem oraya bırakılanların damak tadıma uygun olup olmadıklarını da
bilmiyordum.
İki gece, çok istememe rağmen gidemedim, gözlem yapmakla
yetindim. Üçüncü gün, Dürdane nine yine elinde yiyeceklerle çıktı kapıdan.
Bahçe kapısının az ilerisinde durmuş, onu seyrediyordum. Her akşam olduğu gibi
bu akşam da yiyecekleri getirip benim az ötemdeki köşeye bırakıp döndü. Kediler
ya birkaç saat sonra geliyor ya da hiç gelmiyorlardı. Bu defa sevinçle koşmaya
başladım yiyeceklere doğru; tam birkaç adım kalmıştı ki yaşlı kadın âniden geri
dönmesin mi? Anlaşılan heyecandan, koşarken ninemizin kulaklarının hassas
olduğunu unutup yine gürültü yapmıştım. Çıtırtıları yaşlı kadın da duymuş olmalıydı
ki önce durdu, etrafı dinledi. Sonra yavaş yavaş sesin geldiği yere doğru
yürümeye başladı. Gittikçe bana yaklaşıyordu.
Kaçacak zaman yoktu. Kaçarsam fark edilirdim mutlaka.
Kafamı iyice içime çekip dikenli top hâline geldim. Karanlıkta beni fark
etmemesi için duâ ediyordum. Korkudan ödüm patlamak üzereydi, kalbim küt küt atıyordu.
“Keşke bu kadar acele etmeseydim” diye düşündüm ama artık iş işten geçmişti. Fark
edilirsem, Dürdane ninenin merhametine ya da dikenlerimin koruyuculuğuna
güvenmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Tepemde dikildiğini, nefes
alışverişinden biliyordum. Belki de sopa arıyordur bu karanlıkta bana vurmak
için. Düşündüm, birkaç sopa darbesiyle ölmezdim; zaten yaşlıydı kadın, ne kadar
güçlü vurabilir ki?
Ben ölüm ya da kovalanma korkusuyla saklandığım
dikenlerimin altında kendimi teselli etmeye çalışırken, düşündüklerimin hiçbiri
olmadı. Dürdane nine beni öylece, tortop olmuş şekilde görünce yanıma çömeldi yarı
karanlıkta. Sadece yiyecek arayan bir kirpi olduğumu anlayınca eliyle
dikenlerime dokunmaya çalıştı. Ben gayr-i ihtiyârî irkildim; tepki verince o da
irkildi, sanırım korktu biraz. Ayağa kalkıp geri geri gitti. Benden uzaklaştı
ama içeri kaçmadı. Sanırım benim ne yapacağımı merak ediyordu.
Birkaç saniye sonra avucunun içiyle tekrar dokunmaya
çalıştı dikenlerime. O an dikenlerimin sert ve sivri oluşuna üzüldüm. Korkum ve
heyecanım yatışmıştı. Dürdane ninenin bana zarar vermeyeceğini anlayınca minik
kafamı, sivri burnumu sakladığım yerden çıkarıp birkaç adım ötemdeki enfes
kokulara doğru yürümeye başladım. Pişmiş yumurta ve tavuk etlerinin tadı
muhteşemdi. Karnımı (her ihtimâle karşı hızlıca) bir güzel doyurduktan sonra
yiyeceklerin üzerinde yuvarlanmaya başladım. Evet, (söylemeyi unuttum) tahmin
ettiğiniz gibi benim dört tane yavrum var ve yediklerimden onlara da
götürmeliydim. Gidip onları çağırmam uzun sürebilir, o zaman zarfında da
kediler gelip bu yiyecekleri silip süpürebilirlerdi.
Heyecanla başlayıp korkuyla devam eden ama mutlu sonla
biten o akşamın ertesi, aynı saatte, bu defa yavrularımı da alıp geldim. Bu
defa bahçe kapısının karşısında değil, kapının tam dibinde beklemeye başladık.
Çocuklarımı korkmamaları yönünde öğütlemiştim. Biraz sonra kapının lâmbası
yanınca sevinç çığlığı attık hep beraber. Dürdane nineyle birbirimize doğru
yürüyüp bahçenin köşesinde buluştuk. Yiyecekleri önümüze koyduğunda, o da bizim
bu kadar çabuk alıştığımıza şaşırmış gibiydi. Başımı kaldırıp yüzüne baktım.
Gülümsüyordu. Elini uzattı bana doğru, parmaklarıyla dokundu yüzüme. Hayatımda
hiç bu kadar sıcak, yumuşak, duygusu olan bir nesneyle buluştuğumu hatırlamıyorum.
Birbirimize ihtiyacımız olduğunu söylemek ister gibiydi. İnsanlardan
korkmaya programlanmış varlıklar olarak ona nasıl yardımcı olabiliriz, doğrusu
hiç bilmiyordum. Ben gözlerimle ninemizin gülümseyen yüzünü taramaya çalışırken,
çocuklarım çoktan dalmışlardı yiyeceklere. Menü dünküne benziyordu ama sanırım
yeşillik de vardı bu defa.
Biz her akşam ninemizin bize hazırladığı yemeği afiyetle
yiyerek hayatımızı devam ettirmeye başlamıştık. Bahçenin üst yanında yabanî
böğürtlen çalılarının arasında kendimize yeni bir yuva yapmıştık. Geceleri hem
daha iyi gördüğümüz, hem de tehlikeli olduğu için gündüzleri pek dışarı
çıkmıyor, vaktimizi yuvamızda uyuyarak geçiriyorduk. Bu şekilde ne kadar zaman
geçti bilmiyorum, ama Dürdane nineye komşuları “Kirpi Nine” diye seslenecek
kadar uzun sürmüş olmalı.
Mutluyduk. Çünkü artık biz değil, ninemiz bizim yolumuzu
gözler olmuştu. Son zamanlarda onu hep elinde kaplarla, kapıyı aydınlatmaya
çalışan lâmbanın ölgün ışığı altında bizi bekler buluyorduk. Tâ ki o kasketli
iri yarı adam ortaya çıkana kadar…
Bir akşam, tam biz yemek saatindeyken gelip yaşlı kadına
seslendi. Bizim için yiyecek getirdiğini söylüyordu. Ninemiz köydeki diğer
insanlara da bizi beslediğini ve evlerindeki yemek artıklarını kendisine
getirmelerini söylemiş olmalıydı. Sevinmiştik. Artık daha çok yiyeceğimiz
olacağını düşünüyorduk. Öyle de oldu ama bu durum uzun sürmedi.
Birkaç gün sonra karnımızı keyifle doyurmaya çalışırken, o
iri yarı adam dikildi birden tepemizde. Karanlıkta bize doğru eğildi; ben kötü
bir şeyler olacağını hissettim. Saklanmaya, kaçmaya fırsatımız olmamıştı. Sırtımızdaki
dikenler de bizi korumaya yetmedi. O gece maalesef bir eksik döndük yuvamıza.
Hepimizin morali bozulmuş, hayatımız altüst olmuştu. Mutluluk serüvenimiz
buraya kadardı. Hissediyordum, ertesi akşam gitsek yine bir kişi eksilerek
dönecektik; o yüzden yuvamızın yerini değiştirip bir daha yemek için oraya gitmeme
kararı aldık.
***
Çâresiz kalınca insan nelere derman diye sarılıyor, dünya
maalesef bunun saçma örnekleriyle dolu. Duyduğu her habere, “Belki bir umut!”
diye inanıp “Acaba?” demeden, sorup soruşturmadan, durup düşünmeden icra etmeye
çalışıyor insan. Köy sakinlerinden Cura Battal da yaklaşık altı ay önce oğluna kanser
teşhisi konulduğundan beri “çâre” diye duyduğu her söylentiye inanıyordu…
Kirpi Nine her akşam, elinde yiyeceklerle kapının ölgün ışığı altında
kolları, bacakları biraz daha incelmiş, beli biraz daha bükülmüş, adını aldığı
kirpileri boşuna bekleyecekti…