GEÇTİĞİMİZ yıllarda,
Isparta’da Prof. Dr. Enbiya Yıldırım’ı ağırlamıştık. “Peygamber’i Doğru
Anlamak” konulu sunumunda söylediklerinden ikisi çok önemliydi. Mealen
aktarıyorum:
1.
“Müslümanlar, tarihin hiçbir döneminde vagon olmamış, her zaman lokomotif
olmuşlardır. Bugün lokomotif değilsek, Müslümanlığımızı sorgulamamız gerekir.”
2.
“Hz. Muhammed, dini bir yere kadar taşımıştır. Bizim görevimiz o yerin altına
düşmemeye çalışmak değil, Peygamber’in bıraktığı yerden daha yükseğe
taşımaktır.”
“Üstünlük
takvadadır” sözü bazı çevrelerce çok yanlış anlaşılıyor, çok yanlış yerlerde
kullanılıyor ne yazık ki! Bu sözün insanı erdemli olmaya teşvik etmesi, Allah
katında bir değer ifadesi olması sebebiyle, insanın her ortamda dik durmasını sağlaması
gerekirken kendini sorunlardan, mücadele sorumluluğundan muaf tutmakta kullanması
ve kendini müstağni görmeye giydirilen bir kılıf olması acı!
Atmosferdeki
kirliliğin Müslümanları kabuklarına çekilmeye itmesiyle birlikte, İslâm’ı
tebliğ sorumluluğu açısından dar alanlara hapsedilen mücadele anlayışı, dinin
temelini oluşturan şahitliği de sınırlandırmıştır.
İslâmî
kaygılar içerisinde kurulan derneklerin aynı fikirde insanları birleştiren
yapısı, farklı düşünen insanlar için “girilmez” yerler olmalarına zemin hazırlamamalıdır.
Dernek
kurmadan önce evlerde toplanan insanların dernek kurduktan sonra o dernekte
toplanmaya başlaması dışında herhangi bir açılıma vesile olmayan, kendi kabuğu
içinde devam eden çalışmalar, “Evleriniz batmasın diye mi dernek kurdunuz?”
sorusunu akla getiriyor. Bunun yanında ritüele dönüşmüş çalışmalar dışında,
kendi içinde de bir bağ mekanizması kuramamış yapılar, zaman içerisinde olumsuz
bir evrilme sürecine giriyorlar.
Müslümanlar
birbirlerini gözeten ve uyaran birliktelikler içerisinde olsalar bile, zaman
içerisinde oluşmuş “kırmızı çizgiler” sağlam temellere dayanmadığı için, bu
çizgilere güncel bir karşılık bulmakta da zorluk çekiliyor.
Burada
şu soruyu sormak gerek: “Kırmızı çizgiler, Allah’ın çizdiği sınırlar üzere mi, dünyevî
korkular üzere mi çekildi?” Eksikliğini hissettiğimiz güncel ilmihâl ihtiyacı,
sakın bu kırmızı çizgilerin muğlak sebebinden ileri geliyor olmasın?
Batı’nın
anladığı ve ifade ettiği şekliyle “ilerleme”, elbette bizim için ölçü değil.
Hatta bu kadar çok teknolojik gelişme ve kontrolsüz büyüyen sosyal ağlar
içerisinde doğrusu çağın ilerisinde işler yapmak için biraz çağın gerisinde
kalmak gerektiği bile söylenebilir. Ancak Enbiya Yıldırım’ın bahsettiği
yükseliş konusunda sıkıntılı bir durum olduğu gerçek. Bugün Peygamber’in izinde
gitmeyi, yerinde saymak ya da geriye gitmemeye çalışmak olarak algılamak,
atmosfere sirayet etmiş, solumamanın mümkün olmadığı hava kirliliğinden
korunmak için gaz maskesi takmaya benziyor.
Peki,
yapılması gereken daha fazla gaz maskesi temin edip insanları koruma altına
almaya çalışmak mı, yoksa temiz hava için elinden geleni yapmak mı olmalı?
Temiz
hava için gayret etmek, bir yandan gaz maskesi takmaya engel değil elbette. Tabiî
bu gaz maskelerinin ister istemez görüş alanını daralttığı ve insanlar arasına
set çektiği gerçeğini görmezden gelirsek...
Dini,
hayatın tamamına şekil veren bir inanç sistemi olmaktan çıkarıp belli alanlara
hapsetmekten daha da büyük olan sorun, bu sınırlandırmanın dinin gereği olarak
görülmesidir. Bu, “Araçlar amaç hâline gelmesin!” düşüncesiyle oluşturulmuş bir
koruma (!) kalkanı da olsa, bozulmamak için başvurulmuş bir sakınma (!) yöntemi
de yanlış bir düşünce.
Bu
düşünce sonucunda, atmosferi temizlemekte çok önemli işlevi olabilecek alanlar,
hava kirliliğinin baş müsebbiplerinin inisiyatifine bırakıldı. “Temiz kalacağım”
derken ortaya çıkacak kirliliğin boyutu hesap edilemedi. En kötüsü de, temiz
hava için kullanılan pek çok karşıt silah, kirli olanın temiz bir kopyası
olmaktan kurtulamadı. Sonuçta Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olundu.
Ne temiz kalmak mümkün oldu bu yolla, ne de havayı temizlemek. Absürt kırmızı çizgilerin
bedeli ağır oldu. Müslümanlar lüzumsuz tartışmalarla, anlamsız kısıtlamalarla
vakit kaybederek öncü konumlarını yitirdiler. Dik duruşunu koruyamayanlar,
yanlış lokomotiflere vagon oldular. Hem de eklemlenmenin, kendi inanç sistemine
dair her şeyi geride bırakmış olmak şartına rağmen… Sonrasında içi boş
vagonlar, içlerini doldurmaya çabaladı durdu lokomotif nereye giderse oraya
gidecekleri gerçeğini görmezden gelerek…
Hz.
Ali, “Hakk ile hak, karşıt olmaz!” demiş. Mücadele, her zaman hak ve bâtıl
mücadelesidir. Kırmızı çizgiler yalnızca hak ve bâtıl arasındadır. Bu çizgiler
nettir. Bunları görememenin sorumlusu inanç sistemi değil, insanın kendisidir.
Hak ve bâtıl, hava ne kadar sisli, gece ne kadar koyu olursa olsun, keskin
kırmızı çizgilerle ayrılmıştır. Sahte kırmızı çizgiler yalnızca bâtıl olanın
göz aldatmacasıdırlar.
Son
sözleri, dinin devrimci yönünü vurgulayan güçlü ifadeleriyle Ali Şeriati’ye
bırakıyorum.
“Devrimci oluş ne demektir? Devrimci din, bu dine inanan ve bu dinin öğreti okulunda eğitilen bireye, hayatına, hayatının bütün alan ve yönlerine karşı eleştirel bir görüş kazandırır. Bâtılı kaldırma ve yerine hakkı getirme ödevini ve sorumluluğunu yükler, olan bitene, ne olursa olsun dinî bir yorum ve dayanak bulup da bunlara ilgisiz kalmaz. Bütün peygamberlerin nasıl zuhur ettiğine bakınız, bunların ilk zuhur ettikleri sıralar, en saf, arı ve berrak oldukları zamandır. İşte bu sıralarda bütün bu tevhidî dinler habaset ve zulme karşı çıkış gösterirler. Allah’a, Yaratıcıya, ubudiyete, O’nu Tanrı bilmeye, ilâhî kanunların tecellisi demek olan varlık kanunlarına çağırırlarken, şirk dini karşısında bir isyanın ifadesi olurlar.”