Kırkçılık

Şimdi ikisinin de gözlerinden akan, kalplerini titretiyordu. Cavit ve Rıza, sahildeki balıkçıda dövülerek katledilmiş gencin gökyüzündeki ahını duyuyor gibiydi…

İKİLİNİN diyalogu şöyle devam etti:

 

-Söylesene Cavit, ırkçılığı kim icat etti?

-Vallahi ben etmedim Rıza!

-Saçmalama Cavit, senin bir şey icat ettiğin nerede görülmüş!

-On yedinci yüzyıldan önce Rıza!

-Bak, şimdi iyice saçmaladın işte! Gelmişiz robot çağına, sen bahsediyorsun bilmem kaç zaman öncesinden… Hoş, geldiğin yerlerin genetik etkisi olsa gerek bu anlamsız cevaplarının sebebi.

-Bak Rıza, ne diyor hazreti gogıl amca: “Bilim adamlarının verdiği bilgiye göre ırklar arasında genetik olarak belirlenmiş bir zekâ farkı yoktur. Yani zekânın yetenekle, IQ seviyesi ile bağlantısı var.”

-Kopyala yapıştır verdiğin bilgiden ötürü, hazretlerin yapay zekâsını tebrik ediyoruz o vakit.

-Yani ezbere konuşmaktan iyidir, değil mi Rıza?

-Bak bak, nasıl da dikti kömür gözlerini üzerime üzerime. Az daha bakarsan bu ateşli bakışlarından ben de senin gibi melez olacağım.

-Melez olunmaz, doğulur ya, senin de bunu ve daha birçok gerçeği öğrenmen için hayat okulunda okuman icap eder. Ama üzülme, sen de bir gün okuma yazma öğreneceksin Rızacım. 

-Ben ırkçılığın çıkış zamanı diyorum, sen konuyu nerelere getirtiyorsun. 

-Çok haklısın kardeşim, işte ben de acaba bu konunun senin doğum tarihinle alâkası olup olmadığını düşünüyordum. Sahi, sen kırk oldun mu? Kırkçılığın atası Platon’u ya da Aristo’yu görmüş müydün?

***   

Soğuk hava kütlesi, buhar kütlesine varmak üzereydi. Yağmur bulutları birbiriyle çarpışmadan önce son kez daha göründüler güneşe. O ise olanca ihtişamıyla gülümsüyordu güne. Sahilde martılar balık ekmek pişiren satıcının bağrışlarıyla yarışırken, bir yandan da iki yakın arkadaşın kendi aralarındaki konuşmalarının üstünü örtüyorlardı. Konuşma biraz daha bu minvâlde giderse güneş alınıp gidebilir, ay, yıldızlarıyla bu nöbeti devralabilirdi. Tabiî güneş tekrar görev başına gelene kadar… 

Aynı memleketten değillerdi. Aslında aynılık serüvenlerinin tek ortak noktası, ikisinin de zaruret icabı paylaştıkları evdi. Aynı dünyada biri Asya, diğeri Avrupa kıtasındandı ama tek çatı altındalardı bir süredir. “Bir süre” dediysek yani epey bir süre... Ailelerinin “istikbâle uzanan bir hâl değişimi” onları bu şehirde tevafuken buluşturmuş, ihtiyaçları göz önüne alınınca da bir vakıf bünyesinde ortak noktada birleşmişlerdi. 

Cavit esmer, karakaşlı, kara gözlü, uzuna yakın orta boylu, zayıf denmeyecek kadar kilolu, daim bir savaşın ortasında yaşamak durumunda bırakılmış bir delikanlı; Rıza ise sarışın, çehresine yerleştirilmiş ince burnu, ince kalem kaşları altında duran mavi gözü, uzunca boyu, sıska olmayacak kadar zayıf, konformist yaşamın girdabında kalmış bir diğer delikanlı idi.

Kim bilir ki kader onları neden yan yana getirmiş? Sebepsiz sebeplerin olmayacağına iman edenlerin haykırışı burada yankılanadursun, gök gürültüsünü andıran bu muhabbetin gidişatına kulak vermeye devam edelim…

-Cavit, hatırlıyor musun geçen gün parktaki gençlerin kavgasını?

-Hatırlamaz olur muyum? Basit bir salıncak sırası olayında annesi ile sırf farklı bir dil konuştuğu için büyüklerin araya girmesiyle devasa bir yangına dönüşen savaştı adeta. Yumruklar, hakaretler…

-Parklara kan yakışmıyor be Cavit! Çocuklar bunları görmemeli.

-Ölen de genç, öldüren de genç olunca katil tüm dünya değil mi Rıza? -Hepimiz katil değil miyiz aslında?

-Bu savaşı ben başlatmadım ama!

-Bitirmedin de…

-Ya gücüm yoksa?

-Katil olmak istemiyorsan devam ettirme…

-Ama nasıl?

-Görmezden gelme, çanak tutma! Hiçbir şey yapamıyorsan kalbinle reddet, isyanını sürdür!

-Of Cavit of! Hep mi ben hatalıyım yani? Carl’ın hiç mi suçu yok?

-Hımm… Tabiî… Yani onun da bu işte parmağı yok değil. Bilimsel olarak antropolojide ilk sözde bilimsel ırk sınıflandırmasını yapıp, insanı primatlarla aynı takıma yerleştirip, bu kapsamda alt türlere (ırklara) ayırmayı denemesinin mantıklı izahını aklen ve kalben yapabilmiş değiliz. Bir de düşünsene, bu ayrımı kafatasına göre yapmaya çalışmış… 

-Kafatasına göre ayırmak nedir ya? Daha yaratıcı bir şey bulamamış mı? Parmak izi falan…

-Parmak izine göre gitse işin içinden çıkamazdı.

-Haklısın. İlk insandan bu zamana bir insanın parmak izinin ikincisi olmadığını düşünürsek, deney hiç sonlanamazdı muhtemelen. En azından vazgeçerdi belki…

-Düşünüyorum da, bu ayrıştırma sanırım en çok da politikacıların işine yaramış.

-Kirli emellerinin ve amellerinin kılıfı olarak hem de…

-Hitler, Mussolini, Stalin ve dahası…

***

Dağılan yağmur bulutlarının güneşten uzaklaşmasıyla denizin parıltısı daha da ortaya çıkmıştı. Konuşmanın hararetinden vermeyi unuttukları siparişi almaya gelen on dört yaşlarındaki, kemikleri etine yapışmış gibi duran genci fark etmediler. Genç konuşmalarını bölmekten korkar şekilde bekliyordu onları. Zira daha önce sırf böyle bir müşterinin muhabbetini böldüğü gerekçesiyle yediği tokadı unutmamıştı. Dahası, geç kaldığında da gününü kurtarmaya yetmeyen yevmiyesinin de kesilme ihtimâli söz konusuydu. 

Derin kaygılar içinde yutkundu, elinde olmadan boğazından çıkan o sesi duyan Cavit oldu. 

-Buyur delikanlı. Bir şey mi istedin?

Yarım yamalak Türkçesiyle kesik kesik nefes alan genç cevap verdi: “Abi, ben özür… Siz ne istiyordunuz?” 

-Sipariş vermeyi unuttuk, değil mi? Bana yarım ekmek hamsi, yanına acılı şalgam…

-Vazgeçmedin şu minik şeyi balık diye yemekten. Hayır, ne tat alıyorsun, onu da bir anlasam…

-Anlamayacağın şeye yanaşma o zaman kardeşim. Ver sen de uskumru yanına sarı kolanın siparişini…

-Uskumru tamam da, kola artık bu bünyeye haram. Acısız şalgamla idare edelim…

-Vay, helâl! Haydi öyle olsun…

Rıza, dakikalardır ayakta bekleyen gence döndü, “Hakkını helâl et kardeşim, istediklerimiz bunlardır” deyip sırtını sıvazlayarak gönderdi. Sonunda siparişleri alan genç, sırtındaki elin gücüyle ok gibi yerinden fırladı ve beş dakika geçmeden uskumru, hamsi, acılı acısız şalgam derken siparişleri masaya bıraktı. Cavit derin bir nefes aldı. Denizin o enfes kokusunu içine çekti. Gözleri görebileceği en güzel maviye daldı. Martılar hâlâ şarkılarını söylemeye devam ediyordu. Elindeki şalgamdan bir yudum içti. Arkadaşına döndü.

-İnsanın insanla kavgasının en büyük müsebbibi, belki de insanın kendisiyle olan çatışmasındaki yenilgisidir. Varlığından hoşnut olmamak, özünü tanıyamamak, benliğini aşırı yüceltmek ya da yermek ilk cinayeti doğurdu. Bu yüzdendir ki, insan önce kendisinin, sonra kardeşinin katili oldu…

-İnsan kendi değilse kimdi peki? Varlığının amacını bulamayan başkasında neden suç bulur? Cezayı neden hep karşısındakine keser?

Düşünsene Rıza, hemen hemen her tartışmanın ardında bu sebebin izleri yok mu? “Yalnız ben doğruyum” mayası ona ait değildi ki… Kodlarında “Hammaddem senden daha üstün” diye bir şey de yok. Kendini tanımayan bunları nasıl bilebilir?

-Ben böyleyim ama bir sor neden? Bu parıltılı hayatı ben seçmedim Cavit!

Acıyla da olsa gülümsediler. Hayatta kalma umudu idi bu tebessümleri.

-Ah o dış minnaklar, hepsi onların işi değil mi Cavit?

-Hiç sorma! Bizi masum yapan, kurdu kuzu gösteren de hep onlar Rıza.

-Zahirî olarak yapılan saldırıların bâtınımıza geçmediği sürece problem olmadığı gerçeği ile yüzleşmek istemiyoruz ki Cavit. Zor bir şey bu.

-Bir kavanoz balın çamura bulandığında suyun tüm o çamuru gidereceği gerçekliği…

-Tabiî yeter ki kavanozun ağzı sıkıca kapalı olsun…

***   

Sahildeki muhabbetin üstünden az zaman geçmişti. Cavit her zamanki gibi sabah gazetelere bakıyor, Rıza ondan gelecek yorumları bekliyordu. Cavit bir anda durdu, nefes almak için camı açtı. Arkadaşı meraklı gözlerle onu takip etmekteydi. Belli ki bir şeyler yolunda gitmiyordu, hissetti bunu. Titrek bir sesle sevdikleri bir parçanın nağmelerini dile getirdi: “Şeyhim on dört milyar yıl ne çabuk geçti/ Yaş kırk oldu, kırklara karışamadım/ Ben defterden sildim ölümsüzlüğü/ Şeyhim kâinata alışamadım…”

Şimdi ikisinin de gözlerinden akan, kalplerini titretiyordu. Cavit ve Rıza, sahildeki balıkçıda dövülerek katledilmiş gencin gökyüzündeki ahını duyuyor gibiydi…