DİĞERLERİ de böyle mi
yapıyor bilmiyorum ama ben karar vermeden önce düşündüm. Düşündüm ve öyle kötü
adam olmaya karar verdim...
Ben
zaten kendimi bildim bileli bir işi yapmadan, hatta bir şey söylemeden önce
kırk kere düşünürüm. Annemden öğrenmiştim bu prensibi. Rahmetli, “Kırk düşün,
bir yap” derdi hep. Ruhunu teslim etmeden birkaç dakika önce bir şeyler
söylemek istedi, söyleyemeyince de zar zor elini kaldırıp işaret parmağını
sallar gibi yaptı bana doğru. O an nedense sıkça tekrar ettiği çokça düşünme
nasihati geldi aklıma. Sanırım öbür dünyaya gitmeden önce hatırlatmaya
çalıştığı son öğüt de buydu ve “Dediklerimi yapmazsan iki elim yakanda, ona
göre!” der gibiydi. Şimdi elim mahkûm, onun dediği gibi yapmasam hatırasına
saygısızlık etmiş hissine kapılıyorum her defasında. Aslında “Korkuyorum” desem
daha doğru olur. Ya diğer tarafta bana hesap sorarsa?
Rakamı
çokluğu ifade etsin diye söylemedim. Genellikle önemli bulduğum konulardan önce
bu sayıya ulaşmaya çalışıyorum. Bazen öyle oluyor ki, kırkı tamamlayamadan
söylenecek söz, alınan karar anlamını yitiriyor ya da ben niye düşündüğümü
unutuyorum. Bir defasında -yıllar önceydi-, beni uygun buldukları, hanım
hanımcık, çıtı pıtı bir kız ile tanıştırmışlardı. Hani anlaşabileceğimize
kanaat getirirsek evlenelim, mutlu mesut bir yuvamız olsun diye; sevabına yani…
Ama bana uygun diye buldukları kızın boyu boyuma uygun değildi; benden on
santim uzundu. Yok, öyle değil aslında, onun boyu normaldi, benim boyum
onunkinden on santim kısaydı. Huyunu öğrenmeye ise fırsatım olmadı. Çünkü ben
düşünme aşamasını nihayete erdiremeden kız evlenip çoluk çocuğa karıştı.
Allah’tan bir sonrakinde elimi çabuk tutup yirmi yedide kararımı verdim de
evlenip barklanabildim.
“Kötü
olmak” diyordum, ne güzel, istediğin her şeyi yapabiliyor, üstelik hiçbir
sorumluluk hissetmiyorsun. Şefkat, merhamet kavramlarını zihninden çıkartıyor,
lügatinden kazıyorsun. Kitlesel kıyımlar bile yapsan oh ne âlâ, için rahat.
Kötülerdeki bu konforlu huzur kimsede yok alimallah. Armudun sapı, üzümün
çöpüyle uğraşmıyor, detaylara takılmıyorsun. Ne yapıyorsun peki? Ağacı kökünden
kesiyorsun. Yetmedi mi? Bahçeyi yak gitsin! Kimseye hesap vermek zorunda
değilsin. Vicdanına bile! Tabiî yasaları saymazsak… Sanırım en avantajlı tarafı
da bu. Kaldı ki, diyelim cezalandırıldınız, gittiğiniz yerde de yapabileceğiniz
kötülükler mutlaka sizi bekliyor olacaktır. Merak etmeyin, kötülük her yerde.
Kararlıyım,
bundan sonra herkes beni böyle bilsin istiyorum. Korksunlar benden. Hem öyle korksunlar
ki, yanımdan geçerken salavat getirmeleri bile bastıramasın korkularını, hatim
indirsinler. İndiremeyenler yanımdan geçmesin, geçerlerse ödleri patlasın mısır
gibi. Namım yürüsün bütün semtte, yedi mahallede. Yedi mahalle de neymiş
efendim, sen Tophane’de külhanbeyi misin, hangi çağda yaşıyorsun? İnsanlar uzay
teknolojisi kullanıyor, kötüler de buna dâhil. Geçti kehribar taşlı
şıngırtılar, kabadayı olacaksan bile tespihinin imamesi titanyumdan olmalı. Sen
çıkmışsın yüz yıl öncesinin jargonuyla mahalle filan… Olmaz babam! Bak internet,
sosyal medya diye bir gerçeklik var artık, üç günde bütün dünyaya nam
salabiliyor insan. İyi, o hâlde yetmiş düvel olsun! Site üstüne site kurulsun,
hashtagler açılsın, insan olan twitlesin, yapay zekâlar adımı, görüntümü
yazılımlayıp her haberin yanına yöresine iliştirsin. Fenomenler, freelancerler
PR’ımı yapsın, yapmayanların aklı alınsın. Uydudan uyduya ağ ben olayım,
haberden habere bağ ben olayım. İletiler iletileri kovalasın ve kovalanan
iletiler sosyal ağlara öyle bir saçılsın ki üç günün sonunda…
Farkındayım,
kulağa hoş gelmiyor. Üstelik kötülüğün bir sınırı da yok. Cinayet, tecavüz,
hırsızlık, gasp gibi sayılabilecek onlarca fiil ve bunların aslî ve ferî fiil
hususlarını düşününce durum içinden çıkılmaz hâl alıyor. Bunca yıl tedirgin
şekilde yerde rızıklarını arayan kuşlar ürkmesin diye yolunu değiştiren biri
olarak kötü adam olmayı başarabilecek miyim, doğrusu emin değilim. Bunların çok
azını bile işlemeyi normal gören bir ruha sahip olmak ne korkunç!
Anlatırken
bile dehşete düştüm. Kırk yıllık Kâni olur mu Yani? Bak kıyamadım kendime; haydi
“kötü adam” demeyelim, kötü adam kötü durdu bu hikâyede. Biraz değiştirip, “İyi
adam olmamaya karar verdim” diyelim. Sonuç olumsuz olsa da kullanılan kelimenin
olumlu olması yapılmak isteneni nasıl da değiştirdi? Bu olumlu havanın esintisi
size kadar gelmiştir, eminim. Bakın, anlatım değişince ben bile ikna oldum.
Çünkü kelimeler sihirlidir, kelimelerin bu sihirli gücüne inanın. Yaratılan ilk
insanlar da Yaratan’ın hediye ettiği kelimelerin olağanüstü gücüyle sürdürdüler
varlıklarını.
Bu
arada kendimi tanıtmayı unuttum. Hatırlamışken tanıtayım; ben Kâni… Bir üst
paragrafta geçen Kâni... Üstelik de tam kırk yıllığım! Yani anlayacağınız, o
kırk yıllık Kâni benim! İstanbul’da yaşıyorum. Haliç’e tepeden bakan bir semtte
oturuyorum. Her sabah işe gitmek için seksen dokuz basamak iniyor, her akşam,
üstelik yorgun argın, sabah zıplaya zıplaya indiğim o basamakları tırmanarak
evime varıyorum. Sokak lâmbalarının ortamı suça elverişli hâle getirmek için
özellikle patlatıldığı yerlerden geçiyorum. Soyulmak, gasp edilmek bu
merdivenli yolların karanlıklarında başınıza gelebilecek ve en ucuz atlatabileceğiniz
olaylardandır. Bir öykü kahramanı olarak bile insanın ruhunu yoran, bedenini
hırpalayan yerler buralar.
Haliç
sahile yakın bir restoranda garsonluk yaparak büyütmeye çalıştığım dört çocuğum
var; ikisi erkek, ikisi kız. Bu zamana kadar onlarla bir sorun yaşamadım
diyebilirim. Ama bu değişim kararından sonra nasıl bir ilişkimiz olacak
çocuklarla, bilmiyorum. “Kötü olmak aslında o kadar da kötü değildir; hatta iyi
bir şeydir” felsefesi üzerine kurulu bir Amerikan filmi seyretmiştim birkaç yıl
önce. Hatırladığım kadarıyla dünyadaki insanların yarısını öldürerek kalan
diğer yarısına mutluluk ve refah vadediyordu filmin kahramanı. Görev bellediği
bu ideal için ölümüne savaşıyordu ve sanırım başarmıştı. Çocuklara konuyu bu
bağlamda anlatsam ikna olurlar mı dersiniz?
“Eşim
ev hanımı” diyeceğim ama haksızlık etmiş olurum. “Apartmanın hanımı” desek
yeridir. Malûm, eskisi kadar olmasa da komşuluk kimi apartmanlarda hâlâ
sosyalleşme eylemi olarak varlığını sürdürüyor. İstanbul’daki bu ender
apartmanlardan biri de bizimki. Ama bir farkla: Hanımların dedikodu ana temalı
bu sosyalleşme eylemleri hep bizim evde oluyor. Sanırım eşim apartmandaki toplantılara
mekân sponsoru olmuş, her hafta komşular yapıp getiriyor, bizim hanım ağa yiyor.
Belki
size de ilginç gelmiştir, bana öyle geldi çünkü; ben mi hikâyeye uydum, hikâye
mi bana uyduruldu, anlayamadım. Zaten “En büyük iki özelliğini say” deseler,
“Birincisi unutkanlık, ikincisi anlayamamak” derim herhâlde. İnsanın o kadar
zorlukla anladığı şeyleri çarçabuk unutması ne… Bakın, tam da buraya uygun bir
kelime arayıp bulmuştum sözlüklerden. Şöyle cümleyi entelektüel hâle getirecek
en afilisinden bir kelimeydi ama gördüğünüz gibi hatırlayamadığım için boş kaldı
yeri, cümleyi tamamlayamadım. Daha bu ne ki, devede kulak bile değil. Tamamlayamadığım
o kadar çok girişimim oldu ki saymaya kalksam buradan köye yol olur. “Hangi köy?”
diye sormayın, o başka bir öykünün mekânı.
Benim
derdim sizi, hayatımda pişmanlık oluşturan bu eksik kalmışlıklarla oyalamak
değil aslında. Bütün amacım, yazıcıya yardımcı olmak. Yoksa yazılıp hikâye oluvermek
ya da hikâye olup yazılmak gibi bir gayem hiç olmadı. Hatta konu buraya
gelmişken, madem öykü benim üzerimden dönüyor, öykünün kahramanı olarak
yazıcıya itiraz hakkımı kullanıp mümkünse hikâyenin gidişatını değiştirmek
istiyorum.
Ey
yazıcı! Savaşlar, bireysel ve kitlesel cinayetler, katliamlar, hırsızlıklar, gasplar,
tecavüzler almış başını gidiyorken, dünyada onca kötü insan sabah akşam onca
kötülüğü hayatlarının amacı belleyip biperva işleyip dururken, bütün olanlar
yetmezmiş gibi neden beni de onların içine katmaya gayret ediyorsun? Ne
yaptıracaktın bana? Sokaklara tükürtüp dilencilerin para kutularını mı
tekmeletecektin? Yoksa işi biraz daha abartıp kadın, çocuk cinayetleri mi
işletecektin? Belki de hırsızlık, gasp filan yaptırırdın ha, ne dersin? Yoksa
hepsini birden mi işleyecektim?
İtiraz
ediyorum! Yok yok, isyan ediyorum!
Üstümde
bu kadar baskı kurmana, beni yönlendirmene izin vermeyeceğim! Boşuna umutlanma
sayın yazıcı! Benden sana kahraman olmaz. Ben elleriyle serçe besleyen, çizgi
film seyrederken bile duygulanan biriyim. Benden olmaz yani. Sen dinlemezsen
ben de şikâyetimi editöre bizzat iletirim.
Sayın
editör! Ben Kâni… Hani bildiğiniz, şu kırk yıllık Kâni… Yazıcının beni nereden,
nasıl bulduğunu bilmiyorum. Ona söyleyin, bu öykünün kahramanı olmak
istemiyorum. Beni bu öyküden alsın. Semtimizde kırk yıllık geçmişimiz var.
Dostumuz var, ahbabımız var; sevenimiz var, sayanımız var. Demezler mi adama, “Kırk
yıllık Kâni, oldu mu yani”!?