Kırk yıllık Kâni

Sayın editör! Ben Kâni… Hani bildiğiniz, şu kırk yıllık Kâni… Yazıcının beni nereden, nasıl bulduğunu bilmiyorum. Ona söyleyin, bu öykünün kahramanı olmak istemiyorum. Beni bu öyküden alsın. Semtimizde kırk yıllık geçmişimiz var…

DİĞERLERİ de böyle mi yapıyor bilmiyorum ama ben karar vermeden önce düşündüm. Düşündüm ve öyle kötü adam olmaya karar verdim...

Ben zaten kendimi bildim bileli bir işi yapmadan, hatta bir şey söylemeden önce kırk kere düşünürüm. Annemden öğrenmiştim bu prensibi. Rahmetli, “Kırk düşün, bir yap” derdi hep. Ruhunu teslim etmeden birkaç dakika önce bir şeyler söylemek istedi, söyleyemeyince de zar zor elini kaldırıp işaret parmağını sallar gibi yaptı bana doğru. O an nedense sıkça tekrar ettiği çokça düşünme nasihati geldi aklıma. Sanırım öbür dünyaya gitmeden önce hatırlatmaya çalıştığı son öğüt de buydu ve “Dediklerimi yapmazsan iki elim yakanda, ona göre!” der gibiydi. Şimdi elim mahkûm, onun dediği gibi yapmasam hatırasına saygısızlık etmiş hissine kapılıyorum her defasında. Aslında “Korkuyorum” desem daha doğru olur. Ya diğer tarafta bana hesap sorarsa?

Rakamı çokluğu ifade etsin diye söylemedim. Genellikle önemli bulduğum konulardan önce bu sayıya ulaşmaya çalışıyorum. Bazen öyle oluyor ki, kırkı tamamlayamadan söylenecek söz, alınan karar anlamını yitiriyor ya da ben niye düşündüğümü unutuyorum. Bir defasında -yıllar önceydi-, beni uygun buldukları, hanım hanımcık, çıtı pıtı bir kız ile tanıştırmışlardı. Hani anlaşabileceğimize kanaat getirirsek evlenelim, mutlu mesut bir yuvamız olsun diye; sevabına yani… Ama bana uygun diye buldukları kızın boyu boyuma uygun değildi; benden on santim uzundu. Yok, öyle değil aslında, onun boyu normaldi, benim boyum onunkinden on santim kısaydı. Huyunu öğrenmeye ise fırsatım olmadı. Çünkü ben düşünme aşamasını nihayete erdiremeden kız evlenip çoluk çocuğa karıştı. Allah’tan bir sonrakinde elimi çabuk tutup yirmi yedide kararımı verdim de evlenip barklanabildim.

“Kötü olmak” diyordum, ne güzel, istediğin her şeyi yapabiliyor, üstelik hiçbir sorumluluk hissetmiyorsun. Şefkat, merhamet kavramlarını zihninden çıkartıyor, lügatinden kazıyorsun. Kitlesel kıyımlar bile yapsan oh ne âlâ, için rahat. Kötülerdeki bu konforlu huzur kimsede yok alimallah. Armudun sapı, üzümün çöpüyle uğraşmıyor, detaylara takılmıyorsun. Ne yapıyorsun peki? Ağacı kökünden kesiyorsun. Yetmedi mi? Bahçeyi yak gitsin! Kimseye hesap vermek zorunda değilsin. Vicdanına bile! Tabiî yasaları saymazsak… Sanırım en avantajlı tarafı da bu. Kaldı ki, diyelim cezalandırıldınız, gittiğiniz yerde de yapabileceğiniz kötülükler mutlaka sizi bekliyor olacaktır. Merak etmeyin, kötülük her yerde.

Kararlıyım, bundan sonra herkes beni böyle bilsin istiyorum. Korksunlar benden. Hem öyle korksunlar ki, yanımdan geçerken salavat getirmeleri bile bastıramasın korkularını, hatim indirsinler. İndiremeyenler yanımdan geçmesin, geçerlerse ödleri patlasın mısır gibi. Namım yürüsün bütün semtte, yedi mahallede. Yedi mahalle de neymiş efendim, sen Tophane’de külhanbeyi misin, hangi çağda yaşıyorsun? İnsanlar uzay teknolojisi kullanıyor, kötüler de buna dâhil. Geçti kehribar taşlı şıngırtılar, kabadayı olacaksan bile tespihinin imamesi titanyumdan olmalı. Sen çıkmışsın yüz yıl öncesinin jargonuyla mahalle filan… Olmaz babam! Bak internet, sosyal medya diye bir gerçeklik var artık, üç günde bütün dünyaya nam salabiliyor insan. İyi, o hâlde yetmiş düvel olsun! Site üstüne site kurulsun, hashtagler açılsın, insan olan twitlesin, yapay zekâlar adımı, görüntümü yazılımlayıp her haberin yanına yöresine iliştirsin. Fenomenler, freelancerler PR’ımı yapsın, yapmayanların aklı alınsın. Uydudan uyduya ağ ben olayım, haberden habere bağ ben olayım. İletiler iletileri kovalasın ve kovalanan iletiler sosyal ağlara öyle bir saçılsın ki üç günün sonunda…

Farkındayım, kulağa hoş gelmiyor. Üstelik kötülüğün bir sınırı da yok. Cinayet, tecavüz, hırsızlık, gasp gibi sayılabilecek onlarca fiil ve bunların aslî ve ferî fiil hususlarını düşününce durum içinden çıkılmaz hâl alıyor. Bunca yıl tedirgin şekilde yerde rızıklarını arayan kuşlar ürkmesin diye yolunu değiştiren biri olarak kötü adam olmayı başarabilecek miyim, doğrusu emin değilim. Bunların çok azını bile işlemeyi normal gören bir ruha sahip olmak ne korkunç!

Anlatırken bile dehşete düştüm. Kırk yıllık Kâni olur mu Yani? Bak kıyamadım kendime; haydi “kötü adam” demeyelim, kötü adam kötü durdu bu hikâyede. Biraz değiştirip, “İyi adam olmamaya karar verdim” diyelim. Sonuç olumsuz olsa da kullanılan kelimenin olumlu olması yapılmak isteneni nasıl da değiştirdi? Bu olumlu havanın esintisi size kadar gelmiştir, eminim. Bakın, anlatım değişince ben bile ikna oldum. Çünkü kelimeler sihirlidir, kelimelerin bu sihirli gücüne inanın. Yaratılan ilk insanlar da Yaratan’ın hediye ettiği kelimelerin olağanüstü gücüyle sürdürdüler varlıklarını.

Bu arada kendimi tanıtmayı unuttum. Hatırlamışken tanıtayım; ben Kâni… Bir üst paragrafta geçen Kâni... Üstelik de tam kırk yıllığım! Yani anlayacağınız, o kırk yıllık Kâni benim! İstanbul’da yaşıyorum. Haliç’e tepeden bakan bir semtte oturuyorum. Her sabah işe gitmek için seksen dokuz basamak iniyor, her akşam, üstelik yorgun argın, sabah zıplaya zıplaya indiğim o basamakları tırmanarak evime varıyorum. Sokak lâmbalarının ortamı suça elverişli hâle getirmek için özellikle patlatıldığı yerlerden geçiyorum. Soyulmak, gasp edilmek bu merdivenli yolların karanlıklarında başınıza gelebilecek ve en ucuz atlatabileceğiniz olaylardandır. Bir öykü kahramanı olarak bile insanın ruhunu yoran, bedenini hırpalayan yerler buralar.

Haliç sahile yakın bir restoranda garsonluk yaparak büyütmeye çalıştığım dört çocuğum var; ikisi erkek, ikisi kız. Bu zamana kadar onlarla bir sorun yaşamadım diyebilirim. Ama bu değişim kararından sonra nasıl bir ilişkimiz olacak çocuklarla, bilmiyorum. “Kötü olmak aslında o kadar da kötü değildir; hatta iyi bir şeydir” felsefesi üzerine kurulu bir Amerikan filmi seyretmiştim birkaç yıl önce. Hatırladığım kadarıyla dünyadaki insanların yarısını öldürerek kalan diğer yarısına mutluluk ve refah vadediyordu filmin kahramanı. Görev bellediği bu ideal için ölümüne savaşıyordu ve sanırım başarmıştı. Çocuklara konuyu bu bağlamda anlatsam ikna olurlar mı dersiniz?

“Eşim ev hanımı” diyeceğim ama haksızlık etmiş olurum. “Apartmanın hanımı” desek yeridir. Malûm, eskisi kadar olmasa da komşuluk kimi apartmanlarda hâlâ sosyalleşme eylemi olarak varlığını sürdürüyor. İstanbul’daki bu ender apartmanlardan biri de bizimki. Ama bir farkla: Hanımların dedikodu ana temalı bu sosyalleşme eylemleri hep bizim evde oluyor. Sanırım eşim apartmandaki toplantılara mekân sponsoru olmuş, her hafta komşular yapıp getiriyor, bizim hanım ağa yiyor.

Belki size de ilginç gelmiştir, bana öyle geldi çünkü; ben mi hikâyeye uydum, hikâye mi bana uyduruldu, anlayamadım. Zaten “En büyük iki özelliğini say” deseler, “Birincisi unutkanlık, ikincisi anlayamamak” derim herhâlde. İnsanın o kadar zorlukla anladığı şeyleri çarçabuk unutması ne… Bakın, tam da buraya uygun bir kelime arayıp bulmuştum sözlüklerden. Şöyle cümleyi entelektüel hâle getirecek en afilisinden bir kelimeydi ama gördüğünüz gibi hatırlayamadığım için boş kaldı yeri, cümleyi tamamlayamadım. Daha bu ne ki, devede kulak bile değil. Tamamlayamadığım o kadar çok girişimim oldu ki saymaya kalksam buradan köye yol olur. “Hangi köy?” diye sormayın, o başka bir öykünün mekânı.

Benim derdim sizi, hayatımda pişmanlık oluşturan bu eksik kalmışlıklarla oyalamak değil aslında. Bütün amacım, yazıcıya yardımcı olmak. Yoksa yazılıp hikâye oluvermek ya da hikâye olup yazılmak gibi bir gayem hiç olmadı. Hatta konu buraya gelmişken, madem öykü benim üzerimden dönüyor, öykünün kahramanı olarak yazıcıya itiraz hakkımı kullanıp mümkünse hikâyenin gidişatını değiştirmek istiyorum.

Ey yazıcı! Savaşlar, bireysel ve kitlesel cinayetler, katliamlar, hırsızlıklar, gasplar, tecavüzler almış başını gidiyorken, dünyada onca kötü insan sabah akşam onca kötülüğü hayatlarının amacı belleyip biperva işleyip dururken, bütün olanlar yetmezmiş gibi neden beni de onların içine katmaya gayret ediyorsun? Ne yaptıracaktın bana? Sokaklara tükürtüp dilencilerin para kutularını mı tekmeletecektin? Yoksa işi biraz daha abartıp kadın, çocuk cinayetleri mi işletecektin? Belki de hırsızlık, gasp filan yaptırırdın ha, ne dersin? Yoksa hepsini birden mi işleyecektim?

İtiraz ediyorum! Yok yok, isyan ediyorum!

Üstümde bu kadar baskı kurmana, beni yönlendirmene izin vermeyeceğim! Boşuna umutlanma sayın yazıcı! Benden sana kahraman olmaz. Ben elleriyle serçe besleyen, çizgi film seyrederken bile duygulanan biriyim. Benden olmaz yani. Sen dinlemezsen ben de şikâyetimi editöre bizzat iletirim.

Sayın editör! Ben Kâni… Hani bildiğiniz, şu kırk yıllık Kâni… Yazıcının beni nereden, nasıl bulduğunu bilmiyorum. Ona söyleyin, bu öykünün kahramanı olmak istemiyorum. Beni bu öyküden alsın. Semtimizde kırk yıllık geçmişimiz var. Dostumuz var, ahbabımız var; sevenimiz var, sayanımız var. Demezler mi adama, “Kırk yıllık Kâni, oldu mu yani”!?