Kırık camın bedeli

Toprak olacak renkler adına yıllar öncesinde terkedilmiş bir liman gibi bırakacak mısın beni burada? Ey benim bahar cıvıltım, gecelerimin gökyüzündeki şenliği! Şimdi çıldırtan sessizliğim, korkutan karanlığım mı olacaksın? Yalnızlığımın can suyu olmaya gönüllü olmaktan vaz mı geçiyorsun?

I.

EVET,/ Bütün camlarını kıran,/ benim yaramazlığımdan medet uman/ Haylaz, uslanmaz çocuk ellerimdi./ Boşluğun çığlığıydı/ Uçurumların yankısı./ Denizlerimi kundaklayanım/ Ve benim doyulmamış uyku hasretinde

çocuk ellerim...

Sabah ben pencerene,/ Geceden göğsümde kalan/ Yıldızları asacaktım./ Sen cama çıkıp gülümseyecektin./ Senin cama çıkıp gülümseyişin/ Mükâfatı olacaktı yaramazlığımın./ Kanatlanan yüreğimle sonra/ Sekerek inecektim sokaktan aşağıya./ Gözümde çağıldayan/ Yeşil mavi ırmaklar,/ Cebimde, dokundukça büyüyen/ Sihirli bir dünya…

Oysa şimdi, sokağın karşı köşesinde, barışamadığı şu yaramazlığına kızgın, biraz da ellerine, hani o dünyayı başına yıkan ellerine… Her şeyini alabora olmuş bir teknede yitirmişçesine duvar dibine çökmüş, nedametten yanan yüzü avuçlarının arasında pişman bir çocuk. 

Genzi tıkayan kıvamda duman rengi bir hava, kor rengi sıcaklık ve buz rengi terlerle nadim bir çocuk; Doğu’nun ve Batı’nın bir şey ifade etmediği bir durumdaydı şimdi o. Yön kavramını yitirmişti. Gidebileceği hiçbir taraf yoktu. Önünde kocaman bir boşluk, ardında yine öyle. İçi boşalmıştı sanki ve bütün duygulardan soyutlanmıştı. Ne yüreğini, ne aklını hissedebiliyordu. Bir boyut değişikliği olmalıydı bu. Camın kırılma sesiyle birlikte oluşan zaman diliminden başka bir boyuta akıvermişti. O boyutta kocaman adımlarla atlanarak geçilen yerlerdeki izler, eksik adımları tamamlamak için geç kalmışlığın telaşında idiler. Her biri koca bir yıl gibi aylara, günlere, hatta saatlere bölünerek “Önce ben!” der gibi üşüşmüşlerdi birden.

Yıllar, kopan bir film şeridi gibi nasıl da geriye doğru hızla sarmıştı öyle. Bilmem kaç yüz adımda, ancak tepesine ulaşabileceği bir dağa tırmanıyordu ayağında çamurlu lastik ayakkabılar, bacağında dizleri yamalı pantolonla bir çocuk. “Çabuk ol! Hızlı yürü! Geç kaldın!” diye paylanmıştı köyü çıkmadan önce… 

Akşam da buna benzer şeyler duyacaktı, biliyordu: “Erken geldin/ Geç kaldın.” “Aç bırakmışsın onları.”, “Sulamadın mı yoksa?” İşte böylesi yürek burkan sözlerle karşılaşacaktı. Huzursuzdu. Etrafına -içinde adını koyamadığı ama- hissettiği eksikliğin kaynaklık ettiği bu huzursuzluğu haykırıyordu her fırsatta. Oysa on iki yaşında bir çocuk yüreğinin sesine ses verebilecek kimseler yoktu. Yoktu bir çocuk yüreğini umursayacak olan.

Dağlar koparıldı yerinden, bulutlar söküldü, ırmakların içi boşaltılıp gözden uzak bir yere sürüldü ve perde kapandı. Hayatta tek bir gerçek var galiba: Geçmiş ile geleceğin kesiştiği nokta…

II.

Açlığım, susuzluğum, uykusuzluğum, yorgunluğum ve yankısızlığım ve sen, ey benim hiçbir şeysizliğim ve ey sırılsıklamlığım! Toprak olacak renkler adına yıllar öncesinde terkedilmiş bir liman gibi bırakacak mısın beni burada? Ey benim bahar cıvıltım, gecelerimin gökyüzündeki şenliği! Şimdi çıldırtan sessizliğim, korkutan karanlığım mı olacaksın? Yalnızlığımın can suyu olmaya gönüllü olmaktan vaz mı geçiyorsun? Biliyorsun ki şu göğün altında sığınabileceğim yer yok senin yüreğinden başka.

Beynime gözlerinle kazıdığın/ Son bakıştı sanki bu,/ Parmağını tehditkâr uzatmadan/ Ve yüreğimin iflasını/ “Sevmiyorum” diyerek imzalamadan önceki…/ Göğsümde parmağının iziyle şimdi/ Otogarlarında bu şehrin/ Bütün istasyonlarında ve bütün iskelelerinde, her dakika/ Elvedasız gitmeye hazırlanan benim. / “Ne çıkar ki güzelim sevmesen, ne çıkar ki umursamasan? Umursayanımız olduğu için mi nefes alıp verdik bu güne dek? Sen de sevmesen ne çıkar ki?”/ Diyemeden…/ Çünkü umurumdadır sevişin…

Bunu söyleyemezdim, çünkü “Sevmiyorum” derken bile öyle güzel bakıyordun ki… Bir yanın reddederken diğer yanın “Yalan!” diye öyle haykırıyordu ki… Ve o kırık pencerede, gül renginde öyle hoş bir alevdin ki... 

Ben sende yandım, yanmayı sevdim. Sende titredim, üşümeyi sevdim. Hırçın dalgalarıyla Karadeniz olacaksan şimdi boğulmayı da severim. Hiç hesap yapmadım, hiçbir şarta bağlamadım, şartsız ve hesapsız sevdim. Sen de bilirsin ki ben, kandan daha kırmızı severim ve kefenden daha beyaz... Çünkü ben aşka… Çünkü ben ölüme… Çünkü ben aşka ve ölüme yetecek kadar severim.