Kırçiçeği

Gittikçe derinleşip uzaklaşan sesler zayıf ve acı dolu bedenine gelen baygınlıkla arttı. Derin kuyulara seslenen birinin yankılı sesi gibiydi konuşmalar. Artık anlaşılmaz hâldeydiler. Son cümleleri duymasına rağmen aklında onların ne manaya gelebileceği karşılığını bulamadı. Sıradan cümleler gibiydi. Sonra aynı kişiye ait diğer el de bedenine dokundu. Bu kez dizlerinin hemen üstünden kavrayıp Gökçe’yi yukarıya kaldırdı. Ve sonra zaman, o bilmeden akıp gitti…

Bölüm 3: Yalnızlık

ÜÇÜNCÜ gündü. Kaçmaktan başka bir şey yapmadan geçen koca üç gün. Nerede olduğunu bilmiyordu. Kasabaya yaklaştığından emin değildi. Açlık ve susuzluğu hatırlayamıyordu. Belindeki hançeri ve son anda eline geçen bir tabancadan başka hiçbir şeyi kalmamıştı. Yüreğinde, geride bıraktıklarına dair taşınamaz büyüklükteki yas, dünyadan daha ağır bir yüktü. 

Sevdiğinin yasını tutamadan Molla Ahmet Dayı ve beraberindeki köyün uluları öldürülmüştü. İkinci saldırıda kadın ve çocuklar tam manasıyla bir katliama uğramışlardı. Kaçmaktan başka çare bulamayan birkaç genç kız ve iki erkek bir gün sonra yeniden saldırıya uğramışlardı. Gözleri önünde vurulan Burçin’in göğsünden süzülen kanlar kendi elbisesine kıpkırmızı bir şerit bırakmıştı. Sırdaşının başını dizine alıp saçlarını okşarken gözlerine bakmıştı. Son anında “Kelime-i Şahadet” getiren Burçin, uzun süredir onu uzaktan seven, sevdasını bir türlü dile getiremeyen Sarı lakaplı genç Afşin’in elini tutmuş, birlikte ebediyete gitmişlerdi. O ana kadar kederli gözlerle ölüme kucak açan iki gencin yüzlerine minik bir gülümseme takılmıştı. Gökçe’nin gözlerinden boşalan yaşlara aldırış etmeden el ele ve o tarifsiz minik gülümsemeyle ahirete göç eylemişlerdi.

Öleni mezara koyacak zaman yoktu. Kaçmak zorundaydılar... Aslında geride kimse kalmamıştı. Bir kendi, bir de Afşin’in elinden yere düşen tabanca... Hayatta kalacağına dair en küçük umudu yoktu fakat Rahman olan Allah’tan yardım dileyerek ve Molla Ahmet Dayı’nın son sözlerini düşünerek koştu. “Gökçe kızım, ala kurttan doğan, bozkurt olsun. Düşmana geçit vermesin!” Neden böyle söylemişti ki, kendisi de sıradan biri değil miydi?

Ne kadar koştu, bu koşuya nasıl güç buldu, nereye koştu bilmiyordu. Zamanın içinde koşarken ardında sisler bırakırcasına ilerledi. Yüzünde Burçin ve Afşin’in yüzlerine son anda düşen minik gülümseme belirdi. Koştu… Koştu… Koştu…

Babası Kör Tekin ve büyük abisi Oğuz, Çavuş Emmi’yle birlikte geride kalalı çok olmuştu. Aslında amaçları askerlere katılmaktı fakat beklenmedik çete saldırıları yüzünden köy halkını koruma zorunluluğu doğmuştu. Günlerce mücadele edilmiş, köyde ve çevresinde nöbet tutulmuş, baskınlara karşı durulmuştu. Sonunda saldırı ve baskınlar artınca köyü terk etmek zorunda kalmışlardı. Başka yerlerde yaşanan vahşetin tekrarlanmaması için gerekirse saklanacak ve uzakta da olsa kasabaya kadar gidilecekti.

Yalnız kaldığından beri saklanma konusunda daha az sorun yaşıyor, gittikçe zorluğa alışıyordu. En büyük problem açlıktı. Şükür ki terk edilmiş bu topraklarda, tarlalarda ya da denk geldiği bağ ve bahçelerde yiyecek bir şeyler bulunuyordu. Bazen evlere denk geliyordu. Hiçbir şey yoksa bile soğan, patates, bulgur gibi yiyecekler oluyordu. Sırdaşı Burçin’in kanıyla şerit çekilmiş elbisesini değiştirdi. O elbiseyi yıkamadan sardı ve heybesine tıktı. Arkadaşından kalan son hatıraydı. Kaçacaktı, sonsuza dek bile sürse kaçacak fakat asla unutmayacaktı. Nedenini anlamadığı kararlılığına şaşırdı ve yoluna devam etti. İki gün daha geçti.

Üçüncü günün öğlen saatlerinde iki dağ arasındaki çayırlıktan karşı dağda gördüğü, eskilerin –korak– dediği hayvanların gelip geçtiği yola ilerliyordu. Bu yolun görünür olması demek, büyük sürüsü olan bir köy ya da kasabaya yakın olduğunu gösterirdi. Görülen o yol fazlasıyla ezilerek düzleşmişti. Bu da oradan geçen hayvan sürülerinin çok olabileceğini gösterirdi. O yolu takip ederek köye veya mümkünse kasabaya ulaşmayı umut etti.

Yola varmadan hemen önce her zamanki gibi etrafını kolaçan etti. Kimseler görünmüyordu. Ürkek ceylan gibi sessizce yürüyordu. Yol, ileride dönemeçlerle dolu başka birkaç dağın arasına ulaştı. Çimenlik fakat büyük yarmaların olduğu, çakıl ve taşlarla dolu susuz derelerden geçti. Şırıl şırıl akan bir dereye ulaştı. Suyunu doldurup kana kana içti. Orada burada yetişmiş kendi boyuna yakın, bazıları daha yüksek kuşburnu çalılarının arasında dinlendi. Yorgun bedeni rahatlarken uykuya dalmak üzereydi.

Duyduğu seslere kulak kabartıp saklandı. Sesler yaklaşıyordu. Kısa süre sonra yolun ilerisinden iki atlı göründü. Silahlıydılar ve yaklaştıkça onların Ermeni çetelerinden olduğu kesinleşti. Tabancasını hazırlayıp kontrol etti. Öğrendiği kadarıyla silahı ateşlenmeye hazırdı.

Adamlar rahat bir şekilde ilerliyorlardı. Yüzlerinde pis ama mağrur bir bakış vardı. Kendilerine güvenen halleriyle Gökçe’nin saklandığı çalılıkları geçip yola devam ettiler. Gökçe tabancasını doğrultup birine nişan aldı. Yapmalı mıydı bilmiyordu fakat içinde yapması için büyük bir dürtü onu tetikliyordu. İntikam alma isteği en son damla oldu, Gökçe tetiğe dokunup ateş etti ve adamlardan birini sırtından vurdu. Bu sırada diğeri hızla atından indi. İnerken silahını omzundan eline aldı. Nereden ateş edildiğini anlamak için etrafına bakındı. Adam hasmını dağların yukarısında ararken Gökçe ona nişan aldı. “Gez, göz ve arpacık” diye mırıldanarak tetiğe dokundu. Mermi adamın omzuna isabet aldı. Adam sarsıldı ve yere düştü. Siper alıp karşı ateş etse de sol omzundan akan kanlar yüzünden zayıf düşmüştü, nişan almakta zorlanıyordu. Gökçe ikinci mermiyi gönderdi. Bu kez diğer omzundan göğsüne doğru giren mermi adamın işini bitirmeye yetti.

Hissettiği rahatlama, biraz olsun intikam almışlığı yüzündendi. Aldığı nefes bile daha rahattı, lakin hesap edemediği bir husus vardı. Silah seslerinin daha ilerilerden duyulacağını düşünememişti. Çok geçmeden başka sesler duyuldu. Silahının mermilerini yenileyip bekledi. Duyulan sesler kalabalıktı. Gökçe yaptığı hatayı geç de olsa anlıyordu. Artık yapacak hiçbir şey yoktu. Dakikalar geçmek bilmedi. Yaklaşanlar ölen arkadaşlarını gördüklerinde dağıldılar.

Gökçe tek şansının elindeki tabanca olduğunu biliyordu. Daha fazla bekleyemezdi. Nişan aldığı ilk adama ateş etti. İsabet aldırdı da, adam canhıraş haykırışla yere düşerken birkaç farklı noktadan kendisine doğru gönderilen mermilere maruz kaldı. Birkaçı isabet almadı ama birisi sağ bacağını sıyırdı diğeri sol omzunu. Kendini zorlamasına rağmen attığı minik çığlık ve hissettiği derin acı her şeye yeterliydi. Ateş edecek gücü kalmamıştı. Silah olduğundan daha ağır geliyordu. Onu yere bırakmak zorunda kaldı. Hançerinin kabzasını sıkıca tuttu.

Adamlar karşılarında tek kişi ve artık yaralı hem de ateş edemez durumda olduğunu anladıklarında yaklaştılar. Beş kişiydiler ve elbette karşılarında genç bir kız bulmayı beklemiyorlardı. Gökçe’yi gördüklerinde hepsinin pis ve iğreti dolu suratlarına yeni bir bakış daha eklendi. Şehvet arzusu. Yaklaşıyorlardı, çaresizlik artıyor, gönlüne yerleşen utanç Gökçe’nin gözlerine yağmur ekiyordu. “Allah’ım yardım et! Beni bu melun suratlı adamların kirli ellerine bırakma…” duasının kabul olması için yakardı.

Adamlar yaklaştıkça Gökçe eriyip kaybolmak, yerin dibine girmek istiyordu. Onların ellerinin bedenine dokunmasına razı olamazdı. Son çare hançeri kendi kalbine saplayacaktı. Yapabilir miydi? O kadar gücü yoktu, dermanı kesiliyordu. Ya cesareti, var mıydı? Kaybettiği kanlar süzülüp çakıl taşlarını kırmızıya boyarken, gözlerindeki fer azalıyordu. Aşağılık adamlar kendisine el sürmeden önce ölmeyi diliyordu.

Birkaç metre yakınına kadar gelen adamların yüzlerinde artık daha vahşi ve kötü şeyler içeren gülüşler kahkahalara dönüştü. Kendi aralarında konuşuyorlardı fakat Gökçe o konuşmaları tam olarak anlamıyordu. Bir kısım kelimeleri tanıyor olsa da, konuşmaların geneli yabancıydı. Kaba saba giyimli, kirli ve karışık sakallı adam diğerlerine bir şeyler söyledikten sonra birkaç adım attı. Diğerleri oldukları yerde kaldılar. Gökçe’nin gözleri gittikçe kararıyordu ancak adamın elinin belindeki kuşağa gittiğini görebildi. Yüreğindeki sıkışma öylesine arttı ki, gözlerini Tuğrul’un hayaliyle doldurmak istese bile birazdan olabilecekleri düşününce ölmek için dua etmeye devam etti. Adam adımlarını atıyor, kaçınılmaz ama kötü son yaklaşıyordu.

Gökçe’nin gözleri bu sırada yeniden kapandı. Göz kapaklarını açamıyordu. Nefes alıyor, sesleri duyuyor ama gözlerini açmak için kendinde yeterince derman bulamıyordu. Bir el dokundu bedenine. Derin utanç ve çaresizlikle kavrulan Gökçe karşı koyamadı. O an hissedebildiği kendisine dokunan sert bir eldi. El onu boynunun altından kavradı. Hayır! Haykırmak istiyordu ama kendinde o gücü bulamıyordu. Ölmek istiyordu…

“Bayılmış!”

“İşimize yaramaz, burada bırakalım…”

“Ahmaklık etme bayılmış diyorum. Biraz yarası var o kadar...”

“Kolunu ve bacağını sıyırmış, iki güne iyileşir!”

“Bu güzel bir kız öyle değil mi? Çok işimize yarar ve iyi para eder!”

Gittikçe derinleşip uzaklaşan sesler zayıf ve acı dolu bedenine gelen baygınlıkla arttı. Derin kuyulara seslenen birinin yankılı sesi gibiydi konuşmalar. Artık anlaşılmaz hâldeydiler. Son cümleleri duymasına rağmen aklında onların ne manaya gelebileceği karşılığını bulamadı. Sıradan cümleler gibiydi. Sonra aynı kişiye ait diğer el de bedenine dokundu. Bu kez dizlerinin hemen üstünden kavrayıp Gökçe’yi yukarıya kaldırdı. Ve sonra zaman, o bilmeden akıp gitti.

***


Birkaç metre yakınına kadar gelen adamların yüzlerinde artık daha vahşi ve kötü şeyler içeren gülüşler kahkahalara dönüştü. Kendi aralarında konuşuyorlardı fakat Gökçe o konuşmaları tam olarak anlamıyordu.


Bölüm 4: Avda

“Üzülme diyemem evlat! Herkes kadar senin de hakkın var ama daha fazla kendini ziyan etme! Şu an eli silah tutan herkese çok ihtiyacımız var.”

“Çavuş Emmi! Bir mezarı bile olmayacak. Herkesi kaybettik, hepsinin hiç değilse bir mezarı var. Son bulduğumuz Burçin ve Afşin’in bile… Ya kardeşim! Ne hâlde şimdi, esir mi, ölü mü, yaralı mı, o soysuzlar…”

Sustu… Gözlerinde beliren yaşlar cümleyi bitirmesine engel oldu. 

“Kaç gündür iz sürüyor, çetecileri öldürüyoruz. Ona dair tek emare bulamadık. Ben hâlâ onun saklandığına inanıyorum. Kim bilir, belki kasabaya bile ulaşmıştır.”

“Ulaşmış mıdır Emmi?”

“İnşallah evlat! Gönlünü ferah tut. Onu bula…” 

“Çavuş Emmi, Çavuş Emmi!” Konuşmaları, grubun birkaç gündür konakladığı düzlüğün ardındaki tepede gözcülük yapan Karaların Giray’dan gelen bağrışla kesildi.

“Göründüler! Göründüler!” Herkes neşeyle ayağa kalktı. Gelenler askerlerdi, beklenenlerdi. Son bir haftadır her yerde çetecileri sürek avıyla öldürüyorlardı. Nasıl oluyordu bilmiyorlardı fakat çeteciler her defasında atılan yemi yutuyor, kurdukları pusuya düşüyorlardı.

Çavuş Emmi komutasındaki grup kasabaya gidebilirdi ama onlar bunu istemediler. Köylülerin katledilmesinden sonra Burçin ve Afşin’in el ele cesetlerini bulmuşlardı. Onları yine el ele defnettiler. Bir tek Gökçe yoktu. Ne iz, ne sağ ele geçen çetecilerin sorgularında ona dair en küçük bulgu yoktu. Hem intikam, hem zorda olabilecek başkalarına yardım etmek için dağ dağ, ova ova gezip durdular. 

En son dün öğlen saatlerinde devriyeleri görmüşlerdi. Kars’a doğru gittiklerini söylemişti askerler. Askerî bir emir taşıdıklarını ve emrin bizzat Karabekir Paşa’dan olduğunu da söylemişlerdi. Ordunun birkaç gün geride olduğunu, bölgenin şimdilik temiz olduğunu da söyledikten sonra yola devam etmişlerdi. Çavuş Emmi her ihtimale karşı yerlerinde kalmalarını belki kaçan çetecileri bulabileceklerini söyleyerek yaklaşan orduyu bu bölgede bekleme kararı aldı. Bir gün sonra da ilk öncü bölükler göründü. Ermeni mezalimi, ardında bir daha asla silinmeyecek derin yaralar bırakarak bitmişti. Elbette tarih bunları yazacaktı, tarih unutmazdı. Tarih unutsa bile Allah asla unutmaz ve affetmezdi.

Koşar adım tepeye çıktılar. Tepenin karşısında yüksek birkaç dağın içindeki geniş yoldan iki bölük beyaz kıyafetli askerler sancaklarında al bayrak taşıyarak ilerliyordu. Yüksek sesler çıkararak yerlerini belli etmeye çalıştılar. Bu mesafeden seslerini henüz öncülere bile duyuramazlardı. Silah sıkmak geldi akıllarına ancak Çavuş Emmi durdurdu.

“Deli deli olmayın! Onlar bizim askerler…” dedikten sonra belindeki kuşağa gizlediği köyün camisinde asılı al bayrağı çıkardı. Saygıyla öptü: “Şükür teslim etmedik, çok canlar verdik ama teslim etmedik!” Sözleri, kabul olmuş duaya cevap gibiydi. Bayrağı uzunca bir sopanın ucuna asıp askerlere doğru ilerlediler.

Yüzlerce çadırdan oluşan kamp oldukça kalabalıktı. Oğuz, bu kadar askeri bir arada hiç görmemişti. Askerlerin içinde henüz asker kıyafeti giymemiş ama elinde silah olan, çeşitli işlere yardım eden gençler gördü. Bu gençlerin geneli düzen ve disiplin konusunda eğitilmekte, bir kısmıysa askerî talimdeydiler. Kendilerine gösterilen alana doğru ilerlerken birliğin komutanı Yüzbaşı Ural’ın sesi duyuldu:

“Orada birliğimin çadırlarına gideceksiniz. Yeterince çadır var. Gidin ve dinlenin, daha kovalayacak çok düşman var ve burada o kadar uzun kalmayacağız.” 

Oğuz tüm geceyi bu cümleleri düşünerek ama aklından kardeşi Gökçe’yi çıkarmadan geçirdi. Çadırda yalnız değildi ancak sadece kendisi uyuyamamıştı. Diğer üç kişiden ikisi asker, birisi köylüsü Yavuz’du. O da gençti, yirmi yaşını henüz görmüştü. Çadırdakiler yorgunluktan ötürü derin uykusundayken Oğuz, gözleri çadırın tavanında sabahladı.

Yorgundu ancak her kapattığında gözlerine kardeşinin silueti düşüyordu. Sabahın erken saatlerinde ezan okunmasını beklerken çadırın kapısı açıldı. Yüzbaşı Ural içeri girdi. Şaşkınlıkla yerinden fırladı, bu sırada yüzbaşı eliyle sakin olmasını işaret etti. Oğuz henüz yatağından kalkmışken içeriye tanımadığı, ince bıyıklı, şahin gözlü başka bir yüzbaşı geldi.

“Genç bir kızı arıyormuşsun, doğru mu?”

“Evet komutanım!”

“Benimle gel!” Komutanın peşine takılıp giderken yüreğinde umut vardı. Ezanlar okunmaya başlandı, bu sabah daha bir güzel geliyordu ezan sesi. İçinde umut ve neşe vardı. Yüzbaşı, Oğuz’u yola çıkmakta olan devriyeye katacağını söyledi. Girdikleri çadırdan yeni bir silahla birlikte askerlerde olan çantalardan verdi. Birlik hazır olduğunda yüzbaşı devriye çavuşuna emir verdi:

“Devriyeden sonra bu kardeşini kasabaya götür. Bulunanlar içinde kardeşi olabilir. Yardımcı ol!”

“Emredersiniz Efendim!”

Saatler sonra minik bir derenin yanına vardılar. Su için durmuşlardı. Hazır su varken yemek için mola da verilmesini istedi Mustafa Çavuş. İki askeri ateş yakmak için kuru çalı çırpı toplamaya gönderdi. Derede kuşburnu çalılıkları vardı, askerler oraya ilerlediler. Oğuz yeni çantasını açtı. İçinde yedek mermiler, tahin helva, peynir, soğan ve somun ekmekle birlikte birkaç parça eşya daha vardı. Çantasındaki yiyecekleri çıkarırken dereye inen askerlerden Malatyalı Serhat’ın sesi duyuldu:

“Mustafa Çavuş! Burada izler var. Hatta kan izleri var.”

“İzler yeni mi?”

“En fazla iki günlük!” Çavuş eline silahını alıp oraya giderken diğerlerine etrafta başka izler aramalarını emretti. Oğuz dayanamayıp çavuşla gitti. Dereye vardıklarında at ve insan izleriyle birlikte boş mermi kovanlarını gördüler. Bu sırada kuru çalı çırpı toplayan Urfalı Vedat, “Mustafa Çavuş! Bakın ne buldum” dedi. Çalılardan çıktığında elinde işlemeli bir hançer vardı. Oğuz, hançeri hemen tanıdı, “Olamaz! O kardeşimin hançeri…” dedi. Çalılığa koştu. Birkaç taşta kurumuş kan izlerini gördü fakat çok değildi. Diğerleri oraya yaklaşan son ayak izlerini takip ettiler. Birkaç kişilermiş ve uzaklaşan izlerde hiç genç bir kadına ait iz yoktu. Oğuz hançeri alıp sıkıca tuttu. Dizleri üzerine çöküp gözyaşlarına boğuldu. Gökçe’yi sonsuza dek kaybetmenin acısı yüreğinde bin tonluk demir yumru gibi ağırlaştı.

***


Ermeni mezalimi, ardında bir daha asla silinmeyecek derin yaralar bırakarak bitmişti. Elbette tarih bunları yazacaktı, tarih unutmazdı. Tarih unutsa bile Allah asla unutmaz ve affetmezdi.


Bölüm 5: Yabancı dokunuş

Kendine geldiğinde gözlerini açamadı fakat duyuları çalışıyordu. Bir yatakta olduğuna emindi. Yastığı, üzerine örtülmüş battaniyeyi hatta üzerindeki kıyafetlerini bile hissetti. Aynı kıyafetlerdi. Bacağında ve omzunda sargı vardı. Gözlerini açmak istedi fakat açmaya korktu. Eğer hâlâ o zalimlerin elindeyse… Duyduğu son cümleleri hatırladı. Şimdi ne olacaktı? Eninde sonunda uyandığını anlarlardı.

Elini tutan bir el vardı. Hatırladığı son dokunuşun sahibi bu el değildi. Şimdiki dokunuşta hissettiği şefkat duygusuydu. Bir süre etrafı dinledi. Huzurlu bir ortam olmalıydı. Sakin ve sessizdi her şey. Acaba neredeydi, bunlardan nasıl kurtulacaktı? Düşünceler yoğunlaştıkça zaman geçti ve geçen her an Gökçe biraz daha kendine geldi. Sadece kol ve bacağında minik sızılar vardı. İyileşmeye yüz tutmuş mermi yaralarıydı ve temizlenip sarılmıştı. Ermeni çetecileri böyle davranmazdı. Neler olmuştu acaba, kurtulmuş muydu? Gözlerini açmaya zorladı. Artan merakı düşüncelerine galip geldi ve göz kapaklarını bir süre sonra yavaşça araladı.

Eski ama temiz bir odanın tavan direklerini gördü, sonra beyaz badanalı yine temiz duvarlarla yüz yüze geldi. Başucundaki duvara asılı Mushaf’ı gördüğünde öyle rahatladı ki, hemen gözlerini yatağına çevirdi. Bir sedirde yatıyordu. Sedirin yanında tahta bir tabure üstünde oturup elini tutan kişiyi gördüğünde yüreği sevinçten pır pır etti.

Abisi Oğuz! Çizgi şeklinde, iyileşmiş fakat izi kalmış yaralı yüzünde kederli ve buruk bir bakışla kendini izliyordu. Gözleri açıldıktan sonra yüzüne biraz daha rahatlama hissi yerleşti. Bir elinde işlemeli hançerini tutuyordu. Kardeşinin gözlerini açtığını görünce yaklaşıp alnından öptü, hançeri yanına koyup saçlarına dokundu,

“Kardeşim! Ailemden bana kalan son emanetim… Sana kötü bir şey oldu diye korkudan öldüm. Şükürler olsun ki olmadı. O melunlar daha gidecekleri yere ulaşamadan askerler seni bulmuşlar.”

Derin bir nefes aldıktan sonra konuşmasına devam etti… “Çavuş Emmi ve birkaç kişi peşinizden geldik. Çok uğraşmamıza rağmen seni bulamadık ama şükür ikinizi aynı yerde buldum!”

Başka şeyler de söyleyecekti sanki ama Oğuz sustu. Gözlerini kaldırdı ve sedirin diğer yanına baktı. Gökçe’ye orayı işaret etti. Orada her kim vardıysa görmek için sabırsızlanarak başını çevirdi. Hemen yan sedirde uzanmış yarı baygın hâlde kendisini izleyen gözleri gördüğünde dünya adeta ona yeniden bahşedilmişçesine sevindi. Yaraları yüzünden hareket edemeyen ama bakışlarında huzur dolu o gözlerin sahibi… Tuğrul!

“Yüreğim!” diyebildi sadece, abisine baktı tekrar. Onun gözlerinde olan buruk sevince eşlik etti. Oğuz yerinden kalkıp Tuğrul’un yanı başına geldi. Nazikçe elini aldı ve Gökçe’ye doğru getirdi. İki sevgilinin ellerini birleştirdi,

“Babam hayattayken düğününüzü göremedi, muhtemelen ben de göremeyeceğim. Karabekir Paşa yetişti fakat savaş bitmedi. Ordu kısa sürede buradan ileriye gidecek. Paşa’nın dediğine göre Ermenileri gerekirse Kaf Dağı’nın ardına kadar süreceğiz. Sizi, size emanet ediyorum. Birbirinize iyi bakın ve olanları unutmayın!”

“Herkes öldü ağabey!” Zorlanarak konuştu Gökçe: “Köyden birkaç kişi dışında hayatta kalan yok. Herkesi mezara koyduk. Burçin ve Afşin de… Ellerini ayırmadan hem de… İnşallah iki cihanda mutlu olurlar. Mekânları cennet olsun.”

İki sevgiliyi el ele bırakıp az ileride duran orta yaşlı ama tanımadığı bir kadına baktı:

“Günce Aba! Emanetlerime iyi bak olur mu?”

“Hiç merak etme oğul! Siz beni kurtardınız, ben de inşallah evlatlarımı iyileştirip onların gölgesinde yaşayacağım. Yolun açık olsun. Geri dönersen kapımız senindir.”

Oğuz önce Tuğrul’u sonra kardeşi Gökçe’yi alınlarından öpüp ortalarında durdu: 

“Çektiğimiz acılar bitse bile yüreğimizden hiç gitmeyecek. Kalmak isterdim ama bizim durumumuzda olan binlerce insan var ve hâlâ bu çetelerin zulmü temizlenmiş değil. Olur ya geri dönemezsem, ilk çocuklarınıza anne ve babamızın adını koyun olur mu? Hiç değilse hatıraları yaşasın.”

Tuğrul’un gözlerinden süzülen tek damla yaşı Oğuz sildi, Gökçe kendi gözyaşlarını silip kesik kesik konuştu:

“Ağabey! Kal diyemem. Neler çektiğimi bir ben, bir de Allah biliyor, gitmelisin. O vahşetten bir kişiyi bile kurtarsan o bana yeter. Bana daha iyi bir düğün hediyesi vermiş olamazsın.” 

Oğuz birkaç adım geriledikten sonra yarım yamalak becerebildiği asker selamı çaktı. Ardından Günce Aba’nın elini öpüp odadan çıktı. İki sevgili birbirlerine baktılar. Günce Aba da çıktı odadan. Şimdi geride Kırçiçeği’nin gözlerinden süzülen sevinçli ve bir o kadar da kederli yaşlar kaldı. O yaşlar babası, annesi, küçük kardeşi, sırdaşı Burçin, Afşin ve tüm köylüleri için yastığa süzüldü. 

İki çift sevdalı göz, uzunca bir süre sessizce birbirine baktı. Tek kelime etmediler. Ne kadar geçti farkında değillerdi. Bir süre sonra yorgun bedenleri ağırlaştı ve daha fazla dayanamadan el ele uykuya daldılar. Güneşi yeniden görebilmek için... Kalplerinde dua ve yaşananların derin acısı yüreklerinde kor olmuşçasına derin nefesler alarak yine de huzurla uyudular…