
Bölüm 1: Yıkılan Dünya
YÜKSEK ve çıplak dağlarla çevrili, hafif eğimli çayırların içinde akan minik derenin kenarındaydı. Acelesi varmışçasına hızlı akan suyun önü kaba birkaç taş tarafından kesiliyor, taşlara çarpan sular zerre zerre çakıllara dökülüyordu. Köpük köpük kaynayan suyun bin parçaya ayrılan damlacıkların özgür hareketlerine gıptayla bakıyordu.
Çok değil, birkaç ay öncesinde bu derenin kenarında gezinirken gönlünde ufku geniş duygular kol geziyordu. Sürmeli kara gözleri şimdilerde kederli, yorgun ve umutsuzdu. Nasıl olmuştu da bu kadar kısa sürede bu hale gelmiş, her şey tersine dönüvermişti.
Ağlamaktan kızarmış gözleri henüz mazi olmamış fakat bir daha hiç yaşanamayacakmış gibi gelen o güzel günlere gitti. Eski değil, sadece çok uzakta kalmış günlerdi. Gönlünde var olan tüm güzel duyguların yaşandığı, narin yüreğindeki kelebeklerin neşeyle dans ettiği günlerdi.
Çimenliklerde hışırdayarak ses çıkaran mor eteğinin üzerine beyaz örgü gömleği dökülüyor, boynundaki kahverengi şalına kara gözleri, güldükçe ortaya çıkan gamzeleri eşlik ediyordu. Oyalı gök mavisi yazmasının sardığı dalgalı saçlarını rüzgâra bırakmıştı. Şimdiye dek tek telini birkaç kişi dışında gören olmamıştı. Yeterliydi de. Sadece onun görmesi bile yeterliydi. Onu hatırlamak gözlerine yeniden inciler ekti. Minik damlalar süzüldü yanağından. Aklı tekrar huzurlu günlere uçtu.
O gün yan yana yürürken hissettiği derin heyecanı bastırmak için çok çaba harcamıştı. Elbette başarılı olduğu pek söylenemezdi. Yüreğinde ilk kez aşkın çiçeği açılmış, ona nasıl bakacağını bilememişti. Sesindeki heyecanlı titreme bile güzeldi. Varsın olsundu, yanında Tuğrul varken…
Yüreğinin köşesinde minik bir utanma duygusu belirdi. Eline dokunan el sertti fakat sevgi ve şefkat hissiyle doluydu. Bunu hatırlamak yüreğini titretti. Hiç değilse bugün taşıdığı endişe ve korkuların hiçbiri o gün yoktu. Oysa şimdi, duyduğu her farklı ses beraberinde korku getiriyordu. İstemsizce eli beline gitti. Ayda yılda bir kez gelen Tüccar Erez’den çeyizi için babasının aldığı gümüş işlemeli hançerini yokladı. Bu hançer, düğününde abisi tarafından gelinliğindeki kırmızı kurdeleden kuşağa takılacaktı. Yine belindeydi, lakin hasretle beklediği düğünü bir türlü olmamıştı. Şimdilerde kalın kemerine takılmış deri kınındaydı ve uykusunda bile yanındaydı.
Kısacık bakışmada yaşanan güzel anılar doldu yüreklerine. Sıradan ama çok güzel şeylerdi. Bakmalar, konuşmalar, gülmeler ve daha nice içten hem de sevgi dolu anılar… Lakin durmaya zaman yoktu. Önünde zorlu sis, ardında sırtlanlar ve başka vahşi hayvanlara ait hırlamalar, değişen tuhaf arazi hep aleyhlerineydi.
“Gökçe!” Elli metre arkada toplu halde oturan köylülerden akranı Burçin’in sesinde kaygı yoktu fakat Gökçe alışkanlık gereği hızla başını çevirdi. En yakın arkadaşıydı. Kendi boyunda, ince yüzlü ve oldukça neşeli bir kızdı. Son zamanlarda onun da yüzünde herkes gibi kötü duygular geziniyordu. Ellerinden alınan yurtları, öldürülen akraba ve köylüleri, sefalete mahkûm olmuş hayatları yeterli sebepti. Kız, yanına kadar geldi, “Gözcülerden Dayı Göymen geri döndü. Yaklaşıyorlarmış!” dedi. İlk günler olsaydı bu kelimeler fazlasıyla telaşlı çıkardı, ancak herkes yaşananlara alışalı çok olmuştu.
“Yine mi gideceğiz! Nereye?”
“Kızıl Ağa Dağları’na doğru gidelim diyorlar… Herkes toparlanmaya başladı bile!” Söylenecek söz yoktu, sessizlik uzadı. Neden sonra Gökçe, “Gidelim diyorlarsa”… Cümlesini bitiremeden silah sesleri duyuldu. Sesler kuzeydeki sarp kayalıkların ötesinden geliyordu. Herkes hızla toparlanarak eşyaları sırtlandı. Silahlı köylülerse kadın ve çocukları kaçırma telaşına düştüler, birkaçı seslerin geldiği yöne doğru fırladı. Başlarında Tuğrul vardı. Onunla arasında iki yüz metre vardı ve Gökçe haşin hareketlerini izlerken bile onu özlüyordu. Gitme demeyi isterdi fakat başka çare yoktu. O ve beraberindekiler telaşlı hareketlerle kayalıklara doğru koşturuyorlardı. Silahları yanlarındaydı.
Kadın ve çocuklar önde birkaç erkek yanlarında seslerden aksi yöne yola koyuldular. Karmaşa var gibi görünse bile herkes ne yapacağını, nasıl davranacağını biliyordu. Çocuklar bile bu ani hareketliliğe alışmış, büyüklerine ayak uydurmayı öğrenmişti. Onca hareketliliğe rağmen pek ses yoktu, sadece, “Haydi… Hızlı olalım, Şşşt… Sessiz!” gibi seslerden oluşan minik bir uğultu duyuluyordu.
Gözleri Tuğrul’daydı. Elinde beşli mavzerle kayalıklara ilerliyordu. Bir kez olsun ardına bakmadı. O koşup uzaklaşırken Gökçe’nin yüreğini de yanında götürüyordu. Yaklaşan düşmanı durdurmalı en azından engellemeliydiler. Yoksa bütün kadın ve çocuklar esir düşecek, namusa leke sürülecekti.
Ermeni çetelerinin esir olanlara veya yakaladıkları kişilere neler yaptıklarını anlatmaya bile gerek yoktu. Dünya çok vahşet görmüştü fakat böylesi çok nadir yaşanmıştı. Camide toplanıp canlı canlı yakılan insanlar, hamile kadınların karnında öldürülen çocuklar anlatılabilenlerden yalnızca birkaçıydı. Çoğu hikâyeyi bırakın anlatmayı, hatırlamak bile bilenlerin tüylerini ürpertiyor gözlerine yaşlar dolduruyordu. Kan ve vahşet kol geziyor, ordu savaştayken arka planda çeteciler dehşet saçıyordu. Genç kızlar yaşlı ve kötü görünmek, hiç değilse tecavüzlerden korunmak için yanlarında yanmış odun parçaları taşıyorlardı.
Silah sesleri yaklaşıyordu. Çıplak kayalıklarda yankılanan sesleri duymamak imkânsızdı ve Tuğrul gidenlerin başındaydı. Köylülerin bir kısmı yamacı diğer yana dönmüş, bir kısmı yamacın sırtına yakınken Burçin ve Gökçe onlara yetiştiler. Yamaç keskin değildi. Tuğrul’u ve onunla beraber olanları arkalarında bırakmak için kısa bir süre varken başka silah sesleri de duyulmaya başlandı. Farklı yönden geliyordu.
Gökçe gözünü ona dikti. Uzakta kalmış olmasına rağmen onu görebiliyordu. Şarjör değiştirmesini, siper almasını, hedefine odaklanmasını ve silahın namlusundan çıkan kurşunun geride bıraktığı hızla solan parlaklığı… Gökçe son adımlarını sanki geri geri atıyordu, gözleri hâlâ ondaydı. Bir zamanlar eline değen sert ancak şefkatli el şimdi geride kalıyordu. Gitmek istemiyordu. Söz vermemiş olsaydı gitmezdi. Sevdiği adam ona yemin billah ettirmiş, “Vurulduğumu görsen bile kaçacaksın!” demişti.
Yüreğinde çakan şimşeği ve acıyı tanıyordu. Küçük kardeşi gözünün önünde vurulmuştu ve şimdi yine aynı acıyla sarsıldı. Bedeni titredi, ayakta durmak için çaba sarf etmesi gerekti. Gözleri karşı yamaçtaydı. Ona güç veren, hayatta kalmasını sağlayan sevdiğinin solmakta olan görüntüsündeydi. O görüntü yavaşça aşağı kayıyordu. Silahı olduğu yerde kalmıştı ve Tuğrul, siper olarak kullandığı kayanın altına doğru kayıyordu. Kan var mıydı? Göremiyordu. Geri döndü. Koşmaya başladı. Dermansız dizleri isyan etse de o koşmaya devam etti. Bir el yakaladı onu, sıkıca tutan bir el! Kurtulamadı o elden, kim olduğuna bile bakmadı. Aklı, yüreği oradaydı. Can damarlarından akan yaşamsal kan çekildi. Hissedemediği duyularına boşalan dizleri eşlik etti.
Gördüğü son şey, Tuğrul’un yanındaki Baycı Yusuf’un arkadaşını tutup sırt üstü yere uzatmasıydı. Zaman yoktu. Yusuf, tekrar silahını aldı ve ateş etmeye devam etti. Bir el hâlâ Gökçe’yi tutuyordu. Hayır, tutmuyor sürükleyerek götürüyordu. Karşı yamaç gittikçe gözlerinden uzaklaşıyordu. “Tuğrul! Yüreğim… Lütfen hayatta kal… Beni yapayalnız bırakma, Allah’ım yardım et!” Yamacı döndüler. Yüreği, hayatı, aşkı, sevdası hatta dünyası diğer yamaçta kanlar içinde yerde uzanmıştı.
***
Derin bir sessizlik oldu önce. Sonra bastırılmış hıçkırıklar duyuldu. Tavanı yüksek mağaranın derinliklerinde uğultulu bir ağlayış yükseldi. Ne gidecek yer, ne kaçacak derman, ne de onları hayatta tutacak yiyecek yoktu. Seçenek yoktu…
Bölüm 2: Dağların Gölgesinde
Kızıl Ağa Dağları’nın üst kısımları alabildiğince çıplak kayalıklardan, alt kısımları yer yer ağaçlık, geneliyse çimenlik meralardan oluşuyordu. Yüksek kayalıkların içinde birkaç gizli mağara vardı. Mağaraları yıllarca kullanan köylüler konaklamak için, kaçması ve gözetlenmesi en kolay olanını seçmişti. İki gün süren kaçışın ardından izlerini kaybettirerek buraya kendilerini atabilmişlerdi. Herkes yorgun, bitkin ve dermansızdı.
Köyün gençleri hatta eli silah tutan hemen herkes geride kalmıştı. Kimlerin şehit olduğunu, kimlerin hayatta kaldığını bilen yoktu. Herkes birbirini belirsiz sözlerle teselli etmeye çalışıyordu. Yaşama dair umut henüz solmamıştı fakat yarına dair tek bir hayal bile kalmamıştı. İyi olan tek şey, Karabekir Paşa’nın adıydı. Denilen o ki ordusuyla yaklaşıyordu ve acılar onun eliyle bitecekti. Elbette o güne kadar hayatta kalmayı başarabilirlerse… Öyle olacaktı inşallah.
Burçin, arkadaşının başından bir an bile ayrılmadı. Bir zamanlar sürmeli kara gözleri olan sırdaşının güzel yüzünde artık derin keder çizgileri ve gözlerinde ağlamaktan yaş kalmamış kırmızı çukurlar görünüyordu. Tuğrul ona “Kırçiçeğim” derdi. O çiçekten geriye sadece feri sönmüş, rengi solmuş ve kurumaya yüz tutmuş bir görüntü kalmıştı.
Ziyadesiyle kıt olan yiyeceklerden kendisine verilenlerin onda birini bile yememişti. Birkaç kez su içirmeyi başarabilmişti lakin Gökçe hayattan kopmuş, gözlerinde kin ve nefretten başka bir şey kalmamıştı. Kendi kendine söylendiği oluyordu. Burçin tek kelimesini anlayamıyordu, yüz ifadesinden çıkardığı kadarıyla kızgın ve nefret dolu sözlerdi. O gece herkes dinlendi. Geride kalan erkeklerden ve ileriye giden gözcülerden haber beklediler. Gelen giden olmadı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Düşman artık eskisinden daha tehlikeliydi. Yanlarında onları koruyacak birkaç kişi dışında silahlı kimse yoktu. Nereye gideceklerini, nerede güvende olacaklarını kestiremiyorlardı.
Sabahın kör saatlerinde Bala lakaplı, on yedi yaşına henüz girmiş, sırtında Rus yapımı mavzer silah taşıyan Fazlı geldi. Haşin gözlerinde iyimser duygu yoktu. Kim bilir kaç zamandır lokma yememiş, en son ne zaman uyumuştu? En kötüsü de, gözlerindeki yenilmişlik hissiydi. O his çok belirgin bir halde yerleşmişti gencin yüzüne.
Herkes başına toplandı. Birkaç lokmadan oluşan ekmek ve az da olsa soğan ikram edildi. Genç Fazlı oturup nefeslenirken ikram edilenleri çabucak bitirdi, beyaz bir maşrapada uzatılan suyu içti. Konuşmak için ağzını açtı ama konuşmadı. Bekledi. Herkesin yüzüne baktı. Bu bekleyiş daha fazla merak getirdi, acaba Bala Fazlı ne haber getirmişti? Keşke güzel haberler verebilseydi.
“Geride birkaç kişi dışında kimse kalmadı! Yaralıları bile geride bırakmak zorunda kaldık. Burası da artık güvende değil. Çavuş Emmi olabildiğince erken kaçmanızı söyledi.”
Derin bir sessizlik oldu önce. Sonra bastırılmış hıçkırıklar duyuldu. Tavanı yüksek mağaranın derinliklerinde uğultulu bir ağlayış yükseldi. Ne gidecek yer, ne kaçacak derman, ne de onları hayatta tutacak yiyecek yoktu. Seçenek yoktu… Arkalardan birisi seslendi,
“Bala! Askerlerden haber yok mu?”
“Savaşın büyük kısmı Erzurum taraflarındaymış. Orada da durum pek iyi değilmiş. Şimdilik bize yardım edecek kimse yokmuş. Çavuş Emmi öyle söyledi.”
Ön sıralardan başka birinin sesi duyuldu:
“Ya Karabekir Paşa?”
“Savaşta… Uzun sürmez yetişir inşallah deniliyor. Ama bu günler de alabilir haftalar da.”
“Evlat! Ne kadar zaman var?”
“Çavuş Emmi, en geç akşama kadar geçidi tutabiliriz dedi. Çeteler tek bir yerde değiller, daha fazla dayanamayız, dedi.”
Kaçmak için bir gün, kasabaya ulaşmak için en az üç güne ihtiyaçları vardı. Ön sırada oturan Molla Ahmet Dayı elini kaldırdı. Uğultu kısa sürede kesildi. Molla’nın sakin, sabırlı ve inanmış sesi duyuldu:
“Allah’ın dediği olur! Eğer fırsat verdiyse elbette gideriz. Yine de tedbiri elden bırakmamak lazım. Kadın ve çocukları önden, erkekleri arkadan gönderelim. Zamanı geçmiş bizler gerekirse sonda kalalım. Onların korunması gerekiyor. Gün olur devran dönerse bu memleketi yine onlar yüceltecekler. Dökülen kanlarımızın hesabını onlar soracaklar. O yüzden çocukları korumamız gerek.”
Büyüklerin anlattığı hikâyelerden birinde buna benzer sözleri hatırlamıştı Gökçe. Orada Kınık boyunun uğradığı saldırı sonrası, Sarı Hoca1 denilen adamın söylediği sözlere ne çok benziyordu. Demek tarih değişse de olaylar pek değişmiyordu.
Yaşlılar bir süre tartıştıktan sonra Molla Ahmet Dayı’nın önerisini kabul ettiler ve öğlen yola çıkmaya karar verdiler. Gökçe bir kenara çekilip gözlerini yumdu. Çok az uyuyordu ve gözlerini kapattığında hep aynı şeyi görüyordu. Tuğrul’u. Gülen yüzünde sevecen bakışları kendisini izliyor, ara sıra “Kırçiçeği” deyişlerini duyuyordu. Yine aynı şeyi göreceğini düşündü. Onu geride bıraktığından beri gülmemiş ancak hayatta kalacak kadar yemiş içmişti. Yine onun hayalini karşısına aldı. Gözlerinin ardındaki boşluğa onun görüntüsünü doldurdu.
“Kaç Gökçe, kaç!” Sık çalılıklarla kaplı, çamur zeminli tuhaf bir yerde koşuyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Koşarken elbisesi çalılara takılıyor ve sarı elbisesinden sürekli geride parçalar bırakıyordu. Bazen düşüyor, çamura bulanan elbisesine aldırış etmeden koşmaya devam ediyordu. Çalılıkların sonu görünmüyor, sanki gitgide sıklaşıyordu. Bir şekilde felaha ermeliydi ama nasıl? Duyduğu ses Tuğrul’un sesiydi ancak kendisi yoktu. Neden kaçtığını bilmiyor fakat yaklaşan tehlikeden kaçması gerektiğini inanıyordu. Neden sonra hırlama sesleri duyulmaya başlandı, arkalardan geliyor ve Gökçe’yi daha hızlı koşması için güdülüyordu.
Sisler içine daldı, az önce görülmeyen sis bulutu nereden çıkmıştı bilmiyordu. Soluk çalılar siluet halinde yaklaşıp kayboluyor, her defasında kıyafetinden parça koparıyorlardı. Ardında duyduğu vahşi hırlamalar arttı. Koşmaya ara vermedi, bu riske giremezdi. Başını geri çevirmeye korkuyordu. Yine de içgüdüsünü yendi ve başını geri çevirdi. Geride bıraktığı manzaraya hayretle baktı. Ardında sis yoktu, çalılıklar yoktu. Geride bıraktığı çalılar yok oluyor arkada, çöl gibi düz ve tarif edemeyeceği tuhaf bir çoraklıkta arazi bırakıyordu. Lakin o, oradaydı.
Tuğrul, Gökçe’yi korumak için kaplan misali mücadele ediyordu. Etrafı sırtlanlarla doluydu. Aldığı yaralar derin miydi emin değildi fakat kollarından sızan kanların yere dökülüşünü çok net görebiliyordu. İri damlalı, içlerinde ışık taşıyan ve üzerlerinden buhar tüten sıcak kan damlalarıydı. Bacağında da kan izleri vardı. Bunca yara bereye rağmen Tuğrul hiç de yorulmuş gibi görünmüyordu. Sanki o, daha fazla sırtlanla mücadele edebilecekmişçesine kendinden emindi. O da başını çevirdi. İki sevdalı göz birbirine temas etti. Yüreğine işleyen kahverengi gözleri gülmüyordu. Kolundan ve bacağından sızan kanlara rağmen onun, dinç bir duruşu ve sakin bir hali vardı.
Kısacık bakışmada yaşanan güzel anılar doldu yüreklerine. Sıradan ama çok güzel şeylerdi. Bakmalar, konuşmalar, gülmeler ve daha nice içten hem de sevgi dolu anılar… Lakin durmaya zaman yoktu. Önünde zorlu sis, ardında sırtlanlar ve başka vahşi hayvanlara ait hırlamalar, değişen tuhaf arazi hep aleyhlerineydi. Gökçe kalmak, onunla olmak istiyordu. Tuğrul bu düşünceyi sezmiş olmalı ki yeniden seslendi:
“Kaç Gökçe, kaç!”
(Devam edecek…)