Kınayı da unuttuk, sılayı da

Komşuların kapılarını çalar, ellerini öper, şekerlerimizi toplardık. Maksat şeker değildi elbette. Hem yediğimiz hiçbir şeker, o bayramlaşmalar kadar tatlı olamadı. Sonra yarışırdık birbirimizle kim daha çok şeker toplayacak diye. Ziyaret etmedik akraba, konu komşu kalmamalıydı bayramlarda. Dargınlar barışmalı, hasretler kavuşmalıydı...

“ÂH, nerede o eski bayramlar?”

“Yahu ne vardı bu eski bayramlarda?” diye sormadan edemezdim yanımda yöremde bu özlem kokulu cümleyi kuran yaş almış insanlara. Ne yaşamış, neleri kaybetmiş, neyi arıyor olabilirlerdi? Bayram, bayramdır sonuçta. Eskisi yenisi mi olur?

Olurmuş efendim, olurmuş. Hem de ne olurmuş! Daha cennet delikanlısı yaşında bile değilim ama dönüp baktığımda gönül aynama dilimden dökülen o “Âh!” ile karşıki dağlar yıkılacak sanıyorum. Ne güzellikler kaybetmişiz bakıp bakıp tarifsiz bir iştiyakla yanıyorum. Arıyorum vallahi dostlar, o eski bayramları arıyorum. Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?

On bir ay yollarını gözlerdik sultanlar sultanının. Sevdasını bekleyen âşık misali günü güne eklerdik. Gelip çalsın artık kapımızı diye sabır tespihine her gün yeni bir tane eklerdik. Rabbim hangi sabredene istediğini vermemiş, hangi bekleyene sevdasını getirmemiş, onu da bize getirirdi elbet bunca bekleyişin ardından.

“Sizin yaşınız küçük daha, dayanamazsınız. Tekne orucu tutun siz en iyisi” derdi büyüklerimiz. O çocuk aklımızla neler geçerdi hayâllerimizden… “Nasıl tutacaktık tekne orucunu? Hem burada deniz yok ki tekne olsun? Ya biz tutmaya gittiğimizde kaçıverirse elimizden? Gitti mi bütün emeklerimiz boşa? Şimdi ne olacak, nasıl bakacağız evdekilerin yüzüne?” derken işin aslının öyle olmadığını anlardık. Öğle vaktine kadar tutacakmışız orucu. Hoca “Allah-u Ekber!” der demez de açacakmışız. Sonra bekle ki sahur gelsin…

En lezzetlisi de o sahur sofralarıydı doğrusu. Daha yatağa gitmeden yalvarmaya başlardık annemize “Anne, ne olur beni de kaldır sahura!” diye. Anne yüreği işte, o uykunun en sıcak, kucaklayıcı yerinde uyandırmaya kıyamazdı bizi ama biz öyle bir ısrar ederdik ki ısrarlarımız galip gelirdi sonunda. Gözümüzün biri açık, biri kapalı, ağzımızın yerini bulmaya çalışırdık uykunun mahmurluğunda. Ne de güzel kokardı sıcacık bazlamalar, içtiğimiz bir bardak çay... Şimdi en güzelini koysalar önüme, yine de o tadı vermiyor yediğim hiçbir bazlama, içtiğim hiçbir çay... Farklı bir şeyler vardı orada. Sıcacık, sevgi dolu, kucaklayıcı, samimi...

Gün devrilip akşam ezan vakti yaklaştı mı, bir telâştır başlardı bütün sokaklarda, evlerde. Herkes bir yerlere koşuştururdu. Anneler mutfakta gösterirlerdi bütün hünerlerini. Babalar sıcacık bir pide götürmek için hanelerine dakikalarca beklerlerdi o kuyruklarda. Hele çocuklar, hele çocuklar, âh o tatlı yaramazlar!..

Kimse yalnız oturmaz, oturamazdı iftar sofrasına. Bir kaşık çorbasını Tanrı misafiri ile paylaşmadan iftar mı olurdu? Bu güzellikler her gün tekrarlanırdı. Tâ ki sultanlar sultanı veda edip gidene kadar…

Yöreye göre farklı farklı isimleri var; biz “arefe günü” diyoruz bayramdan hemen önceki o güzel muştucuya. Bir tören havasında geçerdi o gün. Akşama kadar hazırlıklar, temizlikler, yıkanıp paklanmalar, tatlılar, börekler, bileklerimize kadar yakılan kınalar, “Sizi de unutmadık, gönlümüzdesiniz, duâlarımızdasınız” diye gittiğimiz mezarlık ziyaretleri, akşamdan hazırlayıp başucumuza koyduğumuz bayramlıklarımız... Erkenden girerdik yataklarımıza hemen sabah olsun da bayrama kavuşalım diye…

“Bayramlar bayram ola” diyor ya şair, evet, gerçekten bayramlar bayramdı o vakitlerde. Evin erkekleri -en gencinden en yaşlısına- bayram namazına koşarlardı. Kadınlar, kızlar en güzel bayramlıkları içinde bayram sofrasını kurarlardı daha erkekler camiden dönmeden. O sofrada birleşirdi yuvanın tüm canları. Kaşık çatal sesleri ve şen kahkahalar dolardı odanın içine. Sonra bayramlaşma merasimi… Küçükler büyüklerin ellerini öperdi, büyükler küçüklerin gözlerini –“özlerini” desek daha doğru olacak belki de-…

Ardından şeker toplama faslı… Komşuların kapılarını çalar, ellerini öper, şekerlerimizi toplardık. Maksat şeker değildi elbette. Hem yediğimiz hiçbir şeker, o bayramlaşmalar kadar tatlı olamadı. Sonra yarışırdık birbirimizle kim daha çok şeker toplayacak diye. Ziyaret etmedik akraba, konu komşu kalmamalıydı bayramlarda. Dargınlar barışmalı, hasretler kavuşmalıydı...

Sahi, ne oldu bize? Neden değiştik bu kadar? Bu bayramlar, o bayramlar değil. Bayramın sadece adı kaldı. On bir aydan farksız yaşar olduk Ramazan-ı Şerifi. Yoksa âşık, o eski âşık mı değil? O iştiyakla beklemiyor mu maşukunu? Aç kalmak için mi tutuyoruz orucu ya da kalmamak için mi tutmuyoruz? Neyi kaybettik de arefe gününü bile fark etmiyoruz? Bayramlık bile almıyoruz üstümüze başımıza. Kınayı da unuttuk, sılayı da.

O kadar uzun zaman oldu ki şeker toplamak için kapımızı çalan çocuk görmeyeli, konu komşuyla bir iftar sofrasında aynı sevince kaşık salmayalı, titreyerek bayram namazı için abdest almayalı...

Şimdi siz söyleyin a dostlar, âh, nerede o eski bayramlar?