Kimseye “hain” demiyorum, ancak!

Şu iki hususa dikkat etmek lâzım: Gerçekten bir yanlışlık mı var, yoksa birilerinin dolduruşuna mı gelmişiz? Eğer dolduruşa geldiysek, derhâl o dolmuştan inmek lâzım. Öyle değilse, bir sonraki madde gündeme geliyor. Yani itirazımızı yapıp sonuç aldıktan sonraki süreci yönetebilecek ve yine kendi ülkemizin lehine bir şekilde devam ettirebilecek miyiz? Eğer devam ettirebileceksek, sorun yok. Ama devam ettiremez ve başkalarının emellerine hizmet etmiş olacaksak, yine bir anlamı yok.

MİLLETVEKİLİ olduğum yıllarda, bir kanun çıkarırken komisyon çalışmaları esnasında çok ikilemde kaldım.

Kanun tasarısını veya teklifini komisyonda görüşmeye başlardık fakat iyi bildiğim konularda birtakım yanlış maddeler olduğunu fark ederdim.

Evet, sizin aklınıza gelen, benim de aklıma gelirdi ve “Hemen bu yanlışı/eksiği söylemem ve düzelttirmem lâzım” derdim. Tabiî kazın ayağı öyle değil.

Peki, ne olabilir?

Muhalefet milletvekili arkadaşlarımız için “bir iktidar milletvekilinin, iktidardaki bakanın getirdiği bir kanuna itiraz etmesi”, Mağribînin mal bulması gibidir; ufacık itirazı bile büyütürler, büyütürler…

Milletvekiliyle bakanın arasında bir çatışma ve hattâ iktidar partisi içinde kutupların olduğu gibi noktalara kadar götürürler…

O yüzden, ne kadar iyi niyetli olursanız olun, Hükûmet’in ve partinin yıpranmasıyla sonuçlanacak en doğru itirazları bile dile getiremezsiniz; genel olarak doğrunun ortaya çıkması değil, bir iktidar mücadelesi, bir yenme ve yenilme mücadelesi söz konusudur.

Daha farklı boyutları da olan bu durumun parlamento dışında ve ülke sathındaki millî meselelerde olmaması mümkün mü?

Devletler şunu bilirler: Devletin/kurumların ömrü, şahısların ömründen çok daha uzundur. Plânlarını da o ömür hakikatine göre yaparlar.

Meselâ diyelim ki, ilkokula gittiğiniz sıralarda bir kediniz var, kedinizle ilgili, “İşe gireyim, evleneyim; çocuklarım, torunlarım olsun ve emekli olunca bu kedimle torunlarımın oynamalarını seyredeyim” diye hayâl kursanız bile pek bir anlamı olmaz. Kedinizin ömrü o kadar olmayacaktır. Ama siz yine böyle plânlar yaparsınız…

Devletlerin de, plânları hazırlayanların sonucunu göremeyecekleri birçok plânı vardır. İngiltere Birleşik Krallığı’nın Osmanlı Devleti’ni yıkma plânlarının 18’inci yüzyılda yapıldığı söylenir.

Plânlar hayata geçirilirken hedefle hiç alâkası olmadığı veya zararsız zannedilen birçok aşama olur: Üst düzey bir devlet yöneticisinin oğluna burs verilir ve belki de bursla okuyanın torunundan sonuca ulaşılmaya çalışılır. Burs alan yöneticinin çocuğu iyi davranışları görür, son derece zararsız ve iyi olan bu ortam sebebiyle bağlantılar oluşur. Sonra o bağlarla kendi çocuğunu gönderir. Yavaş yavaş, hayatlarındaki değerler ve kriterler değişir. Bir bakarsınız ki, dedenin değer ve kriterleriyle torunun kriterleri ve değerleri zıt hâle bile gelir. Vatanı için canını verecek bir dedenin torunu, yine vatanı için doğru sandığı yeni fakat başka ülkenin plânlarına hizmet eden kriterleri hayata geçirir…

Sadece bir dede ve torun üzerinden anlattığım bu durum, yüzlerce insanla ve daha karmaşık şekilde gerçekleşir.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin de böyle uzun süreli plânları vardır. Hattâ bir kısmı Osmanlı’dan devralınmıştır ve âdeta mîrastır.

Dünyadaki, ilgili herkesin bildiği birkaç konuyu zikredelim: Musul meselesi, Adalar mevzu, Kıbrıs konusu, Afrika çalışmaları, Boğazlar sorunu…

Bu zikredilen hususlarda karşı plânlar da vardır tabiî. Meselâ Adalar mevzuunda Türkiye’nin birtakım çalışmaları varsa da, plân sahibi karşı ülkelerin de çalışmaları mevcûttur. Misâl, kendilerine yakın insanların adalarda kalması için ekonomik desteklerden hukuk desteğine kadar pek çok girişimde bulunurlar. O ülke kamuoylarına da “masumane konular” gibi, etkileyebildikleri basın kuruluşları aracılığıyla sunarlar. Mezarlıklara sahip çıkma olayları da ilginç bir örnektir…

Balkanlardaki birçok kabristanımız yok edildi. Ama Türkiye’de, “Orası mezarlık mıymış?” diyebileceğiniz birçok saha, “korunması gereken mezarlık” olarak uluslararası toplantılardaki gündemlerle önünüze geliveriyor. Mezarlık, tapu niteliğinde bir fonksiyon görüyor, başka bir ülkenin, sizin ülkenizde âdeta tutunacağı bir kulp gibi iş yapıyor.

***

Acaba yabancıların bizim ülkemizdeki plânlarıyla bizlerin bir takım çalışmaları aynı sonucu doğurabilir mi? Elbette…

Hatırlarsanız, Batılı ülkeler “azınlıklara sahip çıkmak” adı altında Osmanlı’yı paramparça ettiler. O zamanlar belki zaptiyenin eziyetinden kurtulmak, haksız vergilerden korunmak ve ufak tefek de imtiyazlar elde etmek hoşuna gittiği için gayr-i Müslim vatandaşlarımız, bu Batılı devletlerin paralelinde iş ve vazîfeler yaptılar. Sonuçta o Batılı devletlerin arzularına uygun, ancak gayr-i Müslimlerin de çok fazla acı çektiği bir âkıbet gerçekleşmiş oldu…

Birçok ilden vatandaşlarımız, hiç tanımadıkları, bilmedikleri, hattâ zaman zaman hakarete uğrayıp acı çektikleri Yunanistan’da yaşamak zorunda kaldılar.

Bulgaristan’ı kopardılar da Bulgaristan zenginliğe, huzura mı kavuştu? Birçok savaşta kullanıldı ve komünizm zulmü altında onlarca yıl inledi ve şimdi de yine AB gibi büyük bir bütünün parçası olmaya çalışıyor.

Suriye keza öyle… Hattâ Yunanistan bile iki asırdan beri İngiltere’nin savaşlarda kullandığı bir maşa oldu.

Osmanlı’dan koparılan hiçbir parça rahat ve huzura ermedi. Ama ne yazık ki, yabancıların tuzakları ve içeridekilerin basiretsiz tavırlarıyla gerçekleşti bütün bu âkıbet.

***

Peki, şu an da itirazlarımız ve karşı çıkmalarımızla Türkiye’yle ilgili plânları olan yabancıların amaçlarına hizmet ediyor olabilir miyiz? Elbette…

İktidar milletvekilleri olarak haklı itirazlarımızı yapmamız hâlinde bile muhalefetin Hükûmet’i ve partimizi yıpratma projesinin bir parçası hâline dönüşebiliyorsak, ülke çapındaki meselelerde de her zaman bu tehlike vardır. İyi niyetli ve samîmi birçok itirazımız, Türkiye’yle ilgili plânları olan ülkelerin uzun vadeli plânlarına hizmet edebilir.

İyi de, hiç itiraz etmeyecek miyiz? İtiraz edince hain mi oluyoruz?

Başlangıçta söylediğim gibi, itirazlarımızda yerden göğe haklı olabiliriz. Dolayısıyla itiraz etmekte, farklı düşünmekte hiçbir sorun yok. Hattâ itirazlarımız ve düşünce farklılıklarımız, yabancı devletlerin Türkiye’deki emelleriyle paralellik arz edebilir. Bunlar bana göre hiçbir zaman “ihanet” etiketini hak etmez ve bunu gerektirmez.

Burada şu iki hususa dikkat etmek lâzım: Gerçekten bir yanlışlık mı var, yoksa birilerinin dolduruşuna mı gelmişiz? Eğer dolduruşa geldiysek, derhâl o dolmuştan inmek lâzım. Öyle değilse, bir sonraki madde gündeme geliyor. Yani itirazımızı yapıp sonuç aldıktan sonraki süreci yönetebilecek ve yine kendi ülkemizin lehine bir şekilde devam ettirebilecek miyiz? Eğer devam ettirebileceksek, sorun yok. Ama devam ettiremez ve başkalarının emellerine hizmet etmiş olacaksak, yine bir anlamı yok. O ülkelerin Türkiye’deki dönemlik maşaları oluruz, o kadar!

Bizler çok uzun süreden beri iyiyi ve kötüyü çok basit olarak kitaplarda, filmlerde gördük. Hani, “Zehri teneke kapta vermezler, altınından sakın kendini” derler ya, kitap ve filmlerdekinin aksine, aynen bu şekilde şeytanî plânlar, hile ve vesveselerle bizleri mahvedecek hamleleri hazırlayıp gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Eminim, bu plânlarla örtüşen çalışmalar yapmış vatandaşlarımız da bu ülkenin iyiliğine olduğunu düşünerek yapıyorlardır çalışmalarını.

Ama uyanık olmak zorundayız! Birbirimizi “hain” diyerek suçlamak yerine, birlikte doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırmaya çalışmalıyız.

Bütün bunlardan dolayı, ben hiç kimseye “hain” diyemiyorum. Ancak çalışmalarımızın ve itirazlarımızın sonuç vermesi hâlinde yabancıların işine gelmeyecek şekilde süreci yönetmeye devam edebilmeliyiz.