KİMLİK de, kişilik de
insana dair vasıf ve özelliklerdendir. Birisinin sosyolojik tarafı ağır basar, diğerinin
ise psikolojik tarafı.
Ama
buna rağmen “kimlik” de, “kişilik” de multidisipliner olarak, sosyoloji,
psikoloji, sosyal psikoloji, biyoloji, antropoloji, felsefe, tarih, eğitim,
siyâset, hatta bir ölçüde iktisat bilimini de yakından ilgilendiren çok önemli
konu ve kavramlardandır.
Kimlik
(identity)
Kimlik,
bir insanın “kim” ve “ne” olduğunu, aynı zamanda da “neye” ve “nereye” ait
olduğunu gösteren ıslak ya da elektronik bir imza gibidir. Başka bir ifâde ile
insanın kimliği, biyometrik bir fotoğrafa benzer.
Her
ne kadar sosyolojik yönü ağır basan bir kavramı bu şekildeki bir tanımlama
biçimiyle tanımlamak ilk etapta biraz mekanik gibi görünse de, öz itibariyle
aslında bu, hem biyolojik, hem sosyolojik, hem de psikolojik karakterli bir
tanımlamadır.
Kimlik
kavramının türevleri arasında toplumsal (sosyal) kimlik, kültürel kimlik, kolektif
kimlik, etnik kimlik, dînî kimlik, millî (ulusal) kimlik gibi kimlikleri saymak
mümkündür.
“İnsan” denilen varlık,
daha doğuştan biyo-sosyo-psiko ve kültürel bir varlık olarak dünyaya gözlerini
açar. İnsanoğlunun bu özellikleri, onu bir yere ve bir şeye ait kılar. İşte bu
aidiyet (mensubiyet) duygusu, zaman içerisinde onun kimliğini şekillendirir ve
oluşturur.
Dolayısıyla
“insan” denilen varlığın aidiyet nokta-i nazarından birçok kimliği
vardır. Her şeyden önce “insan” denilen varlık, insan olmak vasıf ve
sıfatıyla tür olarak zâten “insangiller familyası”na aittir.
Bunun
yanında biyolojik olarak bir ırka, sosyolojik olarak bir aileye, soya,
sülâleye, klana, aşirete, feodal bir yapıya, sosyal bir sınıfa, sosyal bir statüye,
köye, şehre, etnik bir gruba, dînî bir cemaate, bir topluma ve ulusal düzeyde
bir millete ait olabilir.
İdeolojik
bir bakış açısıyla kendisini sağcı, solcu, ulusalcı (milliyetçi), enternasyonalci,
Türkçü, Kürtçü, Atatürkçü, Maocu, Leninci, Turancı, millîci, küreselci olarak algılayıp
böyle bir algı ve niteleme ile ideolojik bir kimliğe sahip olabilir.
Yine
dinci bir ideoloji ve bakış açısıyla cemaatçi, tarikatçı, mezhepçi, meşrepçi,
ümmetçi ve İslâmcı olabilir.
Psikolojik
olarak kendisini güvende hissetmek ve ait olduğu yapılarda mutlu ve huzurlu
olmak, aynı zamanda da mensup olduğu yapıların her türlü menfaat ve siyâsî
gücünden faydalanmak isteyen fert, bu yapılar içinde yer almanın “haklı”
(!) gerekçelerini yine kendisinin îcat ettiği kendinden menkûl argümanlarla
vicdânen meşrû hâle getirebilir. Sonra da bu yapılar tarafından kabul edilmiş
olmanın verdiği bir iç huzur ve razı olmuş bir hâlet-i ruhiye içerisinde kalben
mutmain olabilir.
Kültürel
kimlik olarak birey, içinde bulunduğu sosyal grupların ve içinde yaşadığı
sosyal ve kültürel çevrenin etkisi altında kalarak o kültürü özümser ve
içselleştirir. Ama zaman içerisinde farklı sosyal ve kültürel temaslar içine
giren bireyde, kültürlerarası etkileşimlerin etkisiyle mevcut kültürel kimliğinde
yeni bazı gelişmeler ve değişmeler olabilir.
Zâten
dünyadaki hızlı gelişmeler ve toplumsal yapıda meydana gelen sosyal değişmeler,
buna paralel olarak kültürel etkileşimi alabildiğine arttırmış, bu mânâda
kimliklerin daha ön plâna çıkmasına ve daha görünür olmasına zemin
hazırlamıştır.
Ama
diğer yandan bu durum, iletişim, bilişim, dijitalleşme ve sosyal medyanın
sunduğu imkânlarla daha muhafazakâr ve daha tutucu geleneksel yapıların ve bu
tür sosyal kesimlerin çözülmesine ve çökmesine sebep olmuştur.
Yine
bu durum, yeni neslin bu yapılardan koparak daha post modern ve küreselci
ideolojilerin esâreti altına girmesine neden olmuştur. Yeni nesil bu süreçte ya
kendisine yeni kimlikler aramaya ve edinmeye başlamış ya da kimliksizleşme
sürecini yaşayarak kendisini gönüllü olarak mankurtlaştırmıştır.
Kişilik
(personality)
Psikoloji
ve psikiyatri gibi bilim dallarının ilgi, bulgu ve çalışma alanlarına
bakıldığında mizaç, huy, karakter gibi kişilik özelliklerinin belirli oranlarda
kalıtsal ve genetik faktörlerden etkilendiği görülür.
Ama
daha sonraki sosyal süreçlerde aile ve toplumsal yapıların yâni çevresel
faktörlerin etkisiyle birey “biricik” hâle gelir ve kendine özgü yâni
nev’i şahsına münhasır davranış örüntüleri edinerek ve zaman içerisinde de
bunları davranış kalıpları hâline dönüştürerek diğer insanlardan ayrılır ve
farklılaşır.
İşte
bu, bir kişilik oluşum sürecidir ve bu sürecin sonunda bireyde bir “öz
benlik” oluşur. Artık o, “hüve hüve (o odur, o kendisidir)”dir veya “hiye
hiye”dir ya da “it is it”tir. Yâni diğerlerinden farklı olarak artık
o apayrı bir kişiliktir, apayrı bir varlıktır.
Kişilik
olgusunu “ahlâkî” bir duruş olarak “şahsiyet” prensibi ile
birleştirirsek, o zaman kişilik kavramı biraz daha farklılaşarak bambaşka bir
hâl alır ve bir varlık olarak “usve-i hasene (güzel örnek)” ya da “rol
model”e dönüşerek daha da insânîleşir ve örnek alınabilecek, örnek
gösterilebilecek bir karaktere bürünebilir.
Kimlikli
mi olmak istersiniz, kişilikli mi?
Kimlikli
olmanın sosyal realitesini ve ferdî açıdan ne kadar önem arz ettiğinin bireysel
gerçekliğini yukarıda ifâde etmeye çalışmıştım.
Bu
bağlamda kimlikli olmak ve sosyal açıdan bir kimliğe sahip olmak, elbette büyük
bir önem arz eder. Ancak, belki bundan daha da önemli olan (en azından bana
göre), kişilik (şahsiyet) sahibi olmaktır.
Eğer
kişilik (şahsiyet) sahibi değilseniz, hangi kimliğe sahip olursanız olunuz,
fark etmez.
İster
sağcı olun, ister solcu, ister ulusalcı (milliyetçi) olun, ister
enternasyonalci, ister Türkçü olun, ister Kürtçü ve Arapçı, ister Atatürkçü
olun, ister Maocu, Leninci, ister Turancı, millîci olun, ister küreselci, ister
dinci olun, ister cemaatçi, tarikatçı, ister mezhepçi, meşrepçi olun, ister
ümmetçi, İslâmcı, ister şu partiden olun, ister bu partiden, hiçbir önemi ve
değeri yoktur.
Asıl
olan, kişilikli ve şahsiyetli bir insan olmaktır. Böyle olduktan sonra, artık
ne olursanız olunuz, kimseyi ilgilendirmez.
İşte
ülkemizde hemen hemen herkes şucudur, bucudur ama tek eksik olan şey, “adam”
gibi adam olmadaki kıtlığımızdır. Yâni temel sorunumuz, kişilikli ve şahsiyetli
insan arzındaki yetersizliğimizdir.
Kur’ân’daki
İslâm, Rasûl’ün uygulamalarıyla Mekke’deki şirk kimlikli toplumdan Medine’de
medenîleşmiş tevhîd kimlikli bir toplum çıkarmayı başarabilmişse, hiç kimse
unutmasın ki bunu başaran, Kur’ân’daki İslâm’dır. Ferdî plânda Bilâl-i Habeşî
ve Selman-ı Fârisî bunun tipik örneklerindendir.
Peki,
bugün bu neden başarılamıyor? Çünkü Kur’ân’daki İslâm’ı gerçek mânâda artık anlamak
isteyen, dinlemek isteyen, uygulamak isteyen yoktur da ondan.
Çünkü bugünün Müslümanlarında gerçek mânâda ne kimlik kaldı, ne de kişilik (istisnâ olan pek az insanı tenzih ederim). Şöyle etrafıma bakıyorum da, bugünün Müslümanlarıyla medenîleşmiş muvahhid toplumlar oluşturmak, ne yazıktır ki kısa ve orta vadede pek mümkün görünmüyor.