Kime göre tatil?

Mekân olarak nereyi tercih edersek edelim, gittiğimiz yer bize bir şeyler katmayacak ve hatta maneviyatımızda olanı da çevreye uyum gösterme çabasıyla yok edecek seviyede ise, bu tatil değil, bedeni oradan oraya taşımaktan öte bir yere varamayacaktır.

İNSAN neye alışmıyor ki? Geçen yıl Şubat ve Mart aylarında kafamızda binbir soru işareti oluşturan ve içimizde oluşturduğu huzursuzluk ile bizi sarsan salgın hastalık sürecine nasıl da uyum sağladık! Nasıl alıştık maske ile yaşamaya ve en önemlisi de sosyal ilişkilerimize mesafe koymaya. Kısaca hayat serüvenimiz bir senede ne çok değişti.

Bir sene içinde yaşam beklentilerimiz bile değişti. Malûm her an, “Acaba bana da bulaşır mı bu hastalık, bulaşır da ben de çevreme bulaştırırsam?” endişesi hayattan beklentilerimizi biraz olsun frenledi sanki. Pandemi sürecinde hastalığın yayılmasının hızlanması ve arkasından gelen kısıtlamalar bize hızla akıp giden yaşam içinde bir durup düşünme fırsatı verdi (yani çoğumuza vermiştir umarız). Daha çok ailemizle vakit geçirdik, kendimize -dış görünüşümüzün dışında- içimize biraz olsun önem vermeye başladık ve şöyle bir dönüp kendimize baktık “Ne olmuş, ne bitmiş? Gelecek olan ne, gitmiş olan nerede?” diye… 

Bu hastalık süreci insanı her şeyi ile değiştirdi. Değiştirmeli de. Çünkü yaklaşık on altı aydır en üstün ekonomik ve teknolojik donanımlara sahip ülkelerin dahi aciz kaldığı bu süreç insanı da değiştirmeli. Hayata karşı duruşumuzu, tavrımızı, acziyetimizi ve yaşamımıza kaynaklık ettiğini düşündüğümüz her şeyi değiştirmeli. Birçok şeyi değiştirdi de.

Süreci fizyolojik olarak atlatmak zor iken bu durumun bir de psikolojik sonuçları oluştu. Modern yaşam çerçevesinde zaten gittikçe yalnızlaşan insan, bu süreç içinde hem yalnızlaşma, hem de endişe hâlinin de oluşması ile hepten zor günler geçirdi ve geçirmeye devam ediyor. O zaman tüm bunları göz önünde bulundurarak, hazır yaz ayları içindeyken, yaşam akışımıza farklı bir boyut kazandırmanın yollarını aramalıyız. Bu bazen sıradan bir şey gibi gelse bile denemek için kendimizi zorlamalıyız. Çünkü insan her durumu öyle ya da böyle atlatabilecek güce sahiptir. Önemli olan, bu süreci bile fırsata çevirebilmektir.

“Birçok şey değişti” demiştik ya, meselâ yaz aylarında tatil anlayışımız değişti. Ha deyince bir yerlere gidebilecek durumumuz kısıtlandı. Ya da gidilse bile hastalığın seyrini takip etmek ürkütüyor. Gittiğimiz yerde de bir türlü eski rahatlık ve huzuru bulamayacağımız dönemlerdeyiz. O zaman bizler de tatil anlayışımıza biraz daha farklı açılardan bakmaya çalışmalıyız.

Her şeyden önce bu, bir insanî ve vicdanî sorumluluktur. Zenginliğin her şeyin ölçüsü olmadığını bu on altı aylık süreçte idrak etmiş olmamız gerektiğini kabul ederek, kendi canımız ve toplum sağlığını da göz önünde bulundurarak tatil düşüncemizi daha dar pencereden bakıp düşünmeliyiz. En güzel mesafeyi yollarda değil, kendi içimizde, düşüncemizde, yaşama bakış açımızda ve az da olsa kendimizle mutlu olmaya çalışmakta bulmalıyız.

Yolculukların en nadide olanı, insana yolculuktur sanırım. Hele de kendine yolculuk etmek... Süreç bize bunu en güzel şekilde tecrübe ettirdi. Bu bazen yalnızlık hissiyle boşluk olsa da çoğu zaman hayata yeniden tutunuş oluyor. Sorgulamalı bazen yaptıklarını, daha ziyade yapmadıklarını...

Tatilden kasıt, bedeni yormak, beyhude eğlence anlayışları ile ruhu ve zihni boşaltmak mıdır? Tatil, ruhu ve bedeni en hak ettiği şekilde dinlendirebilmektir. Öyle ya, beden bile insana emanetken… (İnsan da insana emanettir ya, bilene tabiî.)

Meselâ sıcak yaz günleri, balkon oturmalarının en özel zamanlarıdır. Elimize bir fincan çay alıp, sandalyemize oturup arkamıza yaslandığımızda, işte tam o anda insan kendini bir muhasebe etmeli durup bir ardına bakmalı, sonra ardının önüne yansıttıklarına ve yansıtacaklarına göz atmalı.

Hayat koşuşturması içinde nefes almak amacıyla sürekli eğlence hedefi olan tatil anlayışları, zihni ve hatta ruhu bir doyuma ulaştırmıyor. Görüyoruz bunu. İnsan her ne kadar onu yok sayarak mutlu olduğunu zannetse de ruhunda bir doyum arayışı var ve bu, emin olun, ne denizde, ne sıcak kumlarda, ne de sabaha kadar kendini kaybettiği eğlence mekânlarında bulunacak. Ruhun can çıkana kadar aradığı huzur arayışı, insanın yapmayı kendine yakıştıramadığı, yok saydığı ve hatta beyhude olduğunu düşündüğü maneviyatındadır.

El açıp Yaradan’a, tüm benliğimizle teslimiyet içinde en son ne zaman duâ ettik? Bunları, emin olun, kendimden hareketle de dile getiriyorum. Sadece bir derdim ve sıkıntım olduğu anda o Allah’a yönelme durumu bir kul için en güzel teslimiyettir belki ama bazen de insan olarak bir utanç hâli olmalı sanki. Utançtan kastım şu: Belki de içimiz acımayınca ve hatta -biraz kaba olacak ama- insanların derdi olmasa kibirden boyunlarını eğmeyecekler. Önemli olan, iyi günde de, kötü günde de Allah’ı hatırlamak ve her hâlimizle duâya yönelebilmektir.

Anlayacağınız, eğer tatil yapma kastı ile bedeni dinlendirmek ve ruhu dinginleştirmek istiyorsak, bildiğimiz anlayışları bir kenara koyarak kendimize yeni bir rota belirlemeliyiz. Kimseye bir şeyleri ispat etmek adına yaşama anlayışından sıyrılıp, hele de bu zor günlerde, içimizde en çok kendimize iyi gelecek olanı tercih etmeliyiz.

Çoğu kişi adına zor olanı bu tabiî. Kolay olan, nefsî heyecanlar içindeki aksiyon arayışlarıdır. Ama şunu unutmamak gerekir ki, mekân olarak nereyi tercih edersek edelim, gittiğimiz yer bize bir şeyler katmayacak ve hatta maneviyatımızda olanı da çevreye uyum gösterme çabasıyla yok edecek seviyede ise, bu tatil değil, bedeni oradan oraya taşımaktan öte bir yere varamayacaktır.

Huzurlu tatiller geçirebilmek ümidi ile...