
“GÜZELLİK” nedir? Bir algı mı, yoksa olgu mu ya da bir dayatma mı? Tüm bunların dışında ulaşılmaya çalışılan bir hedef mi? Sözlük anlamı “Eestetik bir beğeni, duygu, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran nitelik” şeklinde ifade edilmiş. Tanımda daha çok duygu üzerinden anlam bulan bu kadim kavramın yelpazesi geniş olduğu gibi yaşamın her alanında ulaşılması hedeflenen ilk kriterdir de…
İnsanın dünyadaki tüm meşguliyeti “güzel” kavramını hayata aksettirme çabası etrafında motivasyon göstermiştir. Kelimeyi telaffuz ettiğimizde ilk çağrışımı görsel ve işitsel duyular üzerinde şekillense de derinliği ve perspektifi oldukça geniştir. Medeniyetler, bu kavramın algılanış biçimi üzerinden inşâ edilirken, tarihî akış, fikrî faaliyetlerle ve fizikî aktivasyonlarla yine bu kavramı somutlaştırmanın merkez noktası olmuştur. Sanat; rengi, sesi, kelimeleri, mûsikiyi kullanarak “güzel” olanın izini hayata düşürürken, inşâ edilen şehirlerde de mimarlık ve mühendislik sahası yine “güzel” olanı yakalamak üzerine faaliyet gösterir. Güzel olana böylesi meyyal olmak, yaratılmışların en güzeli olmaktan neşet ediyordur elbette. “Güzel” olan her hareket, her söz, her nesne, her fikir, her kabul insanın bu kadar merkezindeyken dünyada yaşanan bu kadar dram, insanlığın değer kaybına böyle çirkince uğraması neden ola ki o vakit!? Elbette ki bu sualin birden çok cevabı olduğu muhakkak. Fakat bu çoklu cevapların içerisinde en çok kayda değer olansa, kavramların içinin boşaltıldığı gibi algılanma biçimleri de çok farklı mecralara çekilmiş olduğundandır.
Üzerinde durduğumuz “güzel” kavramı çağımızda bir nevi anlam daralması yaşayarak özellikle popüler kültüre verilen en büyük kurban olduğu tespitinin izahıyla başlayabiliriz. Bu kurban ediliş çok cenahlı olmakla beraber plânının tek ve yegâne hedefi ise insandır. “Güzel” ölçüsüyle nitelendirilen birçok olgu fıtratı tahrif ettiği gibi maddeyi kutsayıp, muhteviyatı değersizleştirmenin altyapısını da oldukça kuvvetlendirdi. Zahiri olana değer atfederken batın olanın ise üstü kalın paltolarla iyice örtüldü. Bu hâl, insanı mânâdan uzaklaştırmakla kalmayıp elle tutulan gözle görülen, koklanan ve de dokunulan somut bir olgu istedi karşısında. “Güzel”, daima sahip olunması gereken nesne ya da yaşanılması gereken bir haz alma ihtiyacını var ederken, yine en büyük zararı insan gördü. “Güzel” olma ölçüsü insanın nefsani isteklerinin tatminine sunulmaya başladığında da insan örselendi, savruldu ve buhranların içine sürüklendi. Ne acıdır ki bu hâlin baş figüranlığına yine ilk önce kadın oturtuldu. Konu, kadının bedeni; tema, bedenler arası kıyas üzerinden numaralandırarak “az”lık ve “çok”luk miktarlarıyla değerlendirme... Bu değerlendirmenin neticesinde çıkan sonuç ise jüri üyesinin gözlemleriyle belirlenen “en güzel kadın” olma unvanı.
“Güzellik Yarışması” olarak düzenlenen organizasyonlar öncelikle “güzel” kavramını nereye ve ne maksatla ilintilediğinin tekrar sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Aynı zamanda böylesi sığ ve böylesi indirgenmiş bir kabule lâyık olmanın kişiye yaşatacağı hissin niteliği de ciddi mânâda gözden geçirilmeli. Zarafetin ve nezahetin membaı olan kadın, ölçü birimlerinin belirleyiciliğinde, terazide tartılarak bir nesne muamelesi görerek onaylanmaya talip olması onun ruhuna kuvvetli bir keder yükleyecektir. Fakat modern insan onun cemiyet hayatında aktifleşmesi ve daha görünür olması için onurlanacağı vaadini sunuyordu peşinen. Peki, ya bu rakamsal değerlerden birine ulaşamayanların iç dünyası ne olacaktı? Onlara da “yaşamda amaç olmadan eylem olmayacağı” düşüncesine binaen toplumun her alanında varlığını hissettirme ve kendine duyduğu güvenin artması, medeni cesaretini kullanması gibi cümleler üzerinden mütemadiyen öz güven zerk edilecekti.
1888’de Belçika’da organizasyon, 1908 yılında da Londra’da resmî olarak düzenlenen ilk güzellik yarışmalarının kökleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Mitolojide, İda Dağı’nın yakışıklı çobanı Paris, üzerine “en güzele” yazılı bir “altın elma”yı Afrodit’e atmasıyla beraber Truva Savaşı’nı başlatmakla kalmamış, kadınların bu hususta yarıştırılmasının da kapısını aralamıştır. Hera, Athena ve Afrodit arasında “altın elma”ya sahip olma hırsı bugün de aynı normlar çerçevesinde kıyasıya devam ediyor. Tüm kodları Batı medeniyetine ve Batı’nın insanı ele alma metotları üzerine tasarlanmış bu yarışmaya 1925 yılında, henüz iki yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti de iştirak etmiş ve başarısız bir deneme olarak zamana kendi adına bir dipnot düşmüştür. İlerleyen yıllarda Cumhuriyet Gazetesi ve Yunus Nadi’nin teşvikiyle düzenlenen bu yarışmalar millî bir vazife olarak ele alındığı gibi bu yarışmaların temelinde bedeni terbiye etme, sıhhatli nesil yetiştirme, milleti temsil etme hedeflerinin olduğunu belirten Yunus Nadi’nin “Güzellik, sıhhat ve saadetin parlak alametidir. Hiçbir hasta vücudun güzel olması ve güzel görünmesi ihtimali yoktur. Onun için güzellik demek, her şeyden evvel sıhhat ve salabet demektir. Fertçe ve milletçe hayatta muvaffak ve mesut olmanın ilk şartı budur…” şeklindeki ifadeleri çarpıcıdır. “Bu izahın hangi cümlesi insandan bahsetmiş?” diye sorsanız, elbette ki yanıt, “Hiçbir cümlesi” olacaktır.
Belli kriterleri olan bu yarışma ilk düzenlediği yıllarda aleni bir şekilde ırkçılık yapılmış; siyahilerin bu yarışmaya katılması yazılı ifadelerle net bir şekilde yasaklanmıştı. Hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış olmaları da bu esnetilemez kurallar arasındaydı. Dahası bu yarışmada, spikerin şu çarpıcı cümlelerine tüm konuklar şahitlik etmişti: “Bu akşam, böyle bir hayvan pazarında olmaktan çok mutluyum. Hayır, tam bir hayvan pazarı; arkada buzağıları kontrol ediyorum.” Batı’nın o medeni(!), insan haklarına, bilhassa da kadın haklarına hassaten ihtimam gösteren(!) misyonundan sese dökülen, asıl amacı ifşa eden cümleler tam da bunlardı. İdealize edilmiş kadını bulmak için gerekli olan malzemeler, bir mezura ve bir tartı aletinden ibaretti. Belli rakamsal değerler üzerinden “estetik” algısının arkasında acımasızca bir dayatma vardı ve giderek tüm dünyaya sirayet ediyordu.
Teşhirciliğin estet normlar gibi pazarlanmasına gerek kilise, gerekse bazı kadın kuruluşları 1940’lı yıllarda şiddetle karşı çıksa da zaman bu dönüşümün önüne geçemedi. Kadına (artık erkeklere de) beden değerlendirmesi için gerekli olan kıyafeti giyindirip heyet önünde yürüten modern insan onu en iptidai çağlarda dahi emsali görülmemişçesine aşağıladığının da çok iyi farkında.
Bugün, algının baskısı altında bıçak altına yatarak aynılaşmanın ıstırabını çeken sayısızca kadın olduğunu gördükçe durumun vahametini bir parça idrak edebiliriz belki. Vücut ölçülerini tutturmak için piyasada sahte üretimle vaatler dağıtan nice ilaç, çay ve beslenme ürünleri neticesinde yaşamdan kopmuş genç hanımları duyuyoruz. Artık çocukların oynadığı oyuncak bebekler dahi uluslararası kabul edilen ölçülere göre üretilerek pazarlanıyor. Gelecekte olması gereken ölçülere zihnen kodlanan çocuklar, güzel olmayı miktar ve rakamsal değerden ibaret ve sadece görünür olmak zannettikçe tek meşguliyeti kendi olmaktan bir adım öteye gidemeyecek ve etrafına kendisinden izler bırakamayacaktır da…