
“BÜYÜK” komutan Ata Demirer, kılıcını çekip ordusunun başında düşman kuvvetlerin üstüne doğru saldırıya geçiyor. Ne var ki karşı taraftaki ordu çok daha kalabalık.
Hücum sırasında birdenbire savaş müziği kesilmesin mi! Aksilik işte!
İştah kesen, ayakları zınk diye aniden durduran, topukları toprağa çivi gibi çakan bir aksilik.
Müziksiz savaş mı olur? Üstelik kesilen müzik gazlı ise, savaşın tadı kalmaz.
İki ordu son saniyede duruveriyor.
Mecburen cebindeki telefonu çıkartıp kendi listesinden bir şarkı seçiyor komutan.
“Kim başlattı unuttuk bu yersiz kavgayı?
Artık düşünmeliyiz biz seninle barışmayı”
Nasıl da anlamlı, nasıl da etkileyici!
Mesaj alınınca, savaştan vazgeçmek ve sarılmak gerekir. Sarılıp barışmak.
Elbette Ata komutan da (belki de kral) öyle düşünerek kollarını açıyor. Karşısındaki eşek değil ya. O da etkileniyor ve sarılmaya meylediyor.
Sarılırken eldeki kılıçları atmak şart. Kalkanlar, kargılar, mızraklar, gürzler, ok ve yaylar da atılacak hep birden. Savaş baltalarından vazgeçilecek.
Elde silah varken kaynaşma olmaz, barış tesis edilemez. Sarılmak bile anlamsızlaşır.
Sonrasında bir slogan duyuluyor. Ben duyduğum sloganı şöyle anlıyorum: “Türklerle bağlan hayata.”
Zira niyetim bir marka reklâmı yapmak değil. Uzunca açıklamaya da gerek yok.
Silahların bırakılması için çaba harcayanlara, yol açanlara gönülden selâm ve hürmet.
Hangi savaş, hangi silah söz konusu olursa olsun.
Maksat kanı durdurmak.
Kararlılıktan vazgeçmeden barışa doğru yürümek.
Nitekim MHP Lideri Devlet Bahçeli sözün en yalın hâliyle söyledi: “Ya silahlar gömülecek ya silah tutanlar.”
Formül işte bu kadar basit.
Maksat intikam almak olursa, kırk yıl daha kan döker, kırk yıl daha milyarlar harcar, birkaç neslin daha geleceğini sıkıntıya sokarız.
*
Ülkesine dönen Suriyeliler, buradaki misafirlik dönemini minnetle anıyor, teşekkür üstüne teşekkür ediyorlar.
Suriye’deki şehirler yavaştan toparlandığında, evler oturulacak hâle geldiğinde, dönenlerin sayısı çok daha hızlanacak.
Kimlerin kazandığını, kimlerin kaybettiğini, kimlerin seyrettiğini biliyoruz.
Son on küsur yılda ensar olduk. Ekmeği paylaştık, semtimizi paylaştık.
Öbür tarafta işkence yuvası cezaevleri vardı. Baskı altında dayanılmaz bir hayat vardı. Bombalar, kurşunlar vardı. Rahat konuşmak bile yasaktı. Düşündüğünü söylemekten kaçınmak bir mecburiyetti.
Biz o işkence merkezlerinden sadece birini gördük. Sednaya cezaevini. Orası insanlıktan çıkmışların, insanları ezdiği yok ettiği bir yermiş meğer. Toplam cezaevi sayısı yanlış bilmiyorsak, 60 civarıydı.
Türkiye’deki Suriyelilerin bir kısmı Arap, bir kısmı Kürt, bir kısmı Türk idi. Biz hiçbirinin kökenini, inancını sormadık. Her türlü inanç, her türlü mezhep olabilirdi gelen. Sorgulamadık. Ayıklamadık. Avrupa ülkeleri gibi “Doktorlarla mühendisler gelsin, diğerleri gelmesin” demedik.
Karşı çıkanlar da toptancıydı. Onlar da ayırmaksızın kovmanın yolları üzerine kafa yoruyorlardı. Kimileri baştan karşıydı, kimileri de sonradan fikir değiştirmeye meyletmişti.
“Bu Suriyeliler de artık fazla olmaya başladı” diye düşünmeye yanaştılar.
Günün birinde hiç beklenmedik bir şey oldu ve Beşşar apar topar kaçtı. Sonrası düğün bayram.
Meğer Türkiye orada yıllardır hazırlık yapmaktaymış. Plan program yürütüyormuş. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan açıkça söyledi. İran ve Rusya ile yapılan görüşmelerle ilgili bilgi verdi.
Şimdi İngiliz, Amerikan, Alman, Fransız, İtalyan ve diğer bazı ülkelerin medya organlarında en kazançlı çıkan ülkenin Türkiye olduğuna dair yorumlar görüyoruz.
Akdeniz’de şişme botlara mızrak batırıp üstündeki kaçak yolcuları ölüme terk edenler ne düşünüyordur acaba?
Zerre kadar olsun pişmanlık duyan var mıdır?
Hiç sanmam.
MİT tırlarını durduran hainler gibi onlar da hâlâ yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyordur.