Kılıcı kını ile kesmek

Anasının, eşinin başları örtülü diye, namaz kılıyor diye, oruç tutuyor diye irtica kapsamında değerlendirilen bu milletin çocukları ordudan uzaklaştırılırken, aynı zamanda birileri de orduya saklı gizli sızarken, o Brüksel’in çocukları bu sızmalara fırsat ve yol verdiklerinde ne kadar bilinçlilerdi? Sonuca bakıyoruz ki, onlara göz yumanlar da, sızanlar da Brüksel’in çocukları... Birileri bu işleri sorgularken nedense bunlardan ve 28 Şubat’ı yapanlardan ve yapılanlardan hiç bahsetmiyorlar!

BİZE emanet edilen bu köşeyi boş bırakmamak için her Pazartesi, haftalık gündemi taramak durumundayız. Gündem insanı yaralıyor, iç karartıyor, asap bozuyor. Daha çok edebî metinler yazmaya meyilli olan kalemimiz zorlanmıyor da değil gündemi yorumlarken. Bu yazımızda da yine gündeme dair gözümüze takılan hususlar hakkında bir şeyler söylemek istedik.

Beni en çok üzen söylem, bir siyasimizin, “İdlib’de köşeye sıkıştılar” sözleri oldu. Bu nasıl üslûptur Allah’ım? “Sıkıştı” diye itham edilen, kendi Devletimiz ve onun ordusudur. Ki Allah’a şükür, ne sıkışmıştır, ne de bunalmıştır.

Kendine yapılan her tecavüze katbekat misilleme yapma kudretindedir ve gerekeni de yapmaktadır. İdlib’de sıkışan biz değiliz, Rusya’dır, İran’dır, asrın Drakula’sı Esed’dir. Sivil halkın üzerine ölüm kusan bu üç silahşor, yaptıkları cinayetlere kılıf bulamadıkları için köşeye sıkışmıştır.

Yahu bir kere de bunlara bir şeyler söyleyin de hiç olmazsa vicdanlarınızı rahatlatın!

Biliyoruz, öteden beri Baas fikriyatına karşı sempatiniz var ama Baas, yeniden dirilmek demek, öldürmek demek değil. Hiç olmazsa soğuktan donarak ölen sabiler vicdanınızı sızlatsın da “Yeter artık, öldürme Allah’ın belâsı!” deyin.

Ordumuz onların tecavüzlerine misliyle karşılık verirken, daha Suriye “Vay anam!” demeden, sizlerin “Ölüyorum” diye bağırmanızı anlayamıyoruz. Onun ölüm yağdırdığı masum insanlar kafileler hâlinde sınırımız dayanıyor, ondan sonra da bu masum insanlar için kalkıp “Burada ne işleri var?” diye bağırıyorsunuz. Yoksa siz de mi bu insanların katlini caiz görüyorsunuz? Anlamakta güçlük çekiyoruz.

***

Önce “Bu bataklıkta ne işimiz var?” deyip, ardından da “Sizden önce Rusya girdi, oturdu; siz yoktunuz” deniliyor bir de...

Varlığımız bir dert, yokluğumuz bir dert!

Orada olmalıydık, zira altımızda bir “gecekondu terör devleti” kurulmasın diye sınır güvenliğimizi düşündük. Olmalıydık, zira oradaki yangının yönünü bize doğru çevirenler vardı. Ne çabuk unuttuk güneydoğuda şehirlere açılan tünelleri, yollara döşenen bombaları, mühimmat sığınaklarını, durdurulan MİT tırlarını. El insaf!

Evet, bir eleştiri olacaksa, bu, “Neden geç kaldık?” şeklinde olmalıydı en azından.

***

Bir diğer üzücü olay da, bir vekilin bir teröristi evinde saklaması ve arabasında iken yakalanması...

Hem de vekilin, “Ben vekilim, benim arabamı arayamazsınız” efelenmeleri arasında…

Bunun bir izahı var mı? Maalesef yok! Bu millete çok yazık, hem de çok!

***

Bir de ortada dolaşan darbe söylemleri…

Fikirlerine ve öngörülerine değer verdiğim Yusuf Kaplan, Yeni Şafak’taki köşesinde üç gün peş peşe bu darbe söylentilerini yazdı. Kaplan diyor ki, “Ben bu sinyalleri İsrail’in, Amerika’nın basınından, söz de Rand Corporation gibi düşünce kulüplerinin hazırladığı raporlardan anlıyorum”.

“Panik olmayalım ama uyanık olalım, tedbir alalım” diyor. Allah için, Kaplan’ın şu tespitlerini kulak ardı edebilir misiniz: “Şimdilerde FETÖ maskesi yeniden çıkarıldı sandıktan... FETÖ canavarı bahane edilerek lâiklik, Kemalizm maskesiyle bu toplumun Müslüman omurgası, cemaatler, vakıflar, adım adım şeytanlaştırılıyor ve çökertilmeye çalışılıyor.”

Yine onun şu sözüne ne demeli: “Darbeler, FETÖ gibi olumsuz maskelerle örtülüyor; lâiklik, Kemalizm gibi sevimli, olumlu hâle getirilen maskelerle meşrûlaştırılıyor...”

Adamcağız haklı, uyanık olalım! Yangına benzin ile gitmeyelim artık.

Rahmetli Yazıcıoğlu, “Orduda Baas tipi bir yapılanma kurmaya çalışıyorlar” derken ne kastetmişti acaba?

O Baasçılar her ne kadar şimdi mağdur rolü oynasalar da, satranç oynar gibi piyonlar, filler, şahlar da işin içindeler... Bugün piyon olan yarın şah, bugün şah olan yarın piyon olabiliyor.

Unutmayalım, 1979’da Namık Kemal Ersun Paşa, darbecilik suçlaması ile Kara Kuvvetleri Komutanlığından emekliye sevk edilip onunla beraber çoğunluğu albay olan iki yüz (bir iddiaya göre 750 subay) milliyetçi muhafazakâr subay ordudan uzaklaştırılırken, yerine gelen Kenan Paşa ve ekibi darbeyi yapmışlardı. Hattâ 12 Eylül Darbesi, dönemin ABD Başkanı Carter’a CIA tarafından “Bizim çocuklar yaptı!” cümlesiyle müjdelenmişti.

İşte sağ gösterip sol vurma olayı bu idi!

Ya da şah piyon olmuştu da sonra piyon, şahtı artık…

Evren’in darbe yapmasını sanki sıradan bir şeymiş gibi geçiştiren sol medya, hâlâ Ersun Paşa’yı darbe yapmaya teşebbüs ile suçluyor. Sonuçta yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktı ülkenin başına gelen. Brüksel’in çocukları başarmıştı. Oysa biz ne Brüksel’in, ne de Varşova’nın çocuklarına mecburuz.

Peki, anasının, eşinin başları örtülü diye, namaz kılıyor diye, oruç tutuyor diye irtica kapsamında değerlendirilen bu milletin çocukları ordudan uzaklaştırılırken, aynı zamanda birileri de orduya saklı gizli sızarken, o Brüksel’in çocukları bu sızmalara fırsat ve yol verdiklerinde ne kadar bilinçlilerdi?

Sonuca bakıyoruz ki, onlara göz yumanlar da, sızanlar da Brüksel’in çocukları...

Birileri bu işleri sorgularken nedense bunlardan ve 28 Şubat’ı yapanlardan ve yapılanlardan hiç bahsetmiyorlar!

15 Temmuz gerçekleşse, yine Brüksel’in çocukları başarmış olmayacak mıydı?

Yine bu bağlamda sanki düğmeye basıldı ve şimdiden muhafazakâr STK’lara, cemaatlere karşı itibarsızlaştırma saldırıları başladı bile. Peş peşe kitaplar yayınlanıyor cemaatler hakkında. Yine bir STK hakkında önce çarşaf listeler yayınlandı: “Şu genel müdür bu kadar maaş alıyor; şu, şu kadar götürüyor…”

Arkasından hız kesmeden bir başka STK da potaya girdi ve “Şu kadar para aktarıldı” gibi bir haber başladı…

Peki, tüm bunlar size Deniz Feneri dâvâlarını hatırlatmıyor mu? Senaryo yine aynı!

Belki bu filme bir iki yeni sahne eklenmiş olabilir. Bizi birbiriyle kanlı bıçaklı olanlar arasında oyalamak isteyebilirler. Ama bu kanlı bıçaklıların dün Gezi olaylarında aynı cephede olduklarını unutmayalım. Oyuncuların başka olması, isimlerin Ahmet, Mehmet olması fark etmez. Yahu şu filmi bir daha, bir daha seyretmek zorunda kalmayalım artık!

Ortada gayr-i meşrû bir durum varsa, elbette gereken yapılmalıdır. Yoksa bu tezvirat ve provokasyonlar, kanunlar çerçevesinde susturulmalıdır. Hiç kimsenin bir başkasının itibari ile oynamaya hakkı yoktur.

Ancak bu arada her STK kendine çekidüzen vermeli, kendi iç temizliğini yapmalı, kimsenin tabağına meze olmamalıdır.

***

Bir diğer üzücü olay da, Mehmed Âkif’e, Necip Fazıl’a ve diğer “İslâmcı” olarak nitelenen yazar, şair ve tarihçilere yapılan saldırılardır.

Gün geçmiyor ki, birisi başını kaldırıyor ve saydırıyor bunlara. Onları da bu şekilde itibarsızlaştırarak cepheyi genişletiyorlar. Yaptıkları mücadeleleri basite indirgeyip o devrin tüm zulümlerini inkâr ederek geçmişi güllük gülistanlık göstermeye çalışıyorlar. Binlerce belgeyle, binlerce mazlumun şâhitliği ve yazılan yüzlerce hatıra ile artık tescillenmiş bu zulümleri basit birer slogan ve yalan gibi göstermeye çalışıyorlar.

Bakıyorsunuz ki, bu kişilerin birçoğu, karşı mahalleden değil, maalesef bizzat pirincin içindeki pirinç görünümlü beyaz taşların içinden çıkıyor.

Yani bizim mahallede konuşlandırılmış ilâhiyatçı, edebiyatçı, tarihçi geçinen zevat… Yani birileri kılıcı, kını ile kesmeye çalışıyor!

***

Öte tarafta, başörtülü kadınlara ağza alınmayacak hakaretleri kusan bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı hakkında önce “İstifa etti” deniyorken, bir de bakıyorsunuz ki kadın zorunlu izne ayrılmış ve tatil yapıyor…

Basında dönen haberlerde bu kadına maaş olarak verilen 38 bin TL’nin hâlâ ödendiği söyleniyor.

Yanlış duymadınız, tam 38 bin TL!

Hani şu çarşaf çarşaf listeler yapanlar, bu maaş miktarını ve bunun gibileri de listelerine dâhil edecekler mi?

İşimiz zor vesselâm!

Zaten en büyük zorluk, sürekli uyanık kalabilmekte…