Kılıçdaroğlu vak’ası

Kılıçdaroğlu’nun açık millet-devlet düşmanlığına, yalan dolan ve saçma sapan hâllerine rağmen hâlâ onun arkasında ve yanında yer alan ekibine, medyadaki ve muhtelif dernek ve kurumlardaki yandaşlarına ve nihayet ona oy veren yüzde 25 seçmenin tavrına hayret ediyorum. İnsanlar böyle saçma sapan, insanları güldüren bir liderleri olmasından etkilenmiyorlar, utanmıyorlar.

İLERİKİ yıllarda siyâsî tarihi yazacak olanlar mutlaka bir “Kılıçdaroğlu vak’ası”na yer vereceklerdir. Çünkü böyle bir karakter ne binlerce yıllık Türk tarihinde, ne de herhâlde dünyanın herhangi bir ülkesinde ortaya çıkmıştır.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Söz verdiği zaman sözünde durmaz.”

Şayet bu zât, bu ülke insanının yüzde 25’inin desteğini alan bir partinin başında olmamış yani sıradan bir insan olmuş olsaydı, kendisine zerre kadar önem vermez, sözlerini, hâl ve davranışlarını kâle almaz, gıyabında konuşmak gibi bir günaha girme riskini yüklenmez, en fazla “Allah şifasını versin” der, geçerdik.

Fakat bu zâtın bugün bugünün dünyasının en şerefli devletinin cumhurbaşkanı olup olmamasından söz ediliyor; kendisi bu iddia ile ortaya atılmış bulunuyor. Gerçekleşmese dahi böyle bir ihtimâlin konuşuluyor olması, bu necip milletin yakasına yapışmış olan büyük bir ayıp değil midir?

Adamın sadece sakız çiğner gibi yalan söylemesini, milletin emanetine hıyanet etmesini, verdiği “namus sözlerini” bir kalemde silip atıvermesini, insanlara, Devlet’in Cumhurbaşkanı’na, Bakanlarına, Ordusuna ve de kurumlarına kapkara iftiralar atıyor olmasını, yalanları önüne belgeleriyle konulduğunda, yalan ve iftiraları mahkemelerce tescil edilip tazminatlara mahkum edildiğinde yüzünün hiç kızarmayıp pişkince sırıtıyor olmasını, merhum Mehmed Akif’in kendisine has güzellikteki şu ifadesine havale edelim: “Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmış/ Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmış./ Nasılsa ‘Rabbim utandırmasın’ duası alan,/ Bu arsızın o damar zaten eksik alnından!”

Fakat bu zâtın bu pek kullanışlı özellikleri sayesinde emperyalizm tarafından seçilip görevlendirilmiş olması bakımından rolünü mükemmel oynamakta oluşu, onu ülkemiz için ciddî bir güvenlik sorunu hâline getirmiş bulunmaktadır.

“Hain” demiyorum; artık iyice kani oldum ki bu zât, Türk milletinin açıkça düşmanıdır. İçi milletimize ve devletimize karşı kin ve intikam hırsıyla dolu, bir şeylerin öcünü almak için yanıp tutuşan bir görüntü içindedir. Dış ülkelere gidip, “Türkiye’ye turist olarak gitmeyin, Türkiye’ye yatırım yapmayın” demek, ne demektir? MİT tırları için “Türkiye DEAŞ’a silah gönderiyor” demek, ne demektir? Türkiye’yi terör örgütünü destekleyen bir ülke olarak milletlerarası mahkemelerde yargılatma tezgâhı değil de nedir bu? Nitekim FETÖ elebaşının Hükûmetimizi kastederek “Yargılanacaklar” sözünün hemen akabinde MİT tırları olayının patlak vermiş olması, bu hain tezgâhın bu niyetle ve daha da vahimi ABD-FETÖ’nün talimatıyla yapılmakta olduğunu göstermiştir.


Bütün bu hainliklerin hesabının sorulmamasından cesaret alıp işi daha da ileri götürerek, hiçbir delil yok iken, sadece PKK’nın attığı bir yalana istinaden Türk askerinin kimyasal silah kullandığını iddia etmek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin cari açığını uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirle kapattığını ileri sürmek ne demektir? MİT tırları iftirası ile başaramadığını bu defa kimyasal silah ve uyuşturucu iftirasıyla başarmak istemektedir.   

Kastım, Kılıçdaroğlu’nun yapıp ettiklerine bakarak, “Bir Türk vatandaşı nasıl olur da sırf Tayyip Erdoğan düşmanlığı sebebiyle kendi devletine-milletine bu kadar kötülüğü yapabilir?” düşüncesinde olan insanlarımıza işin gerçeğini anlatabilmektir. Kılıçdaroğlu’nun bütün bu hamlelerinin özünde, Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ı hedef almasından öte, milletimizi ve devletimizi bilinçli olarak hedef almakta olduğu, esasen kendisinin CHP’nin başına bunun için getirilmiş olmakla görevini, aynı zamanda kendi şahsî kin ve öç alma cehdiyle de özünden yapmakta olduğu gerçeği vardır.

Kemal Kılıçdaroğlu, ABD-FETÖ tarafından ülkemizin siyaseti üzerinde oynanan büyük oyunun en büyük figüranıdır. Oyun, Türkiye siyasetinin, Türk siyâsî partilerinin FETÖ eliyle ele geçirilmesiydi. Aslında Türk siyasetinin ele geçirilmesi de, ana hedefin yani ülkemizin yönetiminin bütün kurumlarıyla birlikte bütünüyle ele geçirilmesi projesinin bir parçasıdır. ABD’nin hedefi budur. Bu hedefine ulaşmada FETÖ’nün yenilgiye uğramasıyla büyük bir kayba uğrayan ABD, buna mukabil yine de siyâsî partilerimizin üzerine oynadığı oyunda küçümsenmeyecek bir başarı elde etmiş bulunmaktadır.

AK Parti’yi ve MHP’yi ele geçirmeye muvaffak olamamış, fakat MHP’nin yarısını kopararak İyi Parti’yi kurdurmuşlardır. Bununla beraber, iç yapısı sebebiyle İyi Parti’yi tam anlamıyla kontrol edemediklerini görüyoruz. Bu sebepten ABD’nin elinin altında CHP, HDP ve kısmen İyi Parti vardır.

Şahsî kin ve öç alma hırsı söz konusu

Kılıçdaroğlu’nu asla hafife almıyoruz. Öyle olduğu için ABD tarafından seçilmiştir. Partisindeki Atatürkçüleri, Kemalistleri, yeri göğü inleten “Mustafa Kemal’in askerleri”ni büyük bir maharetle, tereyağından kıl çeker gibi tek tek tasfiye edivermiş, Atatürk’ün kurduğu partiyi HDP’nin yedeğine bağlayıvermiştir.

FETÖ’yü pek acı bir şekilde kaybeden ABD, Kılıçdaroğlu’nun eliyle yeni bir projenin peşindedir. Bu proje, ülkemizin etkin noktalarına tıpkı Kılıçdaroğlu gibi, soyundan Türk milletine düşman kişileri getirme gayretidir.

Bir bakalım…

Yanı başında, yardımcısı olarak Sezgin Tanrıkulu adında, Ordumuza, Polisimize, millî olan her şeyimize düşman, PKK teröristlerine HDP kadar sahip çıkan bir Türkiye düşmanı vardır.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, daha önceki görevi sırasında durup dururken, ne münasebetle ise, Kıbrıs’ta gırtlağına kadar Türk kanına batmış olan Papaz Makaryos’un heykelini dikmiş olması, Yunanistan’a gidip orada bizim vatan toprağımız üzerindeki hayâlî “Pontus haritası” önünde Yunanlarla kol kola sırıtarak poz vermesi, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Yunan’ın denize döküldüğü 9 Eylül günü Yunan’a değil de bizim ecdadımıza sövmesi, partisinin İstanbul İl Başkanlığına re’sen atadığı bayanın milletimizi Ermeni soykırımcısı ve Devletimizi PKK mücadelesi sebebiyle seri katil ilân etmesi, “PYD terör örgütü değildir” diyen bayanı milletvekili ve partisinin genel sekreteri yapması, “Türkiye İran’la savaşırsa ben İran’dan yana olurum” ve “Türkiye Suriye ile savaşırsa ben Esed’den tarafa olurum” diyen hainleri ısrarla milletvekili yapması, Mersin ve Adana gibi birtakım şehirlerimizin başına belediye başkanı olarak açıkça PKK’yı destekleyen kişileri seçtirmesi ve bunlar gibi tüm diğerleri tesadüf olabilir mi?

Bunların kökenleri araştırılırsa, Taşnak Ermenilerinin mi, Pontus Rumlarının mı, Sabatayistlerin mi, yoksa başka tarafların, nelerin, kimlerin öcünü alma peşinde oldukları ortaya çıkar.

Es kaza Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı olsa, Devlet’i Türk ve İslâm düşmanlarına teslim etmeye çalışmaktan başka yapacağı bir şey olmayacaktır.

Her şeye rağmen aynı gemide olduğumuz için biz bu insanlara ne kadar barış eli uzatırsak uzatalım, bunun hiçbir faydası olmuyor. Dolayısıyla bunlarla mücadele etmekten başka çaremiz bulunmuyor.

Tuhaf sadakat!

Ben Kılıçdaroğlu hakkında kesin hükmümü verdiğim için, onun milletimize karşı düşmanca hareketlerine hayret etmiyorum. Ama onun bu açık millet-devlet düşmanlığına, yalan dolan ve saçma sapan hâllerine rağmen hâlâ onun arkasında ve yanında yer alan ekibine, medyadaki ve muhtelif dernek ve kurumlardaki yandaşlarına ve nihayet ona oy veren yüzde 25 seçmenin tavrına hayret ediyorum. İnsanlar böyle saçma sapan, insanları güldüren bir liderleri olmasından etkilenmiyorlar, utanmıyorlar.

Bu bağlılık aslında Kılıçdaroğlu’nun şahsına ve siyasetine değildir. Şayet onun yerine bir başkası gelmiş olsa, o yüzde 25’lik kitle aynen yerini muhafaza edecektir. Bu kitle, fanatik bir tepki kitlesidir. Tepkileri Müslüman Türk milletine, Müslümanlığa ve Müslümanlaradır. CHP bu İslâm ve millet düşmanlarının bir toplanma mekânıdır, bir şemsiyedir.

Söz konusu kitlenin önder kesimi içerisinde çok sayıda Türk düşmanı kripto Ermeni Taşnak, Rum Pontus artıkları ve Sabatayistler vardır. Bu yüzde 25’lik kitlenin Türk milletinin ana gövdesi ile ne inanç, ne kültür, ne fikir, ne de ülkü birliği vardır. Bunlar Cumhuriyet’in kurulmasından sonra “Devrim” adı altında sistemli bir şekilde uygulanan dinsizleştirme projesiyle bin yıllık kadim Türk milletinin manevî varlığından kopartılabilen parçadır. Aslında o zaman yapılmak istenen milletin tamamının aynı pota içinde eritilmesi iken, ancak bu kadarını başarabilmişlerdir. Atatürkçülerin yere göğe sığdıramadıkları, her biri İslâm’a bir kılıç darbesi olan Atatürk devrimlerinin ürettiği nesillerin devamından başka türlü bir sonuç beklenemezdi.

İşte devrimler: 

1924, Hilâfet kaldırıldı. 1924, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. 1924, medreseler kapatıldı. 1924, Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldı, okullarda din eğitimi kaldırıldı. 1924, Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler’in başında 404 yıldır kesintisiz okunan Kur’ân yasaklandı (merhum Özal 1991’de yeniden başlattı).

1925, Peygamber’e hakaret durumunda işletilen ceza kanunu kaldırıldı. 1925, tekke, zaviye, türbe, dergâh gibi dinî eğitim veren müesseseler kapatıldı. 1925, İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. 1925, Şapka Kanunu ile Müslümanlara gayrimüslim kasketi giyme mecburiyeti getirildi. 1925, şapkaya karşı çıkanlar idam edildi. 1925, okullarda ve resmî devlet dairelerinde kadınlar ve kızlar İslâmî giyimi bırakıp gayrimüslimler gibi giyinmeye zorlandı.

1928, Anayasa’dan “Devletin dini İslâm” ibaresi çıkarıldı. 1928, Milletvekili Yemini’nden “Allah” ismi çıkarıldı. 1928, Harf Devrimi yapıldı (yeni nesillerin geçmişle irtibatının kesilmesi için, İsmet İnönü söylüyor). 1928, Kur’ân Türkçeye tercüme edildi, Kur’ân’ın aslı yasaklandı. 1928, İslâmiyet’te ve Kur’ân’da değişiklikleri ihtiva eden “Dini Islah Beyannamesi” hazırlatıldı (fakat uygulanamadı).

1932, ezan ve kametin hem camilerde, hem evlerde Arapça aslından okunması yasaklandı. 1934, Ayasofya Camiî, kapatılıp müze hâline getirildi. 1935, bir kısım camilerin kapatılıp başka işlere tahsis edilmesi kanunu çıkarıldı. 1935, camilerde dinî eğitim yasaklandı. 1938, camilerde tekbir yasaklandı.

Son söz

Bu İslâm ve millet düşmanı güruhun öfkesini katlayan bir başka husus da, azınlık olmalarına rağmen geçmişte Devlet’in icra noktalarını ele geçirmiş olmakla, askerî ve yargısal vesayet unsurlarının da gölgesinde yıllarca inançlı çoğunluğa yapmakta oldukları “efendiliğin” ve zulüm enstrümanlarının ellerinden alınmış olmasıdır. Her şeye rağmen aynı gemide olduğumuz için biz bu insanlara ne kadar barış eli uzatırsak uzatalım, bunun hiçbir faydası olmuyor. Dolayısıyla bunlarla mücadele etmekten başka çaremiz bulunmuyor. 

Bu mücadeleyi kazanmanın en müessir yolu, yeni nesilleri inançlı olarak yetiştirmektir. Bunu yapabiliyor muyuz? Maalesef hayır!

Düşmanlarımızın elinde olan sosyal medya ve televizyonların bütün yıkıcı ve yakıcı tahribatına ilâveten, başta “Maarif” olmak üzere Devlet’in bütün mekanizmaları da onlar için çalışıyor. Bizler de her yıl inançsız ve ülküsüz yeni nesillerin topluma boca edilişini hüzünle seyrediyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanımızın ve AK Parti hükûmetlerinin hangi akla hizmet ettiğini anlamak mümkün olmuyor. Allah encamımızı hayreylesin!