
MUHTEMELEN geçen yaz başında, Kılıçdaroğlu’nun ancak İmamoğlu’na
karşı direnebilmesi hâlinde aday olacağını yazmıştım. Değerli vekilimiz Lokman
Ayva, bunun mümkün olmayacağını, İmamoğlu’nun bir proje olduğunu ve kesinlikle
aday gösterileceğini söylemişti bana.
24 Ocak’tan itibaren yaşanan gelişmeler bana bu konuyu
yeniden hatırlattı. Zira Akşener’den sonra dış destek de göstere göstere
gelmeye başladı İmamoğlu’na.
Büyükelçi ziyaretleri ne anlama geliyor?
Bütün ülkeler, önemsedikleri coğrafyalarda, kolay
çalışacakları yönetimleri görmeyi arzu ederler. Tarihî, askerî, ticarî, dinî türden
birçok sebebi olabilir bunun ve niyet açısından gayet normal bir durumdur. ABD
ve İngiltere’nin de Orta Doğu ve Türkiye’de söz sahibi olma politikaları
hepimizin malûmu. Mevcut Başkan’la çalışmanın zorlaştığı bir dönemde, kolay
çalışacakları yeni bir başkan görmek istemeleri kadar normal bir durum olamaz
elbette.
Buna rağmen, Ekrem İmamoğlu’nun İngiltere ve ABD
Büyükelçileri ile yaptığı görüşmelerde bir sorun arıyoruz. Çünkü diplomatik
teamüllerin ötesinde bir sorun var bu buluşmalarda.
Birincisi, İngiliz Büyükelçi ile gizli saklı bir
yemek, sonrasında ise Cumhurbaşkanı’ndan sonraki ilk ziyaret olarak gündeme
gelen ABD’nin yeni Büyükelçisi ile belediye binasındaki toplantı…
Önce, Dışişleri Bakanlığı Protokol Genel
Müdürlüğü’nün, “Diplomaside Ayrıcalık ve Bağışıklıklarla İlgili Uygulamalar”
başlıklı protokolünden bir bölüm aktaralım konuyu biraz daha teknik analiz
edebilmek için:
“Atanmış Büyükelçi, Protokol Genel Müdürü ile yaptığı
görüşmede, ülkedeki uygulamalar bağlamında, yapması gereken ziyaretler veya
katılması gereken törenler gibi konularda bilgi istemelidir. Örneğin, mevcut
uygulamamızda, ülkemize atanan her büyükelçi, Güven Mektubunu sunmasını takiben
Anıtkabir’i ziyaret ederek, Protokol tarafından düzenlenen bir törenle mozoleye
çelenk koyar. Yeni büyükelçi, Güven Mektubunu Devlet Başkanına sunma töreninden
sonra bulunduğu ülkenin protokol düzenlemelerine göre Parlamento Başkanını,
Hükûmet Başkanını, Dışişleri Bakanını, temsil ettiği hükûmetin yakın ve yoğun
ilişkiler içinde olduğu Bakanları, unvanlarına göre üst düzey yöneticileri mâkâmlarında
ziyaret ederek ilk temaslarını gerçekleştirir. Başta Kordiplomatik Duayeni
olmak üzere diğer büyükelçilere birer nezaket ve tanışma ziyaretinde bulunur…”
Bu protokol çok net ve tartışmasız bir şekilde
anlatılıyor ki, ABD’nin yeni atadığı Büyükelçi Flake, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin koyduğu protokol ve ziyaret prosedürünü çiğneyerek, koşa koşa gitmiştir
İmamoğlu ile görüşmeye. Bizim bu görüşmeye farklı anlamlar yüklememizin sebebi
de budur zaten.
İngiliz Büyükelçi ile yapılan görüşme hem zamanlaması
açısından, hem de gizlenmeye çalışıldığı için daha çok eleştirilmişti oysa. Balıkçıdaki
gizli yemek sonrası çok yıprandı, derdini anlatmakta zorlandı İmamoğlu. Tam da
bu sorunlu süreç devam ederken geldi ABD Büyükelçisinin ziyareti. Balıklı
toplantının içeriği hâlâ bir muamma olsa da masum bir yemek olmadığı, cumhurbaşkanlığı
adaylığı için bir destek arayışı barındırdığını düşünmek abesle iştigal olmaz
herhâlde.
Ancak ikinci görüşme, tartışma götürmeyecek kadar net
bir “Arkandayız” mesajıdır. Arkasından gerçekleşen sermaye sahipleri ile
görüşme maratonu da olayın finans tarafını çözmek için tasarlanmıştır mutlaka.
Tamam, ABD ve İngiltere, Erdoğan’ın devrilmesini
istiyor olabilir. Türkiye’nin menfaatlerini bu iki ülkenin hesaplarını bozacak
kadar önde tutmasıdır bunun sebebi. İyi de, bu ülkenin muhalefet partileri ve
onların liderleri varken İmamoğlu’na boyunu aşacak bir misyon yüklemek niye ki?
Herkes gidip Kılıçdaroğlu’yla, Akşener’le, görev yaptıkları şehirlerin
valileriyle, belediye başkanları ile görüşebilir. Hele bir de bu görüşmelerin
içerikleri Dışişleri ile paylaşılıyorsa asla sorun olmaz. Ancak, Türkiye’deki
görevine yeni başlamış bir diplomat, ülkesi iktidarın değişmesini arzu ediyor
olsa bile, muhalefetin lideri ile değil de adı cumhurbaşkanı adaylığında geçen
bir belediye başkanıyla görüşüyor.
Bu görüşme, içişlerimize karışmaktan, siyasetimizi ve
özellikle de muhalefeti dizayn etmekten başka şekilde okunamaz ve tabiî ki asla
kabul edilemez.
Bu hamleler hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, hem de
ana muhalefet partisinin genel başkanına karşı da yapılıyor. Birileri binlerce
kilometre uzaktan gelip diyorlar ki, “İmamoğlu bizim için Kılıçdaroğlu’ndan da,
Akşener’den de daha kolay bir cumhurbaşkanı olur. Biz ona dilediğimizi
yaptırırız. O yüzden desteğimiz onadır. Siz de buna göre hareket edin!”.
Bu dayatmaya karşı muhalefet ne yapıyor?
Daha önce adı cumhurbaşkanlığı adaylığında İmamoğlu
ile birlikte anılan Mansur Yavaş, genel başkanının tercihine anında olumlu
tepki vermiş ve “Benim böyle bir niyetim yok, Ankara’ya hizmet derdindeyim”
şeklinde açıklamalarda bulunmuştu.
İmamoğlu ise yurt gezilerine çıkmayı, adaylığı
konusunda sorulan soruları şartlara bağlamayı tercih etti bugüne kadar. Sekiz
dokuz aydır kendi adaylığının önünü açmaya çalışan, iktidara gelmesi hâlinde
yapacaklarını anlatırken hep “Ben” diyen Kılıçdaroğlu’na, “Adayımız Kemal
Kılıçdaroğlu’dur” diyen parti sözcüsüne rağmen, “Ben aday değilim ama partimin vereceği
hiçbir görevden de kaçmam” bile diyemiyor.
Haziran 2019’da seçildiği günden itibaren kendisine
yakıştırılmaya çalışılan o mâkâma, daha İstanbul’u bile yönetmekten âciz
kaldığı hâlde kendini lâyık görüyor.
Meral Akşener de bu rüzgâra kendini kaptırmış,
aylardır ABD ve İngiltere’nin adayına güzellemelerde bulunuyor. Bu tavrı,
Kılıçdaroğlu’na gizli bir baskı olarak algılanmalı bence. Zira Kemal Bey,
“İttifak onaylarsa aday olurum” diyerek niyetini belli ettiği, hatta o adaylığı
talep ettiği hâlde, nezaketen de olsa “Neden olmasın, görüşülür” bile
diyemiyor. Ama “İmamoğlu aday olursa destekleriz” demekten geri durmuyor.
Her ittifakın en büyük partisinin genel başkanı, o
ittifakın tabiî cumhurbaşkanı adayıdır bence. Türkiye’yi yönetecek koltuğa, parti
genel başkanının yönettiği birinin oturması hiyerarşik olarak, küçük parti
genel başkanının oturması ise seçmen tercihlerinin yansıtılması açısından doğru
değildir çünkü. İllâki başka biri aday olacaksa, dışarıdan biri olmalıdır;
yanlış seçim de olsa, 2014’teki Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde olduğu gibi...
İlk seçenek için Kılıçdaroğlu’nun direnişi devam
ediyor. Bunun için de “CHP’de patron benim” mesajı vermeye gayret ediyor.
İngiliz Büyükelçi ile yemek konusundaki soruya “Elbette haberim vardı” diye
cevap vermesi de bu yüzden. Ancak İmamoğlu kendini o kadar kaptırmış ve aldığı
dış destekle o kadar özgüven kazanmış ki Genel Başkanını yalanlamaktan
çekinmiyor ve aynı soruya, “Genel Başkanım o kadar yoğun ki benim hangi yemeği
yediğimi niye takip etsin?” diye cevap veriyor.
Yani hem CHP, hem de Millet İttifakı içinde kılıçlar
çekilmiş durumda. Yeni ittifak arayışlarının ve Kılıçdaroğlu’nun bunu gönül
rahatlığı ile desteklemesinin sebebi de bu zaten. İmamoğlu sevdalısı İyi Parti
farklı bir ittifak kurarsa, Kılıçdaroğlu’nun önü açılacak. Böylece, içinde
milliyetçi görünümlü parti kalmayan CHP’li kanadın adayına, farklı bir ittifak
kurmuş olsa da destek verecek.
Velhâsıl Kılıçdaroğlu kendi adaylığında, Akşener ise İmamoğlu’nda
direniyor. Şahsen, dış güçlerin bu dizayn çabalarına direnme mücadelesinde
Kılıçdaroğlu’nu takdir ediyor ve destekliyorum. Ancak bir an önce bu adaylık
sorununun Türkiye’nin gündeminden de düşmesini arzu ediyorum.
İktidar kanadına yakın medyanın bu adaylık süreci
tartışmasını, Millet İttifakı’nı yıpratma gayreti olarak görüyor birileri.
Hâlbuki İmamoğlu’nun adaylığı fikrini daha ilk günden itibaren topluma enjekte
etmeye çalışan bir medya ordusu var. Bunların dışarıdan fonlandığını da hepimiz
biliyoruz. Biz, Cumhur İttifakı’nın adayı 2018’den beri belli iken muhalefetin
hâlâ aday çıkartamamasını değil, cumhurbaşkanlığına lâyık bir siyasetçi
üretememiş olmasını eleştiriyoruz aslında.
Erdoğan’ın karşısına çıkarabilecekleri güçte birini
bulamamış olmalarını komik, bir o kadar da vahim buluyoruz. Neden vahim?
Muhalefet, birleşebildiği takdirde Türkiye’yi yönetmeye bu kadar yaklaşmışken
bile o yetkinlikte kimseyi bulamıyor.
Ben, önce ardında durup sonra astırdıkları Adnan Menderes’ten, “demokrasi âşığı” olduklarını iddia edenlerin 12 Eylül’de darbe yapanlara “Bizim çocuklar” demesinden, 15 Temmuz FETÖ darbe girişimindeki aktörlerden ders aldığımızı düşünüyor ve artık ne İngiliz’in, ne Amerikalının oyununa gelmeyecek kadar millî bir ülke olduğumuza inanıyorum. Umuyorum ki, muhalefet de bu yönde hareket eder…