Kılıç hakkı ahlâkı

Müslüman fatihler, ele geçirdikleri yerlerin halkını zorla Müslümanlaştırmış mıdır? Müslüman olmayanları topluca katletmişler midir? Oysa dünya âlem bilmektedir ki İspanya’yı (Endülüs’ü) ele geçiren Hıristiyanlar, Müslümanları zorla Hıristiyanlaştırdılar veya sürgün ettiler ya da katlettiler. Benzeri bir facia Kırım’da yaşandı. Yunanistan’da bile 1821 Mora İsyanı’nda bir gecede binlerce Müslüman Türk katledildi ve camileri ile evleri yakıldı.

SAVAŞ yoluyla elde edilen bir şehrin mabedinin camiye çevrilmesini “kılıç hakkı” olarak görenler olduğu gibi, bu uygulamayı İslâm’ın ilkelerine ve dinî hoşgörüye aykırı görenler de vardır.

Kılıç hakkı, temelde savaşı kazanmanın getirdiği bir sonuçtur. Galiplerin beklentilerini az çok karşılayan bir sonuç her zaman olmuştur.

Hazreti Muhammed’in Hicret’in yedinci yılında (Milâdî 629) Hayber Kalesi’ni fethettikten sonra oradaki ev ve hurma bahçesi gibi gayrimenkulleri Müslümanlara dağıttığı, havraya el koyduğu, ardından Hazreti Ömer zamanında Hayber’deki Yahudilerin sürgün edildiği haberleri “kılıç hakkı için kaynak” olarak gösterilmiştir.

Elbette fıkıhçılar da bu haberleri kendi anlayışlarına göre değerlendirmişlerdir. Hanefî fıkıhçılarından Abdullah Bin Mahmûd el-Mevsılî/Musullu (1203-1284), “El-İhtiyar” adlı kitabında fatihlerin hoşuna gidecek görüşlere yer vermiştir: “Müslümanların halifesi bir şehri savaşarak fethettiği takdirde dilerse şehirdeki bütün mülkleri mücahidlere taksim eder, dilerse de haraç ödemeleri kaydıyla o şehir halkına bırakır.”

Fethedilen şehir halkının savaşa katılıp katılmadığı bile önemsenmeksizin mülklerinin tamamının halifenin takdirine bırakılmasında o döneme kadarki uygulamaları meşru gösterme isteği tayin edici olabilir.

El-Mevsılî elbette yalnız değildir. Onunla yakın bir zamanda yaşamış olan ünlü Hanefî fakihlerinden Türkistanlı Ebü’l-Hasen Burhaneddin Fergani El-Meriginani (1117-1197) de “El-Hidaye” adlı kitabında benzeri görüşlere yer vermiştir. Benzeri görüşlerin paylaşıldığı bu dönemde yerel yöneticiler fetihler için yarışmıştır. Bu yarışta elbette hepsi başarılı olamamıştır. Ancak başarılı olanların yapıp ettikleri fıkıh kitaplarında önemli ölçüde onaylanmıştır.

Fakihlerin kılıç hakkı için örnek aldıkları olay, Hayber ile sınırlı değildir. Hazreti Ömer döneminde (634-644) Şam’ı fetheden ünlü sahabi Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah, şehirdeki eski Roma tapınağı üzerinde Şam’ın ilk mescidini inşâ ettirmiş, Emevi Halifesi Abdülmelik Bin Mervan’ın mescidin yanındaki kiliseyi yıktırarak yaptırdığı cami günümüze kadar Emeviye Camisi olarak gelmiştir. Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah’ın yaptığı, şehri savaşarak teslim aldığı için, bir fetih/kılıç hakkı olarak açıklanmış olsa da ondan 40-50 yıl sonra gelen Abdülmelik Bin Mervan’ın kiliseyi yıktırıp cami yaptırması da aynı çerçevede sayılarak ve yine kılıç hakkı olarak görülmüştür.

Bütün bunların yeniden hatırlanması elbette boşuna değildir. Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesiyle birlikte bu tür hatırlatmalar çoğalmıştır. Bunların iyi niyetle yapılmış olduğu varsayılsa bile Ayasofya’nın cami yerine müze yapılmasını eleştirmeye zamanı ve cesareti olmayanların tekrar camiye çevrilmesini birdenbire insanî ve ahlâkî duygularla ele alıp eleştirdiklerini kabul etmek, en başta insaniyet ve ahlâk için ciddî bir sorundur.

Ayasofya için Müslümanlara insaniyet dersi vermeye yeltenenler, Ayasofya’nın mümkünse kilise, mümkün değilse müze olarak kalmasını isteyenler, bir de Hıristiyan dünyasına, yanı başımızdaki Yunanistan’a neden bakmazlar?

“Hıristiyan şehirlerini ve ülkelerini Müslümanlar fethetti, yoksa Hıristiyanlar gelip Müslüman şehirlerini ve ülkelerini fethetmedi” tezini ileri sürmektedirler. Oysa Hıristiyanlık Roma ile yayıldı. Hıristiyanlık öncesindeki tapınakların ezici çoğunluğu kiliseye çevrildi. Hıristiyan fatihlerin hiçbir kurala bağlı kalmadan pagan dönemindeki tapınakları kiliseye çevirmelerini bir hak olarak görüp Müslüman fatihlerin kiliselerin bazılarını cami yapmalarını yadırgamaları iyi niyet, hoşgörü veya insaniyetle açıklanabilecek bir husus değildir.

Orta Çağ’dan günümüze kadar sürüp gelen fetihler ya da işgaller döneminde eline fırsat geçirenlerin hepsi bu tür işleri yapmıştır. Yunanistan’da Batı Trakya’nın dışında başka bir yerde cami var mıdır? Minareleri bile yıkılmış, müzeye, kiliseye çevrilmiş camiler vardır. Türkiye yirmi yıldan beri uğraşmasına rağmen Atina’da bir tane cami yaptıramamıştır. Oysa 1821 öncesinde Atina’da çok sayıda cami vardı.

Evet, Müslüman fatihlerin yaptıklarının birçoğunu İslâm ilkeleri ile bağdaştırmak zordur. Ancak bu fetihlerin tamamını ganimet ile açıklamak bir saplantıdır. Sayısını kimsenin bilmediği Müslüman fatihlerin ölümü hiçe sayarak yaptıkları savaşların yalnızca ganimet ile açıklanması, Oryantalist bir bakışın tekrarıdır.

İbadet yerlerinin camiye, kiliseye çevrilmesinden önce halkın durumunu hatırlamak daha insanî bir tutumdur. Pek çok yanlışlarına rağmen Müslüman fatihler, ele geçirdikleri yerlerin halkını zorla Müslümanlaştırmış mıdır? Müslüman olmayanları topluca katletmişler midir? Oysa dünya âlem bilmektedir ki İspanya’yı (Endülüs’ü) ele geçiren Hıristiyanlar, Müslümanları zorla Hıristiyanlaştırdılar veya sürgün ettiler ya da katlettiler. Benzeri bir facia Kırım’da yaşandı. Yunanistan’da bile 1821 Mora İsyanı’nda bir gecede binlerce Müslüman Türk katledildi ve camileri ile evleri yakıldı. Ayasofya’nın cami olmasından hüzün duyanlar, neden bu tür olayları duymamış, görmemiş gibi davranmaktadırlar?

Batı’nın ahlâkının Sokrates, Kant ve Luther tarafından şekillendirildiği iddiasının hiçbir inandırıcılık tarafı olmadığı gibi, Batı ahlâkının bilmeye, akletmeye ve özgürlüğe dayanmasının sonunda Batı insanının ahlâklı davrandığı, bağımsız yargı ve kamu yararı düşüncesinin topluma egemen olduğu görüşü de bir fantezidir.

Batı’nın işgaline uğrayan ülkeler bunun açık örnekleridir. Batılı ülkelerin müzelerinde teşhir ettikleri malzemenin büyük çoğunluğu sömürdükleri, işgal ettikleri ülkelerden talan ettikleri malzemeler değil midir? Batı’daki müzeler ustaca ve organize hırsızlığın teşhir yerleri değil midir? İşgale uğrayan ülkelerde ortaya çıkan vahşetler, Batılı insanın ahlâk anlayışının bir sonucundan başka nedir? Afganistan’da, Irak’ta yaşanan vahşet ve katliamlar sömürgeci Batı ahlâkından başka ne ile açıklanabilir?

Müslümanların ahlâkında ve hukukunda da pek çok sorun vardır. Bu sorunlar, sömürgecilerin işgalinde çoğalmıştır. Müslümanların hayatlarında ve ahlâklarında görülen sorunların çözülmesi, hiç olmazsa en aza indirilmesi için öncelikle işgalden, zulümden özgür ve bağımsız bir hayatlarının olması icap eder. Çünkü dışarıdan gelen işgal ve içeride ortaya çıkan zulüm, ahlâkî yozlaşmanın temel kaynağıdır. Bu yozlaşmayı kılıç hakkına, adını sanını artık kimsenin bilmediği fakihlerin tezlerine bağlamak gerçekçi değildir.

Müslümanların yasaya saygı olmadığı için ahlâkî sorunlar yaşadıkları iddiası temelsizdir. Evet, güç/iktidar sahibi olanların yasa tanımadıkları, istekleri hilafına olan yasaları yok saydıklarının pek çok örneği vardır. Bunun iktidar fırsatı gözetenler için kötü ve özendirici örnek olduğu açıktır. Ancak Müslümanların ezici çoğunluğu, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” görüşünü bir kural olarak benimsemesi, şeriata/yasaya duydukları güvenin, yasaya gösterdikleri saygının çok yaygın ve somut bir örneğidir.

“Şeriatın kestiği parmak acımaz” görüşü ya da ilkesi aslında hukuk devletini inşâ etmenin temel insanî malzemesidir. Zalim tiranlar, hukuk devleti yerine kişisel sultalarını tesis ederek bu kuralı çiğnemişlerdir. Ancak bu fiilî durum Müslümanlarda yasaya saygının olmadığını göstermez. Aksine yasaya saygının varlığına rağmen bir tiranlığın fiilî durumunun oluştuğunu göstermektedir.

Mutlak şekilde iman-amel birliği tezi, bağnaz Haricîliğin temeli olduğu gibi, mutlak şekilde iman-amel ayrılığı tezi de hiçbir kural tanımayan, her türlü haramın işlenmesini mubah gören Mürcie tezinin kaynağı olmuştur. Hiçbir yaptırım öngörmeyen ve her türlü hatayı imandan sapma sayan anlayış da Müslüman toplumlar için ahlâkî sorunların bir başka bahanesini oluşturmuştur. Artık bu zamanda, bu evrede Haricî ve Mürcî tezlerin parantezine hapsolmak, Müslümanlar için apayrı bir çaresizlik olacaktır.

Dün olduğu gibi bugün de, yarın da iktidar çevresinde halkın içinde olumsuz örnekler her zaman olacaktır. Elbette bunlara dikkat çekmeli ve tekrarının olmaması için ilgililer, hatta toplum uyarılmalıdır. Toplumun bütünüyle olumsuz örneklerden oluştuğu gibi bir kanaatin sürekli telkin edilmesi, apayrı bir felâkettir. Belki gizli bir kıskançlığın tezahürüdür. Aynı toplum içindeki olumlu örnekler de görülmelidir. Hazreti Muhammed döneminde bile olumlu/güzel örneklerin yanında olumsuz örneklerin varlığı bilinmektedir. Olumlu/güzel örneklerin çoğalması için bunların hatırlatılması icap eder. Marifetin iltifata bağlı olduğu kural, belki en çok bu alan için geçerlidir.

Batı’nın ahlâk tarifi içinde gösterilen unsurları aslında Müslüman ahlâkının vazgeçilemez unsurları olarak görmek gerçekçidir. Çünkü bilmeye, anlamaya, akletmeye ve uygulamaya dayanmayan bir ahlâk anlayışını İslâm ilkeleri ile bağdaştırmak zordur. Zaten bu unsurlardan Müslümanların ahlâkı uzaklaştıkça yaşanan sorunların vahameti yaşanmaktadır.

Sadece Müslümanları ahlâkî sorunlarından dolayı aşağılamak, buna karşılık dünya çapında hâli hazırdaki sömürgelerine ve yüzyıllarca sürdürdükleri köle ticaretine rağmen Batı’nın ahlâk yapısının bilmeye, akla ve çabaya dayalı olduğunu ileri sürmek eylemini Oryantalistler bile bırakmışken bazı Müslümanların bu tarifleri sahiplenmeleri kendileri adına utanılacak bir sonuçtur.

“İtibardan tasarruf edilemez” sözünü Erdoğan’ı aşağılamak için kullanmayı kanıksayanların, sözün asıl sahibi olan Turgut Özal için geçmişte tek cümlelik söz etmemiş oldukları bilinmektedir. Oysa Erdoğan’ın kullandığı bu söz kendisini bağlar. Müslüman ahlâkının tarifinde asla bir veri olarak ele alınamaz. Siyâsî takıntılar nedeniyle Erdoğan eleştirisi için Orta Çağ’daki Müslüman fatihlerin yanlışlarından kapı aralayanların, içinde oldukları cemaatler/örgütler eliyle işlenen vahşetler için bir af bile dilememiş olmalarının sahip oldukları ahlâkın perişanlığını göstermektedir.