LONDRA ve Zürih Anlaşmaları ile 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti
Devleti kurulmuştu. İki toplumlu bir devlet gibiydi ama Türkler bu devlette
azınlık durumundaydı. Yine de Rumlar, azınlık bile olsalar Türkleri adadan
çıkarmak için dönem dönem saldırılar düzenlemişler, katliamlar yapmışlardı.
Her seferinde Türkiye’nin Rumlara “Yapmayın ha!” diye
tehdit dolu uyarıları olsa da Rum tarafı bu uyarıları ciddiye almamış, ABD’nin
nasıl olsa Türkiye’ye Kıbrıs’a müdahale için izin vermeyeceği görüşü ile
saldırganlık cesaretlerini arttırmışlardı.
1964’te ABD Başkanı Johnson’un Türkiye Hükûmeti’ne
karşı küstah tutumu Rumları özendirmişti. Johnson, Türkiye’nin ABD malı olan
askerî malzemeleri Kıbrıs’ta kullanamayacağını bildirmişti. Hâlen sokaklarda
heykellerinin gölgeleri uzayıp kısalan dönemin Başbakanı İsmet Paşa ise ABD’ye
cevap verir gibi olmuştu. Ama Kıbrıs’a müdahale edemeyerek aslında Türkiye’yi
cevapsız bırakmıştı.
Ancak 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson, Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Papaz Makarios’a karşı bir darbe yapmıştı. Sampson Kıbrıs’ın Yunanistan’a
bağlanmasını isterken Makarios buna engel olmaya çalışıyordu. Ancak her iki
taraf da Türklere karşı düşmandı. Sampson’un başarılı olması hâlinde Kıbrıs’ın
Yunanistan’a bağlanmasını kesin sayan Türkiye Hükûmeti, adaya askerî müdahaleye
karar vermişti.
O esnada Türkiye’de, Bülent Ecevit başkanlığında
CHP-MSP hükûmeti vardı. Ecevit’in Yunanistan ile dostluğu her şeyin üstünde
tutan anlayışına karşılık koalisyon ortağı MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan
ise, Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre Türkiye’nin adaya müdahale etmesi icap
ettiğini savunuyordu. Bu anlaşmalar Kıbrıs’ta kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin
korunmasını Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a vermişti. Anlaşma metninde bu
koruma yetkisi “garantörlük” diye yer almıştı.
Yunanistan’da askerî bir cunta vardı, ülke karışıklık
içindeydi. Üstelik Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaya çalışan Sampson’a karşı bir
askerî müdahaleye Yunan Hükûmeti taraftar değildi. Başbakan Ecevit’in bütün
ısrarlarına rağmen İngiltere, Türkiye ile birlikte Kıbrıs’a askerî müdahalede
bulunma teklifini reddetmişti. Bu durumda Londra ve Zürih Anlaşmalarının
verdiği yetkiyle Türkiye, tek başına Kıbrıs’a müdahale etmek zorunda kalmıştı.
Lozan’da İsmet Paşa, Kıbrıs için tek bir cümle
söylememişti. Kıbrıs’ın İngiltere’ye aidiyetini kabul etmişti. Böylece Kemal
Paşa, Kıbrıs’ı da karşılıksız olarak, bir çeşit hibe gibi, âdeta sevabına
İngiltere’ye bırakmıştı. Yıllar sonra Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu
ikilisi, büyük mücadeleler sonunda Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Türkiye’yi
Kıbrıs’ta garantör bir taraf durumuna getirmişlerdi. Menderes ve Zorlu,
Türkiye’ye ve Türk halkına yaptıkları bu hizmetlerin karşılığında CHP’li
darbeciler tarafından 1961’de idam edilmişlerdi.
***
Türkiye, Londra ve Zürih Anlaşmalarının kendisine verdiği
yetkiyle 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a askerî bir müdahalede bulunmuş, böylece
bugünkü Kıbrıs Türk kesimi ortaya çıkmıştı. Güneyde kalan Türkler kuzeye,
kuzeydeki Rumlar da güneye göç etmişti. Kıbrıs adası fiilen ikiye bölünmüştü.
ABD öncülüğünde BM toplanmış, Türkiye kınanmış, derhâl askerlerini çekmesi istenmişti.
Ayrıca ABD, Türkiye’ye ambargo uygulama kararı almıştı.
Türkiye’de ise hükûmet ortakları arasında Kıbrıs
konusu derin bir anlaşmazlık konusu olmuştu. Çünkü CHP lideri Ecevit, Kıbrıs’ta
federasyonu, MSP lideri Erbakan ise taksimi/bölmeyi savunmuştu. Ecevit,
“taksimin bir çeşit fetih olduğunu, fethin çağdışı bir siyaset olduğunu”
savunmuştu. Erbakan ise 1960’da Rumlar ile ortaklaşa Kıbrıs Cumhuriyeti
kurulduğunu, ancak bunun Rumların tutumu nedeniyle yürümediğini, yeni bir
ortaklık girişiminin ise hayâlci olduğunu, Kıbrıs’ın iki taraf arasında
bölünmesinin gerçekçi olduğunu ileri sürmüştü.
Ecevit, zannedilenin aksine acayip bir Rum/Yunan
hayranlığı içindeydi. Bu hayranlığı gösteren şiirler bile yazmıştı.
Türk-Yunan
Şiiri
“sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu
Türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
olmuşuz kanlı bıçaklı
yine de bir sevgidir içimizde
böyle barış günlerinde saklı
bir soyun kanı olmasın varsın
damarlarımızda akan kan
içimizde şu deli rüzgâr
bir havadan
bu yağmurla cömert
bu güneşle sıcak
gönlümüzden bahar dolusu kopan
iyilikler kucak kucak
bu sudan, bu tattandır ikimizde de günah
bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
bir iklimin meyvasından sızdırılmış
bir içkidir kötülüklerimiz
aramızda bir mavi büyü
bir sıcak deniz
kıyılarında birbirinden güzel
iki milletiz
bizimle dirilecek bir gün
ege’nin altın çağı
yanıp yarının ateşinden
eskinin ocağı
önce bir kahkaha çalınır kulağına
sonra rum şiveli Türkçeler
o boğaz’dan söz eder
sen rakıyı hatırlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
sıla derdine düşünce anlarsın.
(Bülent Ecevit, Londra-1947)
***
Dönemin Türkiye’sinde ordu bazen hükûmetin ortağı,
bazen de amiri durumunda olduğundan, ordunun da Ecevit’in görüşüne destek
vermesi üzerine “Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulmuştu. Böylece 1974’ten
1983’e kadar bütün uluslararası toplantılarda Türkiye, Rum/Yunan tarafına
yalvar yakar “Kıbrıs’ta federasyon kurulması” fikrini kabul ettirmeye
çalışmıştı. Aslında bu teklif adada ödenen bedellerin heba edilmesi demekti.
Ancak CHP ve Ecevit’in Rum ve Yunanlılara duyduğu hayranlık böyle bir sonucu
ortaya çıkarmıştı. Rum/Yunan tarafının federasyon teklifini reddetmesi üzerine,
Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) ilân edildi. Böylece dokuz
yıllık gecikmeyle Türkiye, Erbakan’ın fikrine gelmiş oldu.
Ancak AB/ABD’de boş durmadı. KKTC’yi tanımadığı gibi,
BM’de tanınması kararını da yasakladı. Böylece hâlen devam eden bir abluka
KKTC’ye karşı uygulandı. KKTC’yi hiçbir ülke tanımadı, hiçbir ülkenin
gemisi/uçağı oraya gitmedi.
KKTC için ikinci, belki de daha büyük bir tehlike ise,
2004’te yaşandı. KKTC’nin Türkiye’nin dış siyasetini esir aldığı, AB’ye
katılmasını engellediği, içine kapanmış bir ülke durumuna getirdiği,
demokrasinin gelişmesine engel olduğu, Türkiye’nin büyük ekonomik bedeller
ödemesine karşılık Kıbrıs’tan bir kazancı olmadığı gibi iddialarla başlatılan kampanya
sonunda, Türkiye’nin AK Parti hükûmetinin verdiği destekle, Annan Plânı için
yapılan referandumda Türkler yüzde 70 oranla “Evet” demişken, Rumların yüzde 70
“Hayır” demesiyle bu plân uygulanamadı. KKTC, en büyük tehlikelerinden birisini
daha atlatmış oldu.
KKTC için diğer büyük tehlike ise kendi halkının bir
bölümüdür. KKTC’de sol kesim, düşman (Rum) ile aynı siyaseti benimsemiş, İslâm’a,
Türkiye’ye karşı düşman bir safta toplanmıştır. Kıbrıs’ta Türk solu Türkiye’yi
işgalci sayarken, Rumlarla ortaklığı yani federasyonu bir çözüm olarak görmektedir.
Türkiye’nin büyük bedeller ödemesi ile oluşan Türk kesiminde 47 yıldan beri
uygulanan “lâik eğitim” ile doğup büyüyenler için “İslâm düşmandır, Türkiye
işgalcidir”.
Kıbrıs’ta uygulanan bu İslâm düşmanı lâik eğitim düzeni,
KKTC için Annan Plânı’ndan daha tehlikeli ve daha yıkıcı olmuştur.
Türkiye, KKTC’nin dost ve kardeş ülkeler tarafından
tanınması çabasından önce hem kendisinin, hem de KKTC’nin lâik eğitim sistemini
değiştirerek KKTC’yi bekâ tehlikesinden korumalıdır. Çünkü geçen 47 yıllık
zaman göstermiştir ki, adadaki lâik eğitim düzeni, gençlerin önemli bir
kesimini Rum amigosu, fanatik ve bağnaz bir İslâm düşmanı hâline getirmiştir.
Kendilerini solda gören bu kesimin Rumlardan farklı bir tarafını bulmaksa büyük
bir uzmanlık meselesi olmuştur.
Bu kesim o kadar etkilidir ki, bir önceki dönem, KKTC
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı seçmiştir. Akıncı ise Türkiye’ye karşı Rum
tezlerinin yanında mevzilenmiştir. Akıncı’nın seçilmesi, KKTC için bekâ
tehlikesinin gelip geçici ve bir kişi (Mustafa Akıncı) ile sınırlı olmadığını
göstermiştir.
Türkiye fedakâr, vasıflı ve tecrübe sahibi
öğretmenleri seçip adaya göndererek KKTC eğitim düzeninin değişmesine katkı
sağlamalıdır. Türkiye’den adaya su götürülmesi gibi Kıbrıs’ın tarihinde
görülmeyen bir hizmeti AK Parti hükûmeti yapmıştır. Ancak o suyun hizmete
açılma töreninde “Türkiye’nin suyunu istemiyoruz” diyen sol kesim, nankörlüğün
bulunmaz örneği kadar, KKTC için tehlikenin de mücessem örneğini ortaya
koymuştur.
Eğer Türkiye, KKTC eğitim sisteminde köklü ve kalıcı bir
değişiklik başaramaz ise, yapmayı plânladığı KKTC Külliyesi bittikten sonra, o
külliye, içinde Rum tezlerini savunan, lâik/sol Mustafa Akıncı gibi Türkiye ve
İslâm düşmanı birisi için sadece gösterişli bir mekân hazırlamış olacaktır.
Türkiye, Kıbrıs adasını karşılıksız olarak İngiltere’ye bırakmış olan Kemal
Paşa’nın heykeli yerine, Türkiye’yi adada söz sahibi durumuna getiren Menderes
ve Zorlu’nun heykellerini dikmelidir. Ders kitaplarında Kıbrıs’ı fethetmiş olan
Lala Mustafa Paşa’dan sonra Menderes ve Zorlu’yu KKTC’nin kurucuları olarak
yazdırmalıdır.
Dünyada genel geçer siyâsî düzen gereği, KKTC’nin
Türkiye’ye bağlanması tezi gerçekçi değildir. Türkiye için yeni büyük sorunlara
yol açması da kuvvetle muhtemeldir. Buna karşılık Türkiye, Rumlar ile hiçbir ad
ve ortaklığı öngörmeyen yolda devam etmelidir. Dost ve kardeş ülkelerin
birkaçının KKTC’yi tanıması ve uçakları ile gemilerini oraya göndermesi
şimdilik yeterli olabilir.