Kıbrıs’taki tehlike!

Eğer Türkiye, KKTC eğitim sisteminde köklü ve kalıcı bir değişiklik başaramaz ise, yapmayı plânladığı KKTC Külliyesi bittikten sonra, o külliye, içinde Rum tezlerini savunan, lâik/sol Mustafa Akıncı gibi Türkiye ve İslâm düşmanı birisi için sadece gösterişli bir mekân hazırlamış olacaktır. Türkiye, Kıbrıs adasını karşılıksız olarak İngiltere’ye bırakmış olan Kemal Paşa’nın heykeli yerine, Türkiye’yi adada söz sahibi durumuna getiren Menderes ve Zorlu’nun heykellerini dikmelidir. Ders kitaplarında Kıbrıs’ı fethetmiş olan Lala Mustafa Paşa’dan sonra Menderes ve Zorlu’yu KKTC’nin kurucuları olarak yazdırmalıdır.

LONDRA ve Zürih Anlaşmaları ile 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti kurulmuştu. İki toplumlu bir devlet gibiydi ama Türkler bu devlette azınlık durumundaydı. Yine de Rumlar, azınlık bile olsalar Türkleri adadan çıkarmak için dönem dönem saldırılar düzenlemişler, katliamlar yapmışlardı.

Her seferinde Türkiye’nin Rumlara “Yapmayın ha!” diye tehdit dolu uyarıları olsa da Rum tarafı bu uyarıları ciddiye almamış, ABD’nin nasıl olsa Türkiye’ye Kıbrıs’a müdahale için izin vermeyeceği görüşü ile saldırganlık cesaretlerini arttırmışlardı.

1964’te ABD Başkanı Johnson’un Türkiye Hükûmeti’ne karşı küstah tutumu Rumları özendirmişti. Johnson, Türkiye’nin ABD malı olan askerî malzemeleri Kıbrıs’ta kullanamayacağını bildirmişti. Hâlen sokaklarda heykellerinin gölgeleri uzayıp kısalan dönemin Başbakanı İsmet Paşa ise ABD’ye cevap verir gibi olmuştu. Ama Kıbrıs’a müdahale edemeyerek aslında Türkiye’yi cevapsız bırakmıştı.

Ancak 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Papaz Makarios’a karşı bir darbe yapmıştı. Sampson Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını isterken Makarios buna engel olmaya çalışıyordu. Ancak her iki taraf da Türklere karşı düşmandı. Sampson’un başarılı olması hâlinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını kesin sayan Türkiye Hükûmeti, adaya askerî müdahaleye karar vermişti.

O esnada Türkiye’de, Bülent Ecevit başkanlığında CHP-MSP hükûmeti vardı. Ecevit’in Yunanistan ile dostluğu her şeyin üstünde tutan anlayışına karşılık koalisyon ortağı MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ise, Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre Türkiye’nin adaya müdahale etmesi icap ettiğini savunuyordu. Bu anlaşmalar Kıbrıs’ta kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin korunmasını Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a vermişti. Anlaşma metninde bu koruma yetkisi “garantörlük” diye yer almıştı.

Yunanistan’da askerî bir cunta vardı, ülke karışıklık içindeydi. Üstelik Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaya çalışan Sampson’a karşı bir askerî müdahaleye Yunan Hükûmeti taraftar değildi. Başbakan Ecevit’in bütün ısrarlarına rağmen İngiltere, Türkiye ile birlikte Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunma teklifini reddetmişti. Bu durumda Londra ve Zürih Anlaşmalarının verdiği yetkiyle Türkiye, tek başına Kıbrıs’a müdahale etmek zorunda kalmıştı.

Lozan’da İsmet Paşa, Kıbrıs için tek bir cümle söylememişti. Kıbrıs’ın İngiltere’ye aidiyetini kabul etmişti. Böylece Kemal Paşa, Kıbrıs’ı da karşılıksız olarak, bir çeşit hibe gibi, âdeta sevabına İngiltere’ye bırakmıştı. Yıllar sonra Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ikilisi, büyük mücadeleler sonunda Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Türkiye’yi Kıbrıs’ta garantör bir taraf durumuna getirmişlerdi. Menderes ve Zorlu, Türkiye’ye ve Türk halkına yaptıkları bu hizmetlerin karşılığında CHP’li darbeciler tarafından 1961’de idam edilmişlerdi.

***

Türkiye, Londra ve Zürih Anlaşmalarının kendisine verdiği yetkiyle 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a askerî bir müdahalede bulunmuş, böylece bugünkü Kıbrıs Türk kesimi ortaya çıkmıştı. Güneyde kalan Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar da güneye göç etmişti. Kıbrıs adası fiilen ikiye bölünmüştü. ABD öncülüğünde BM toplanmış, Türkiye kınanmış, derhâl askerlerini çekmesi istenmişti. Ayrıca ABD, Türkiye’ye ambargo uygulama kararı almıştı.

Türkiye’de ise hükûmet ortakları arasında Kıbrıs konusu derin bir anlaşmazlık konusu olmuştu. Çünkü CHP lideri Ecevit, Kıbrıs’ta federasyonu, MSP lideri Erbakan ise taksimi/bölmeyi savunmuştu. Ecevit, “taksimin bir çeşit fetih olduğunu, fethin çağdışı bir siyaset olduğunu” savunmuştu. Erbakan ise 1960’da Rumlar ile ortaklaşa Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunu, ancak bunun Rumların tutumu nedeniyle yürümediğini, yeni bir ortaklık girişiminin ise hayâlci olduğunu, Kıbrıs’ın iki taraf arasında bölünmesinin gerçekçi olduğunu ileri sürmüştü.

Ecevit, zannedilenin aksine acayip bir Rum/Yunan hayranlığı içindeydi. Bu hayranlığı gösteren şiirler bile yazmıştı.

Türk-Yunan Şiiri

“sıla derdine düşünce anlarsın

yunanlıyla kardeş olduğunu

bir rum şarkısı duyunca gör

gurbet elde istanbul çocuğunu

Türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz

olmuşuz kanlı bıçaklı

yine de bir sevgidir içimizde

böyle barış günlerinde saklı

bir soyun kanı olmasın varsın

damarlarımızda akan kan

içimizde şu deli rüzgâr

bir havadan

bu yağmurla cömert

bu güneşle sıcak

gönlümüzden bahar dolusu kopan

iyilikler kucak kucak

bu sudan, bu tattandır ikimizde de günah

bütün içkiler gibi zararı kadar leziz

bir iklimin meyvasından sızdırılmış

bir içkidir kötülüklerimiz

aramızda bir mavi büyü

bir sıcak deniz

kıyılarında birbirinden güzel

iki milletiz

bizimle dirilecek bir gün

ege’nin altın çağı

yanıp yarının ateşinden

eskinin ocağı

önce bir kahkaha çalınır kulağına

sonra rum şiveli Türkçeler

o boğaz’dan söz eder

sen rakıyı hatırlarsın

yunanlıyla kardeş olduğunu

sıla derdine düşünce anlarsın.

(Bülent Ecevit, Londra-1947)

***

Dönemin Türkiye’sinde ordu bazen hükûmetin ortağı, bazen de amiri durumunda olduğundan, ordunun da Ecevit’in görüşüne destek vermesi üzerine “Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti” kurulmuştu. Böylece 1974’ten 1983’e kadar bütün uluslararası toplantılarda Türkiye, Rum/Yunan tarafına yalvar yakar “Kıbrıs’ta federasyon kurulması” fikrini kabul ettirmeye çalışmıştı. Aslında bu teklif adada ödenen bedellerin heba edilmesi demekti. Ancak CHP ve Ecevit’in Rum ve Yunanlılara duyduğu hayranlık böyle bir sonucu ortaya çıkarmıştı. Rum/Yunan tarafının federasyon teklifini reddetmesi üzerine, Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) ilân edildi. Böylece dokuz yıllık gecikmeyle Türkiye, Erbakan’ın fikrine gelmiş oldu.

Ancak AB/ABD’de boş durmadı. KKTC’yi tanımadığı gibi, BM’de tanınması kararını da yasakladı. Böylece hâlen devam eden bir abluka KKTC’ye karşı uygulandı. KKTC’yi hiçbir ülke tanımadı, hiçbir ülkenin gemisi/uçağı oraya gitmedi.

KKTC için ikinci, belki de daha büyük bir tehlike ise, 2004’te yaşandı. KKTC’nin Türkiye’nin dış siyasetini esir aldığı, AB’ye katılmasını engellediği, içine kapanmış bir ülke durumuna getirdiği, demokrasinin gelişmesine engel olduğu, Türkiye’nin büyük ekonomik bedeller ödemesine karşılık Kıbrıs’tan bir kazancı olmadığı gibi iddialarla başlatılan kampanya sonunda, Türkiye’nin AK Parti hükûmetinin verdiği destekle, Annan Plânı için yapılan referandumda Türkler yüzde 70 oranla “Evet” demişken, Rumların yüzde 70 “Hayır” demesiyle bu plân uygulanamadı. KKTC, en büyük tehlikelerinden birisini daha atlatmış oldu.

KKTC için diğer büyük tehlike ise kendi halkının bir bölümüdür. KKTC’de sol kesim, düşman (Rum) ile aynı siyaseti benimsemiş, İslâm’a, Türkiye’ye karşı düşman bir safta toplanmıştır. Kıbrıs’ta Türk solu Türkiye’yi işgalci sayarken, Rumlarla ortaklığı yani federasyonu bir çözüm olarak görmektedir. Türkiye’nin büyük bedeller ödemesi ile oluşan Türk kesiminde 47 yıldan beri uygulanan “lâik eğitim” ile doğup büyüyenler için “İslâm düşmandır, Türkiye işgalcidir”.

Kıbrıs’ta uygulanan bu İslâm düşmanı lâik eğitim düzeni, KKTC için Annan Plânı’ndan daha tehlikeli ve daha yıkıcı olmuştur.

Türkiye, KKTC’nin dost ve kardeş ülkeler tarafından tanınması çabasından önce hem kendisinin, hem de KKTC’nin lâik eğitim sistemini değiştirerek KKTC’yi bekâ tehlikesinden korumalıdır. Çünkü geçen 47 yıllık zaman göstermiştir ki, adadaki lâik eğitim düzeni, gençlerin önemli bir kesimini Rum amigosu, fanatik ve bağnaz bir İslâm düşmanı hâline getirmiştir. Kendilerini solda gören bu kesimin Rumlardan farklı bir tarafını bulmaksa büyük bir uzmanlık meselesi olmuştur.

Bu kesim o kadar etkilidir ki, bir önceki dönem, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’yı seçmiştir. Akıncı ise Türkiye’ye karşı Rum tezlerinin yanında mevzilenmiştir. Akıncı’nın seçilmesi, KKTC için bekâ tehlikesinin gelip geçici ve bir kişi (Mustafa Akıncı) ile sınırlı olmadığını göstermiştir.

Türkiye fedakâr, vasıflı ve tecrübe sahibi öğretmenleri seçip adaya göndererek KKTC eğitim düzeninin değişmesine katkı sağlamalıdır. Türkiye’den adaya su götürülmesi gibi Kıbrıs’ın tarihinde görülmeyen bir hizmeti AK Parti hükûmeti yapmıştır. Ancak o suyun hizmete açılma töreninde “Türkiye’nin suyunu istemiyoruz” diyen sol kesim, nankörlüğün bulunmaz örneği kadar, KKTC için tehlikenin de mücessem örneğini ortaya koymuştur.

Eğer Türkiye, KKTC eğitim sisteminde köklü ve kalıcı bir değişiklik başaramaz ise, yapmayı plânladığı KKTC Külliyesi bittikten sonra, o külliye, içinde Rum tezlerini savunan, lâik/sol Mustafa Akıncı gibi Türkiye ve İslâm düşmanı birisi için sadece gösterişli bir mekân hazırlamış olacaktır. Türkiye, Kıbrıs adasını karşılıksız olarak İngiltere’ye bırakmış olan Kemal Paşa’nın heykeli yerine, Türkiye’yi adada söz sahibi durumuna getiren Menderes ve Zorlu’nun heykellerini dikmelidir. Ders kitaplarında Kıbrıs’ı fethetmiş olan Lala Mustafa Paşa’dan sonra Menderes ve Zorlu’yu KKTC’nin kurucuları olarak yazdırmalıdır.

Dünyada genel geçer siyâsî düzen gereği, KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması tezi gerçekçi değildir. Türkiye için yeni büyük sorunlara yol açması da kuvvetle muhtemeldir. Buna karşılık Türkiye, Rumlar ile hiçbir ad ve ortaklığı öngörmeyen yolda devam etmelidir. Dost ve kardeş ülkelerin birkaçının KKTC’yi tanıması ve uçakları ile gemilerini oraya göndermesi şimdilik yeterli olabilir.