TÜRKİYE’nin 19 ve 20
Temmuz 2021 tarihinde Kıbrıs’ta attığı adımların önemi, dış çevreler tarafından
çok iyi anlaşıldığı hâlde içteki kesimler tarafından yeterince anlaşılamadı. İçte
algı güçlerini Erdoğan karşıtlığı üzerinden körelten sayısı az ve ancak kuru gürültüsü
fazla bir tayfa, Erdoğan’ın “Kıbrıs’ta bir müjdemiz olacak” söylemiyle
oluşturduğu beklentiyi, sanki beklenen dağlara kar yağmış gibi bir edayla sunmaya
çalıştı.
Oysa
Türk Devleti’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde anılan tarihlerde attığı adımlar
çok iyi hesaplanmış, son derece zekice ve düşmanı beklemediği yerden vurup onu
ters ayakta yakalayan adımlardı.
Ne
demek istediğimizi biraz daha açalım…
Erdoğan’ın,
“20 Temmuz’da Kıbrıs’ta bir müjdemiz olacak” beyanı, hem Türk kamuoyunu, hem de
dünya kamuoyunu bir ay boyunca meşgul etti. İçte ve dışta, “Acaba Erdoğan’ın
müjdesi ne olacak?” sorusuna cevap bulmak için belli başlı konular üzerinden
tahmin ve yorumlar yapıldı, yazılar yazıldı.
Bana
göre iç ve dış kamuoyunu beklentiye sokan Türk devlet aklının asıl istediği şey
de buydu. Türk Devleti, bu kamuoyu beklentilerine bakarak “Kıbrıs sorunu”
deyince dünya kamuoyunun hangi beklentilere girdiğini gördü. Bu beklentiler,
meseleyi yakından takip eden herkesin hemen alt alta sıralayabileceği şu
hususlardı:
1.Türk
Devleti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kendisi ile beraber hareket eden
Azerbaycan, Pakistan ve Katar gibi devletler tarafından tanınmasını
sağlayacaktır…
2.
Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz sınırları içerisinde bulduğu
zengin doğalgaz rezervlerini açıklayacaktır…
3.
Kapalı Maraş bölgesi sivil yerleşime açılacaktır...
4.
Metruk Geçitkale Havalimanı, çağdaş bir İHA-SİHA üssü hâline getirilecektir…
Evet,
Erdoğan’ın “müjde” beyanı üzerine Türk ve dünya kamuoyu, Kıbrıs’la ilgili bu ihtimâller
üzerine konuştu, yazdı, programlar yaptı ve bunların gerçekleşmesi hâlinde
neler olacağına dair tahminlerde bulundu...
Özellikle
Rum ve Yunan kamuoyu, Kuzey Kıbrıs’ta olacağını beklediği şeyleri olmuş gibi öylesine
öne çıkarıp Avrupa ve Amerika nezdinde öyle ateşli kulisler yaptı ki Kıbrıs
için bundan daha iyi bir propaganda olamazdı. Yunan-Rum ikilisi bir ay boyunca
Türkiye’nin borazanı olup Türkiye’nin tezlerini sağır sultana bile duyurdu.
Şimdi
gelelim 19 Temmuz’da Türk Devleti’nin Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin bir programı
nasıl bir siyâsî manevra ile devreye soktuğuna...
Erdoğan’ın
19 Temmuz’da Kuzey Kıbrıs Türk Parlamentosu’nda verdiği müjdenin
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi olması, aslında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yeni
bir devlet olarak örtülü ilânından başka bir şey değildir. Büyük bir arazi
üzerine yapılacak ve sırtını Beşparmak dağlarına dayayacak olan bu külliye ve yeni
parlamento binası, Yeni Kıbrıs Türk Devleti’nin sembol binaları olacaktır.
Ne
demek istediğimin daha iyi anlaşılması için, Başkan Erdoğan, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun
Cenevre görüşmelerinin öncesinden başlayarak müştereken dillendirdikleri “Yeni
Kıbrıs” söylemlerine bakmakta yarar vardır. Bu müşterek dil, Kıbrıs ile ilgili
iki toplumlu ve bir devlet içerikli eski görüş ve müzakereleri bir kenara
iterek iki egemen devlete dayanan bir Kıbrıs söylemine evirildi.
Elli
yıldır hiçbir çözüm üretmeyen statüko dilinin terki, Türkiye’nin bu yeni dil üzerinden
yeni bir devletin inşâ ve ihyasını hedeflemektedir. Evet, artık 19 Temmuz 2021
tarihinden itibaren egemen bir Kıbrıs Türk Devleti, tarih sahnesindeki yerini
almak üzere sancak kaldırmıştır!
Elli
yıldır hiçbir çözüm üretmeyen ve daima Rum-Yunan tezleri üzerinde bir kısır
döngü hâline gelen statüko yerine Türkiye, Kıbrıs’ın bağımsız ve saygın bir
devlet olması için elinden geleni ardına koymayacağını beyan etmiştir.
Türkiye’nin
söylem iradesinin ardında ne var?
Türkiye
şu anki görece ekonomik zorluklarına rağmen Kıbrıs’ı hem ekonomik yönden
destekleyecek, hem de kendi üzerine ve Kuzey Kıbrıs üzerine gelen uluslararası
baskıları göğüsleyecektir. Türkiye’nin attığı adımın ne kadar zor bir iş
olduğunu anlamak için şu hususu bilmek yeterlidir: BM, Erdoğan tarafından ikinci
fazı da yerleşime açılan Maraş Bölgesi’ni kendi denetiminde sayan bir kararı
1974’te kabul etmiştir. İşte Türkiye, BM’nin bu kararını yok sayarak bu işe
girişmiş ve o kararı tanımayacağını da bütün dünyaya ilân etmiştir. Zaten
Erdoğan’ın, “Kıbrıs’ta bir müjdem olacak” söylemi, ön tartışmalarla dünya
kamuoyunu kendi tezlerinin kabulüne hazır hâle getirmek içindir. Şimdi burada
daha nazik bir noktanın altını çizmek gerekir.
Kapalı
Maraş’ı kademe kademe yerleşime açmak ve BM kararını takmamak, her şeyden önce,
bu kararın arkasında duracak bir siyâsî irade ve askerî güce işaret etmektedir.
Türk
Devleti, muhakkak ki bu kararını gözden geçirmesi, gelecek baskıları ve her
türlü askerî tehdidi göze alacak bir güce erişmiş olmalıdır. Arkanızda bir güç
yok ise, size kısa zamanda büyük bir bedel ödetirler. Demek ki Türkiye, bu
adımı atarken siyâsî iradesini destekleyen bir askerî güce güvenmektedir.
Nitekim
Erdoğan’ın müjdesiyle eş zamanlı olarak Baykar’ın MİUS projesini bir müjde
olarak duyurması, örtülü olarak Akıncı TİHA’ların faaliyete geçtiklerinin
ifadesidir. Bu TİHA’ların savaş yeteneklerininse ilân edildiğinden çok daha
fazlasını ifade ettiklerini en iyi karşı taraf biliyor. Türkiye’nin
açıklanmayan Yıldırım füzelerinin menzillerini Yunan medyasının santimine kadar
bilmesi ve insansız deniz altılardan bahsetmesi beyhude değildir!
Bu
durumda Türkiye’nin her kararı, aslında bir hodrimeydan çağrısıdır.
Ve
dünya, Türkiye’nin bu hareket tarzına alıştı. Dünya artık, Türkiye’nin “Yapacağım”
dediği bir şeyi büyük bir kararlılıkla yerine getireceğini bilmektedir. Bu yeni
imaj, Türkiye’nin iradesini dünya kamuoyuna kabul ettiren muhteşem bir adımdır.
Türkiye bu yeni duruş ve imajını inşâ ederken çok büyük riskler karşısında metanet
ve kararlılık göstermiş, asla geri adım atmamış ve neticede her türlü engelleme
çabasına rağmen başarılı olmuştur.
Türkiye’nin
Suriye’de, Rejimin arkasındaki İran ve Rusya’yı bloke ettiği gibi, müttefik
kılığındaki düşmanı Amerika’nın sınırları dibindeki kukla devlet girişimini de
bekâ refleksli üç harekât ile olduğu yere gömmüştür. Türkiye’nin bu tutumu, eski
imajının külleri üzerinden yükselen yeni imajını dünya kamuoyuna takdir, saygı
ve hayranlık ile kabul ettirmiştir.
Türkiye:
“Dediysem, yaparım!”
Türkiye’nin
Libya ile yaptığı deniz yetki alanları anlaşması, aslında AB’nin elli yıldır
başımıza örmeye çalıştığı çorapların kendi başlarına geçirilmesine ilişkin
muhteşem bir adımdı. Nitekim İrini misyonunun bitmesi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki
kararlı duruşunun örtülü bir zaferle taçlanmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin
Libya’da aldığı riskin ve bu riske rağmen ulaştığı başarının detayları üzerinde
akademik çalışmalar yapılsa yeridir. Türkiye’nin Libya Zaferi’nin ardından
Karabağ’da Azerbaycan’a her türlü desteği vereceğini ilân etmesi ve bu ilânın
içini doldurması, onun “Yapacağım” dediğini yapma iradesinin somut
göstergelerinden biri olarak ortaya çıkmış ve bu irade de zafer ile sonuçlanmıştır.
Türkiye’nin
bu sahalardaki başarıları ve ortaya koyduğu tavır Kıbrıs’ta dillendirilen
söylemler ile kıyaslandığında, bunların rakipler ve düşmanlar tarafından nasıl
algılandığını bilmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Nitekim
Yunanistan, Türk korkusuyla kendi içine kapanarak AB ve Amerika’nın sömürgesi
hâline gelmiştir. Zaten borçlarından dolayı parasal kaynakları Almanya’nın eline
geçmiş, savunma bütçesi ise Türk korkusunun pompalanması neticesinde Fransa ve
Amerika’nın hazinesine akmaya başlamıştır. Hem de ikinci el silahlar
mukabilinde…
Ayrıca
Amerika, Yunanistan’da geleneksel Amerikan karşıtlığını Türk korkusuyla kırarak
Yunanistan’ın kritik ada ve limanlarına askerî olarak yerleşmiş, hatta daha
ileri bir ifadeyle bu noktaları işgal etmiştir. Artık karşımızda bağımsız bir Yunanistan’dan
söz etmek mümkün değildir.
Dahası,
Yunanistan bu korkuyla bütün iktisadî imkânlarını Türk silah gücünü dengelemek
üzere harekete geçirerek büyük bir iktisadî zorluğun içine doğru yuvarlanmaktadır.
Türkiye’nin büyük projeler ve son teknoloji ürünler ile ortaya çıkan savunma
sanayiini başkalarından aldığı silah sistemleriyle dengelemeye çalışması,
taşıma suyla değirmen döndürmeye benzemektedir.
Yunanistan
böyle yaparak birbiriyle alâkası olmayan silah sistemlerini şuursuzca yığmaktadır.
Yarın bunları kullanmak durumunda kaldığında birbiri ile koordine olamayan bir
tuhaf yapı ile karşı karşıya kalacak ve muhtemelen Türkiye’nin “her sistemi
birbiriyle entegre savaş konsepti” karşısında güneş görmüş kar gibi
eriyecektir.
Yunanistan’ın
bu korku ve panikle yığdığı silahlar, velev ki Türkiye silahlarının on katı da
olsa, ona zafer getirmeyecektir!
Yunanistan’ın
geleceği, bu garip Türk paranoyası yüzünden ipotek altına girmiştir. Türkiye bu
süreçte elini gittikçe yükselterek Yunanistan’ı iktisadî açıdan büyük bir
darboğaza doğru itmektedir. Yunanistan, bütün kaynaklarını savunmaya vermek
gibi bir çılgınlığın içerisine girmiştir.
Korkunun
ecele faydası olsa…
Oysa
biz, savunma ürünlerimizi kendimiz üreterek hem ithalattan kurtulmakta, hem de
ürettiklerimizi ihraç ederek harcamalarımızı finanse etmekteyiz. Yunanistan,
zaten sınırlı olan ekonomik kaynaklarını silah ithal etmek suretiyle harcayıp
israf etmektedir. Böyle bir Yunanistan’ın, daha Türkiye ile savaşmadan ekonomik
türbülansa gireceği çok açıktır.
Türkiye,
19 Temmuz adımıyla dünya kamuoyuna Kıbrıs ile ilgili neler yapacağını deklare
etmiş ve aynı zamanda yapacağı şeyleri dünyaya tartıştırarak bir ay boyunca
algı yönetmiştir. Artık Türkiye’ye düşen, bu algıyı “olgu” hâline getirecek eylemler
ortaya koymaktır. Bunu yapacak hem siyâsî iradesi, hem de “diplomatik SİHA gücü”
vardır.
Türkiye,
siyâsî literatürde İngilizlerin “gambot diplomasisi” şeklinde yer alan kavramının
yanına “SİHA diplomasisi” tabirini sokmuştur. Bu yeni diplomasi biçimi, Türkiye’nin
tarz, tavır ve oyun kuruculuğunun sonucudur.
Çok
uzun zaman sürmeyecek ve görülecektir ki, Türkiye, Kıbrıs’ı egemen ve güçlü bir
devlet hâline getirecektir. Arkasından da 12 Adalardan başlamak suretiyle
Yunanistan’ın taşımakta zorluk yaşadığı adalara el atacaktır. Amerika’nın Girit’e
yerleşmesi açıkça şunu gösteriyor: ABD, “Türkiye diğer adaları alır almasına da
en azından Girit’i kurtaralım” derdindedir.
46
yılda 276 bin şehide mâl olan Girit’in bir gecede Yunanistan’a ilhakı, Türk
tarih ve vicdanının kabul edeceği bir şey midir?
Bir
gün Girit, mutlaka eski sahibine ricat edecek ve Osmanlı’nın Küçük Horasan’ı,
bizim Akdeniz’deki hâkimiyetimizin tapusu olacaktır!
Her
zaman söylüyorum, yine söyleyeceğim: Büyük Türkiye, Selçuklu ve Osmanlı’dan
daha güçlü olarak geliyor. Tarih, gözümüzün önünde şekilleniyor. İzleyelim ve
görelim…