18 Ekim
2020 günü yapılan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Seçimi’ni
Ersin Tatar kazandı. Yine âşina olduğumuz üzere, Batı payitahtlarından ve Okyanus
ötesi mihraklardan gelen her zamanki ikiyüzlülük ifadeleri, memnuniyetsiz
beyanat ve Türkiye’ye düşmanlık kusan, aba altında gösterilen ahlâksız
demeçlerle karşılaştık.
Karın ağrısı çekenlerin ortak kanaatini ise, hâlihazırdaki Batı’nın
şımarık çocuğu Yunanistan özetliyor. Ersin Tatar’ı “Erdoğan’ın
seçilmiş lideri” olarak nitelendiren Yunanistan medyası, Mustafa Akıncı’nın
seçimleri kaybetmesiyle “adanın birçok şansı kaybettiğini” (!) yazıyor.
Müstevlilerin milletimiz aleyhine kurdukları yüzyıllık
kumpasın bir önemli ayağı olan Akdeniz ve Kıbrıs’ı anlamadan, ne Ermenistan’ın
Karabağ’ı işgalini, ne de AGİT Minsk Üçlüsünün (çetesinin) emperyalist
niyetlerini anlayabiliriz. Çete devleti Ermenistan’ın muzaffer Azerbaycan
Ordusu önündeki hezîmetini saklamak ve ağababalarına şehit ettikleri Azerbaycanlı
kardeşlerimizin naaşlarını kendi ölüleri gibi göstermek, onların terör devleti
olduğu gerçeğini değiştirmez. Azerbaycanlı şehitlerimize Allah’tan (cc) rahmet
diliyorum.
Bugünkü yazımızda Kıbrıs seçimleri vesîlesi ile genelde
Akdeniz, özelde ise Kıbrıs’ın neden bir ada olmanın ötesinde çok şey ifade
ettiğini, bu fakirin arşivinde bulunan bir yazıyla paylaşmak istiyorum.
Son dönemde dünya siyâsetindeki gelişmelere bakıldığında,
oyuncuların hepsinin aynı kişiler olmasına rağmen oyun sahalarının biraz daha
doğuya doğru kaydığı görülüyor. Tabiî doğuya doğru gelirken, esas oyun
alanlarını da düzenleyerek geliyorlar. Son 20 yıldır bu bölgede oyun üstüne
oyun, plân üstüne plân yapılıyor. Arap Baharı’yla başlayan süreç ve devamında
Suriye’deki gelişmeler, Mısır’daki askerî darbe, arkasından Kudüs’ün İsrail
başkenti olarak ABD tarafından kabul edilmesi, sonrasında İran’a yaptırımların
sertleştirilmesi, Rusya’ya uygulanan ambargoyla beraber yaptırımlar ve nihâyetinde
2013 yılından beri Türkiye’de yapılmaya çalışılan olayları, Kıbrıs adası veya
bugünlerde sıkça duyduğumuz “Doğu Akdeniz havzası” ile ilgisini görmek için kısaca
Kıbrıs’ın tarihine işaret edelim.
Kıbrıs neden önemli?
Kıbrıs
adası, tarihî eski çağlara kadar dayanan bir yerleşime sahiptir. Sicilya ve
Sardinya’dan sonra Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır. Tarihin neredeyse hemen
hemen bütün dönemlerinde Kıbrıs adası ilgi odağı olmuş ve Milletlerarası kamuoyunun
dikkatini çekmiştir. Adanın her zaman dikkat çekici bir unsur olmasının temel
kaynağı ise Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının tam ortasındaki stratejik
konumudur.
Özellikle
Doğu Akdeniz’in düğüm noktasını teşkil etmesi, Türkiye ve Suriye kıyılarına
olan yakınlığı, bunlara ilâveten Ege Denizi’nin giriş-çıkışına etkisiyle Mısır
ve Süveyş Kanalı’na olan yakınlığı göz önüne alındığında, adanın stratejik
önemi çok daha kolay anlaşılır. Ancak adanın tarihî dokusu, insan özellikleri,
nüfus, kültür değerleri, sosyal hayat, dil, geleneksel yaşantı tarzı, yeraltı
ve yerüstü coğrafî karakteri gibi demografik özellikleri incelendiği takdirde,
adanın esasında Anadolu topraklarının bir parçası olduğu ortaya çıkacaktır. Sebep son derece açıktır; Doğu Akdeniz, Orta Doğu-Balkanlar
bölgesel ekseninin ve Asya-Avrupa-Afrika ana dünya kıtasının Girit’le birlikte
kilididir Kıbrıs.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan jeo-ekonomik ve jeo-stratejik
faktörler bu konumu daha da pekiştirdiği için, Kıbrıs artık sadece bir Kıbrıs,
Rum, Kıbrıs Türk’ü veya Türkiye-Yunanistan meselesi değildir ve gittikçe
küresel rekabetin düğüm noktalarından biri hâline gelmektedir.
Bugün Doğu Akdeniz havzasını gerilim limanı hâline sokan
Mısır, İsrail, Yunanistan ve dahi Suudi Arabistan’la Birleşik Arap
Emirlikleri’nin kirli ittifaklarının senaryosunun Londra’da, Paris’te, Brüksel ve
de Vaşington’da yazıldığı ve bunu Suriye, Irak, Afganistan ve Keşmir’den ayrı
düşünmememiz gerektiği işaret ediliyor.
Nitekim ordularımız Afrin’e, Cerablus’a yani ata yadigârı
beldelere cihada gidince, itiraz seslerinin saydığım başkentlerde yükselmesi
boşuna değil. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin son yıllarda uyguladığı “hakkın
yanında olmak, ümmetin mahzunlarını/masumlarını, kısacası gönül coğrafyamızdaki
bîkesleri kucaklayıcı ve başarılı faaliyetleri”, Tel Aviv mahreçli ve başını Mısır
ile cüssesi küçük olsa da fitnenin mihrakı olan BAE’nin çektiği koalisyon ile
AB’nin şımarık ortağı ve köhne Helenizmin yurdu Yunanistan’ı bir araya getirdi.
Bizim yerli ABD hayranlarının kulakları çınlasın, oyun kurucu
büyük fitne olan merkezlerin bu hususta Arap yarımadasının büyük ülkeleri Suudi
Arabistan ve Mısır’ı öne sürüp “cetvel devletlerden” birkaçını da yanlarına
almalarının tarihî arka yüzünde olup bitenleri iyi tahlil etmeliyiz.
Bu durumu göre gazeteci Taha Kılınç’ın tespiti şöyle:
“Türkiye’den Arap
coğrafyasına baktığımızda, vaktiyle yöneten-yönetilen ilişkisi kurduğumuz
ülkelerle bugün aramızda bazı psikolojik bariyerlerin olduğunu görüyoruz. Yavuz
Sultan Selim döneminde Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılan veya çatışma
konusu olan üç mıntıka (Hicâz, İran ve Mısır), bugün de sahadaki üç dişli
rakibimiz. Coğrafyanın şuur altı, aynı tecrübenin bir daha tekrarlanmaması için
reaksiyon gösteriyor. Bunu, Türkiye’nin bölgeye yönelik bütün atılımlarının
‘Osmanlılar geliyor!’ paniğiyle karşılanmasından da anlayabiliyoruz.
Halkın bir bölümü
bunu samîmi bir duâ olarak tekrarlarken, ciddî bir kesimde bu cümle, hayatî bir
tehdide karşılık geliyor. Halkların psikolojisi ve fıtratı adına bu gayet normal.
Coğrafyaya vaktiyle hükmetmiş olan, dolayısıyla da tekrar hükmedebileceği
düşünülen, ülkenin Müslüman oluşu, Türkiye’ye Osmanlı üzerinden gösterilen
direnişin (hattâ düşmanlığın) neden ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi
gayr-i Müslim ülkelere gösterilmediğini de büyük ölçüde açıklıyor.
Şuuraltında şu
kabul mevcût: ‘Yabancı bir güç gelir ve nihâyet bir gün gider. Buralarda
ilânihâye tutunamaz. Ama yerli ve Müslüman bir güç gelir ve yerleşirse, söküp
atamayız.’
Suudi Arabistan, Mısır,
Birleşik Arap Emirlikleri gibi şu anda açıktan Türkiye karşıtı cephenin başını çeken
ülkelerin hareket noktası, tam olarak bu! Dışarıdan kendilerine verilen
sufleler, sadece söz konusu histeriyi daha da körüklemeye yarıyor.” (Yeni Şafak, 31
Ağustos 2019)
“Gevşemeyin!”
Peki,
Kıbrıs adasının kadim tarihi ve “Devlet-i ebed müddet” idealimizin devamı ortada
iken, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz bölgesinin üstünde bulunduğu coğrafyanın stratejik
konumunun yanında ehl-i salibin iştahını kabartan ekonomik dinamiği ne ola?
Dünyada
hak ile bâtılın mücadelesinin mihenginde sömürge güçleri ile ona mukavemet eden
Allah dâvâsının sevdâlılarının savaşı bulunmaktadır. Bu mücadele kimi zaman
silah, kimi saman ekonomi, şimdilerde ise “enerji” veya su-gıda dediğimiz
nimetler üzerinedir.
Türkiye’nin
son dönemde Doğu Akdeniz’de yürüttüğü
petrol ve gaz arama faaliyetleri ise bölgenin aktörleri arasındaki dengelerin
yeniden belirlenmesini gündeme getirdi. Bu kapsamda dünyanın en büyük enerji
şirketleri bölgeye gelerek, buradaki enerji arama ve iletim projelerinde birbirleriyle
pay alma yarışına girdiler.
Çok
değişkenli bir denkleme benzetilebilecek Doğu Akdeniz bölgesinde
birçok problem, kriz ve iş birliği fırsatları bir arada bulunuyor. Coğrafî açıdan da bölgeye sınırı olan
Türkiye, İsrail, Mısır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi (GKRY), Yunanistan, Lübnan, Suriye ve Libya, Doğu
Akdeniz’de aktif politika yürütüyor.
Öte yandan, büyük şeytanlardan ve bölgeye sınırı
olmamasına rağmen ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkeler,
Akdeniz’deki enerji denkleminde ağırlıklarını korumak istiyorlar.
GKRY’nin tek
taraflı münhasır ekonomik bölge ilânının tanınmaması, sadece Türkiye’nin
bölgedeki faaliyetleri açısından değil, Kıbrıslı Türklerin haklarının korunması
bakımından da önemlidir. Ada çevresindeki doğal kaynaklardan yararlanmak,
Kıbrıslı Rumlar kadar Kıbrıslı Türklerin de hakkıdır. Türkiye’nin Doğu
Akdeniz’de kendisine ait münhasır ekonomik bölgede petrol ve doğalgaz araması,
Yunanistan ve GKRY’yi rahatsız etmiştir. Fakat tek başlarına Türkiye’ye karşı
mücadele edecek durumda olmamaları nedeniyle uluslararası destek arayışına
girmişlerdir.
Bu destek
davetine İsrail’in, Mısır’ın, BAE ve AB’deki neo-Kolonyalizm
artıklarının ve dahi Amerika’da özellikle Evanjelist-Siyonist anlayışın sahibi olan
iktidarın davete icap etmesi yadırganmamalıdır. Bunu bilmemiz hem hakikatin,
hem de devletli olmanın şartlarındandır.
Son olarak, hekim ve şair
Abdülhak Molla’nın, bundan 150
yıl öncesinden bugüne âdeta seslenen beytine kulak verelim: “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü
felâh:/ ‘Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh.’” (Bütün
devletler kurtuluş başarısını bu ibretlik sözde bulur: Şayet barış istiyorsan, savaşa hazır ol!)
Bu
beyitte ifade edildiği gibi, istikbâlimizi başka kuvvetlerin insafına terk
etmemeli, kendi göbeğimizi kendimizin keseceği bir kıvam ve güce kavuşmalıyız. Rabbimin
biz inananlara müjdesi ile bitirelim: “Gevşemeyin,
hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan
sizlersiniz” (Âl-i İmran, 139)
Vesselâm...