Kibir

İnsan, kötü huylardan korunma ve iyi huyları davranış biçimi hâline getirmekle mükellef tutulur. İnsanın yaratılışında olup da varlık ve gelişimine hizmet eden her eğilim gibi büyüklük duygusu da insana bir hikmetle verilmiştir. Ancak bu duygu, ıslah edilmediği zaman insanlarda hastalık boyutuna gelebilmektedir.

KÜFÜR ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. Bunu Hazreti Âdem’in (as) yaratılışı kıssasında görmek mümkündür. Nitekim şeytanın kibri nedeniyle başlayan isyanından sonra inkâr da etmiştir. İsyan edenlerin çoğu da kibir nedeniyle isyan etmişlerdir.

Hazreti Musa’nın (as) apaçık delilleri karşısında Firavun da inkâr etmişti: “Sonra da Musa’yı ve Harun’u Firavun ve topluluğuna mucizelerimizle gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler ve suçlu bir kavim oldular.” (Yûnus, 75)

Beşeriyetin ve kurum olarak bazı devletlerin kibirlerinin insanlık hayatında ve sosyal bünyede meydana getirdiği tahribatın adı “kibir”, diğer adıyla “tekebbür”dür. Kibir bir insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi herhangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Kibir, hak ve hakikati kabul etmemektir. 

Kibrin çok derecesi vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedî Cehennem’e duçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlûp olmuş ve elim akıbete uğramıştı.

Asrımızın müstekbirlerinin Korona zerresi karşısındaki acziyetlerine şahit olduk. Zigguratlarının ve yıkılan materyalist kalelerinin pespaye hâllerini de buraya not etmekte fayda vardır.

Yaratılan insan, fıtratı gereği iyilik veya kötülüğün öznesi olabilmektedir. Allah’a iman ettiği hâlde kibrine ve gururuna yenik düşen şeytan, İlâhî hükme rıza ve teslimiyet göstermemiş, Rabbine karşı itaatsizlik ve nankörlük yapmış, bu yüzden İlâhî rahmetten kovulmuştur. Kur’ân’a göre insan, yaratılanların çoğuna üstün kılınan bir varlıktır. Ancak bu üstünlük, insanın, yaratılış gayesine uygun bir hayat çizgisi takip etmesiyle mümkündür. İnsanın yaratılış gayesine ulaşmasının önündeki engeller, kimi zaman bilgisizlik, kimi zaman da ahlâkî zaaflar olur. Yüce Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insana takip etmesi gereken hayat çizgisini göstermiş, bu yoldaki tehlike ve engellere dikkat çekmiş ve neticede onu rehbersiz bırakmamıştır.

Kibir, insanın kemâl yolunda önüne çıkan ahlâkî engellerden biri ve hatta en tehlikelisidir. İnsanın iç dünyasının bir problemi gibi görülebilen kibir, modern psikolojinin de kabul ettiği gibi kimi zaman yıkıcı ve acımasız bir karakter hâlinde tezahür eder. Kur’ân, bu tür karakterleri verdiği örneklerle zihinlerde somutlaştırır. Bu arada da kibrin ana kaynağının bir inanç problemi olduğuna dikkat çeker.

Haset ve nankörlüğün temelinde kibir ve gurur vardır. İnsanın Yaratıcı’ya karşı ihtiyaç ve eksiklik duymaması, verilen nimet ve imkânlara şükretmeden onları salt kendisiyle ilişkilendirmesi ve kendisini mutlak yeterli görmesi neticesini doğurmaktadır.

Şeytanî bir tavır olarak kibir, zulmü ve hevaya tapınmayı, haset ve cehaleti içermektedir. Hak ve hakikate karşı böbürlenmek, şeytan örneğinde olduğu gibi insanlar için de hüsrana sebep olmaktadır. Kur’ân’da insan kibri sebebiyle şiddetle kınanırken, varlık âleminde tekebbürün sadece Yüce Allah’a mahsus olduğu bildirilir ve O, bu vasıfla övülür. 

Kibrin kapsam ve mahiyeti

Kur’ân, kibri Allah hakkında övücü, insanlar hakkında yerici bir vasıf olarak ele almaktadır. Ayetlerde Allah’ı tanıtıp öven isimler arasında “El-Mütekebbir” ismine yer verilmiş olması da bunu gösterir ki tüm kötü ve iyi eğilimler, insan yaratılışında potansiyel olarak bulunmaktadır. Bu huylar, İslâm ahlâkçıları tarafından fıtrî/tabiî ahlâk diye isimlendirilir. “Ona (nefse) kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki…” (Şems, 8) ayetinde bildirildiği gibi, insan, (müfessirlerin ortak kanaati) bu huyları iyi ve kötü olarak ayırt edebilme yeteneğiyle yaratılmış ve bu sayede peygamberlerin ahlâkî konulardaki tebliğlerini algılayabilmişlerdir. 

Yaratılıştan gelen bu huylar zaman içinde sosyal çevrenin etkisi ve eğitimle insanda karakter/seciye hâline gelir ki bu durum da “müktesep/kazanılmış ahlâk” diye isimlendirilir. Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a göre irade sahibi bir varlık olarak insanın sorumluluğu buradan başlar. Bu yüzden insan, kötü huylardan korunma ve iyi huyları davranış biçimi hâline getirmekle mükellef tutulur. İnsanın yaratılışında olup da varlık ve gelişimine hizmet eden her eğilim gibi büyüklük duygusu da insana bir hikmetle verilmiştir. Ancak bu duygu, ıslah edilmediği zaman insanlarda hastalık boyutuna gelebilmektedir.

(Devam edecek…)