Kesrette boğulmak yahut çokluğun değer yitimi

Gerçekten çağımızı kuşatan madde kesafeti hem insanın beden ve ruh sağlığını hem de şirin küremizin işleyişini tehdit noktasındadır. Dünyamız sınırsız tüketim çıktılarından muzdarip. Yer, gök, deniz insanın gafletini ve idraksizliğini kendi dilinde sürekli yüzümüze çarpıyor. İstiab haddini aşmış yaşam biçiminin büyük bir kırılma ile sıfırlanmasını, insanlığın başa döndürülmesini aklımıza getirmek bile istemeyiz…

MADDEYE hücum… Ceviz kurdunun trajik öyküsünden çoğumuz bîhaber. Taşıyamayacağımız kadar yüklendiğimiz eşya deryasında boğulmak üzereyiz. Oysa fıtrat, doğarken dünyevî hiçbir şeye malik olmayan insanın her şeye sahip olma iştiyakı ile tezat teşkil ediyor. Gelgelelim ki günümüzde insanlık bu fıtrî durumun tam aksine doğru yol almakta. 

Üzerimizden süratle geçmekte olan şu son zaman kesiti, tarih boyunca örneği görülmemiş bir “çokluk enflasyonu”nu bomba gibi bıraktı tepemizden. Ancak iktisat ilmindeki bağlamının zıddına, eşyanın değerini zâil eden bir çokluk. Görece maddî terakkiye karşın aynı nispette değersizleşme… İnsan çokluğu, araç çokluğu, eşya çokluğu, fikir çokluğu… Her şeyin çokluğu…

“Varlık” boyutuyla müspet bir anlam ifade etse de çokluk; kaos, kargaşa, düzensizlik ve içtimai hayatı zorlaştırması boyutuyla bir o kadar da menfi… Yaşamın her alanını sarmış çokluk karmaşasından neşet eden fiziksel huzursuzluk, zihinsel karmaşa ve içsel boşlukla yüz yüzeyiz. Ceketini alıp çıkmak kadar basit bir gündelik eylemin bile çantayı, telefonu, saati, yüzüğü, bilgisayarı, araba anahtarını, ofis anahtarını, şarj aletini, kulaklığı ve sâireden birini unutmak yüzünden meşakkate dönüşmesi fena. Ne çok şeye ihtiyacımız varmış! 

Bu şahsi mütalaanın ardından şimdi medeniyet(!) denilen şeyin insan ihtiyacını nasıl “bir”den “bin”e çıkardığının gelişim sürecine sathi bir göz atışla konumumuzu tespite çalışalım. 

İçtimai hayatın teşekkülünde en etkili beşerî unsur, şüphesiz ki üretim ve tüketim olgusudur. Medeniyetler arası münasebetler bu olguya göre yön almıştır. Yakın geçmiş asırlara kadar dünya ölçeğinde üretim-tüketim düzeni makul derecede süreğen ve temel ihtiyaçların temini dengesinde ilerledi. Coğrafi Keşifler ve Sanayi İnkılabının tetiklediği teknolojik, iktisadi ve siyasi saiklerle başlayan çok üretme, üretileni tükettirme, tüketildikçe daha fazlasını sunma döngüsünde şekillenen yaşam tarzı, zamanla geleneksel yaşam şeklinin yerini aldı. Yeni coğrafyaların her şeyini Avrupa’ya taşımayı kafasına koyan Batı sömürü düzeni sayesinde gelişen maddi zenginlik ortamı, insanın eşyaya perestişinin de miladı sayılabilir. 

Sanayi İnkılabı tesiriyle evrensel bir boyut kazanan yeni üretim-tüketim yapısının temel taşları 15. yüzyıl sonlarından itibaren ivme kazanan Batı emperyalizmi ve onun ürünü olan kapitalist anlayış olmuştur. Bu anlayışın esası, tüketim ihtiyacından fazlasını üretmek ve cazip sunum vasıtalarıyla onun su ve ekmek gibi zaruri ihtiyaç olduğunu dayatmaktı. Dahası az ile yetinmemeyi, sürekli eşya yenilemeyi öğreterek tüketimi özendirmek ve talep oluşturmaktı. Modernlik göstergesinin çok eşyaya sahip olmak, ihtiyaç dışı tüketim yapmak ve modayı takip etmek olduğu dikte edilmişti. Artık insanlık kapitalizm aygıtının tüketimle çalışan yaldızlı çarkına kapılmıştı bir kere. 

Batı modelli bu yeni yaşam şekline insanlık pervaneler misali koşarken bizde durum neydi peki? Şahsi ve toplumsal tüketim anlayışı nasıldı? 

Medeniyetler inanç sistemlerinin öğretileri doğrultusunda şekillenir. Tabii olarak medeniyetimiz de Türk-İslâm düşüncesini referans alan mütevazı yaşam, az ile kanaat, infak, dayanışma, tasarrufu özendirme ve cihan hâkimiyeti mefkûresi anlayışını salık veren mavera odaklı mahiyet arz ediyordu. Mistik ifadesiyle “bir lokma bir hırka” düsturuyla betimlenebilirdi. Üretim, toplumun ihtiyacı nispetindeydi. Türk İslâm düşüncesi, cemiyet maslahatını önceleyen, esnaf teşkilatına ahîlik/kardeşlik diyebilen bir yapıydı. İslâm düşüncesi meşru dairede varlıklı yaşamaya ve zenginlik olgusuna elbette karşı değildi. Ancak “ben” dairesinde gelişen zenginliğin seküler yaşama biçimine evrilme ihtimaline karşı, ihtiyaç dışı dünyevî servetin toplumun faydasına vakfedilmesi suretiyle uhrevî boyut kazanmasını idealize ediyordu.     

Oysa Batı’nın “ben” merkezli maddeci, kapitalist düzeni bunun aksini söylüyordu. Hayatın cidalden ibaret olduğunu savunan bu düşünce, büyük balığın küçük balığı yutmasına hak veriyordu. Bireyin çıkarlarını önceleyen, tasarruftan ziyade sürekli tüketimi özendiren bu sistemin felsefesi de doğal olarak emperyalizm/sömürgecilik idi. 

İki medeniyetin zıt tabanlı düşünce sistemleri asırlarca hâkimiyet mücadelesi verdiler. Batı kapitalizmi ve seküler yaşam formu karşısında uzun süre orijinal yapısını muhafaza etmek için direnen kadim medeniyetimizin 18. ve özelikle 19. asırda yaşadığı büyük kırılmalar kurumsal ve toplumsal yapıda köklü değişimlere yol açtı. 

Batı’nın nefislere dikte ettiği maddeye köle olma his ve gayreti çok uzun sayılmayacak süreç içerisinde bütün coğrafyalara olduğu gibi bize de sirayet etti. Bu yayılış, bizim asırlarca süren hakikatleri oraya taşıma cehdimizden çok daha kısa bir vakit aldı. Çünkü bu “barışçı sızma” rızamız ve özümüze yabancılaşmamız sayesinde oldu. Ne kadar da kolay teslim olmuştuk maddeperestliğe. Sadece kapitalizmi mi suçlamalıydık gerçekten! 

Nihayet Batı’nın sorgulanamaz(!) medeniyet anlayışı gibi üretim araçları da çarşılarımızı, bedestenlerimizi istilaya başladı. 19. asır ortalarından itibaren Batı modelli tüketim anlayışının bizde ilk vasıtaları olan Orosdi-Bak, Bonmarşe, Baker, Mayer gibi zincir mağazaların şubeleri süslemeye başladı cadde başlarını. Son sürümü ise malumunuz: Her gün binlerce insanı karadelik misali içine çeken “Kapitalizmin mabetleri” vasfına bürünmüş devasa alışveriş merkezleriyle yaygınlaşan ihtiyaç dışı tüketim tarzı, kentlerimizin geleneksel değerlerimizle yoğrulmuş sosyo-ekonomik düzeninin tükenişi oldu. 

Suretiyle olduğu kadar özüyle de nefislere duhul eden bu kültür, toplumsal alışkanlıklarımızı da hızla dönüştürdü. Artık hayat dışarıdaydı. Batı mamullerini yakından görme, ışıltılı vitrinleri seyre dalma alışkanlığı ve moda takibi toplumun her kesimini cezbetti. 

Neticesi? Esef ki Garb’ı bütün iyiliklerin kaynağı olarak gören ve oradan esen her rüzgârın latif olduğuna kanaat etmiş bir cemiyet yapısı; sorgulamayan, “ehramlara taş taşıyan” gönüllüler mesabesinde bir toplum tezahür etti. 

Böyle düşünsel ve maddi kapitalist çarkın tıkır tıkır işlediği bir toplumsal düzen artık en sadık tüketicilerin de membaıydı. Geçmiş devirlerin yaşamsal sadeliği ve adeta yavaş işleyen zaman artık geri dönmemek üzere terk etmişti cemiyeti. Hızlı yaşamanın, koşturmanın, mamullerin sınırsız alternatiflerini tüketmenin ihtiyaçtan öte elzem olduğunu buyuruyordu patron. 

Dört mevsim aynı pabucu sürükleyen yahut mahallede giysisinin rengiyle özdeşleşmiş geri adam(!) tipi hakir görülürken; kışlık, yazlık, spor, futbol ve hatta son detayı ile kaleci, stoper, orta saha, forvet ayakkabısına kadar çeşitlendirilmiş sunuş hilesi ile güya seçme hakkı ayrıcalığına kavuşturulmuş insan profili, kapital çarka göbeğinden bağlanmıştı. Neticede sizin oğlan illâki oyun sahasının bir yerinde oynayacaktı. Yarım asır önceki neslin “Tencerede pişirip kapağında yerdik” hikâyesindeki haneler, kaynama sırası bir türlü kendisine gelmeyen tencerenin onlarca çeşidine depo oldu. Kil, sabun, deterjan, toz, sıvı, renkliler, siyahlar, beyazlar hakeza… Şu günlerde maruz kaldığımız bir çikolata türünün tadılması gerektiği dayatmasının günlerce toplumun gündemini meşgul etmesi ve hane huzuruna menfi tesiri bu derecedeyse, asırlardır dayatılan yaşam şeklinin verdiği hasarı tamir etmek ve ondan vazgeçebilmek nasıl mümkün olabilecek…

Zihinler de hanelerimiz gibi mahşer yeri. Özellikle genç nesil, evvelini bilmediği sade yaşam anlayışından bîhaber, içerisine doğup doğal parçası olduğu bu çokluk ve tüketim iptilasının mağdurları. Yeni kuşakların önemli problemlerinden biri, bedeninin ve ruhun ihtiyacı olmayan yığın yığın eşya bataklığı ile baş edebilmek. Sürekli alma iştiyakı ve aldığından hemen usanma, dolabındaki hangi elbiseyi giyeceğine karar verememe ikileminden kaynaklı stres ve zaman israfı, mesaiye, okula, törene geç kalma rutini, fazla alternatiflere maruz kalma neticesi oluşmuş mütereddit kişilikler her gün karşılaştığımız durumlardan. 

Gerçekten çağımızı kuşatan madde kesafeti hem insanın beden ve ruh sağlığını hem de şirin küremizin işleyişini tehdit noktasındadır. Dünyamız sınırsız tüketim çıktılarından muzdarip. Yer, gök, deniz insanın gafletini ve idraksizliğini kendi dilinde sürekli yüzümüze çarpıyor. İstiab haddini aşmış yaşam biçiminin büyük bir kırılma ile sıfırlanmasını, insanlığın başa döndürülmesini aklımıza getirmek bile istemeyiz… 

Umulur ki insanlık titreyip kendine gelmeli, fıtrata uygun yaşamalı, maddenin tahakkümünden sıyrılıp ruhun terakkisine yol bulmalı. Bugünün psikologları aynı şeyi öneriyor; fazla eşyadan arınmayı, “az”ın sükûn ve sadeliğini salık veriyor. 

Şahsî planda ne yapılabilir? Maddenin kesretinden mananın vahdetine sığınma gayreti ruhun inşirahına vesile olabilir. Bu gayretle hayatı farkında yaşamaya çalışmak, değerlere odaklanmak, manayı hissetmek adına “çok”a anlam katılabilir. 

Dünyevî her şeye sahip olmak isteyen ancak her nedense aksine insanın az olmasını arzulayan genç neslin dilinden sıkça duyduğumuz “az insan, çok huzur” lafının asıl kaynağı ile iktifa edelim. Kafka diyor ki: “Huzur mu istiyorsun? Az eşya, az insan…”