“Keşke”ler yakmasın yüreklerimizi

Hayatım duman altı oldu içimin yangınından, pişmanlıklar ve “Keşke” ile başlayan cümleler artıyor. Ama bunların nafile olduğunu biliyor gönlüm ve asıl bu yüzden yanıyor içim. Ancak kendime söz verdim, bir daha geçmişin yanlışlarını tekrara düşmeyecek, varlığı beni mutlu eden her yüreği nadide çiçekler gibi avuçlarımda ve benliğimde misafir edeceğim...

GÖZLERİNİ bana çevirdiğinde, içindeki yangının alevleri yüreğimi avuçladı ve ben yandım, acıdım, ağladım, adeta bu dünyadan yok oldum…

Onu tekrar kazanabilir miydim? Gözlerine oturan kâbusu yok edip yine gülümsetebilir miydim? En önemlisi de, bir çocuk masumiyetindeki samimi güvenini tekrar ona verebilir miydim? Bilemiyorum… Bildiğim ve yandığım tek şey, yapmamam gereken ne varsa yaptığımdı.  

Pişmanım! Yüz kere, bin kere, milyon kere “Pişmanım!” demek, o ırmak bakışları, güneş yüzlü dostu, arkadaşı, yareni bana geri getirmeyecekti; zira bütün köprüler yanmış, bütün destanlar silinmişti.

Ah azizim! Bilseniz, bir güldü mü nasıl ışıl ışıl olurdu şehir; bazen şarkı mırıldanır ama hemen susardı, “Devam et” derdim, “Susma!”, gülümser ve “Karga sesimi dinlemeye ne kadar meraklısın, yakışmıyor bana şarkı söylemek” derdi. Oysa en çok ona yakışırdı; dilinden dökülen nağmeler bambaşka bir anlama bürünüyordu. Çünkü o duyarak, yaşayarak, hissederek söylerdi söylediğini. Sesindeki tınıyı içime çekmek isterdim, gözlerimi kapatır, hayallere dalardım.

Biliyor musun azizim, ne kadar hassas, ince ruhlu, kırılgan ise, o denli cabbar, iş bitirici, becerikli, bu arada kimseye de minneti olmayan biriydi yaptığı işlerde. Elini attığı her işi becerip yapabilir mi insan? Evet, başarır; ben bunu çok iyi gözlemlemiştim kendisinde.

Hayat bana güzeldi, artık her şeyi yapan, başaran, sesi çıkmadan bütün sorumlulukları üstlenen bir yârim vardı. Ben sadece işten gelip, elimi yüzümü yıkayıp yemeğimi yiyip TV karşısında rahatıma bakar olmuştum. Ne fatura, ne banka dekontları, ne kira, ne verecek, ne alacak derdi, her şeyi yerime düşünüyor, yapıyordu.

Rahattım, hem de fazla rahat… Haftada üç gün arkadaşlarıma vakit ayırmaya başladım; sporum eksik olmamalıydı; hafta sonlarını şehir dışı seyahatlerle değerlendirmek harika olabilirdi; avlanmayı da seviyordum galiba… Nasılsa çoluk çocuk iyi bakılıyor, evde işler yolunda… E, o zaman geceleri de mi program yapsaydım acaba? İktisatlı da maşallah! Kendime her ay biraz daha fazla para ayırmaya başlamıştım.

Bir defasında banyodaki musluk damlatıyordu, “Bakabilir misin? Hem su israfı, hem damlama sesi insanı rahatsız ediyor” demişti de “Nalburdan yeni bir conta al, değiştir” demiştim, “Sen değiştir” bile dememişti; sadece suskun, haline razı şekilde yüzüme bakmıştı ve daha sonra musluğun damlatmadığını fark etmemiştim bile.

Her şey yolundaydı. Sadece güneş bakışların sıcaklığı yok oluyordu, dili şarkılara küsmüştü, uzun uzun cümleler kurmuyor, kuş cıvıltılı kahkahalar atmıyordu. Biraz da ağır aksak yürümeye başlamıştı. Sanki kendine ait bir emeli yok gibiydi artık. Adeta kendinden vazgeçmişti. Ya da ben öyle düşünüyordum.

Evet azizim, o kendinden değil, benden vazgeçmişti! Onun aklından, kalbinden, benliğinden silinip yok olmuştum. Nasıl un ufak, nasıl yerle bir etmiştim kendimi ellerimle?!

Belki son darbeyi vurmasaydım ölmezdi içindeki ben. Ona, bir başka göze, bir başka gülüşe bakarken yakalandım. Ve gözleri yağmura durmuş, içinin acısı dudak kıvrımlarında asılı, ellerim ona uzanırsa ruhu kötürüm olacak gibi öyle bir baktı ki gözlerimin ta içine… İşte o an uyandım azizim, lakin binlerce geçmiş ola!

İnsanı ilgisizlik yorar, sevgisizlik acıtır. Zira sevilmeyi beklemek zordur seven yürek için. Bir insanı fark edilmemek zedeler, incitir; ihanetse yaşarken öldürür, hem de duvarlara başını vura vura, binbir kızgın şişi yüreğine dokundura dokundara... “Ben ölmedim! Kendimden nefret etmemek için seni azad ederek hayatımdan çıkarıyorum” dedi gözlerimin içine son kez bakarak…

“Fark edilmemek” demişti ya, ben işte tam da o an fark etmiştim hayatımdaki büyüklüğünü, baştan beri ona ait yazdığım ve zikrettiğim her şeyi!

Lakin affı, izahı yok; insan hatalarıyla yaşar ve sonucuna katlanarak ölür!

“Pişmanım!” demek, günlerce uykusuz kalmak, başını taşlara vurmak, “keşke”ler içinde kaybolmak, -maateessüf- elimizden kayıp giden yürekleri geri getirmiyor azizim!

Ben onda yok oldum ve yok olurken ondaki güven duygusunu alıp kör kuyulara attım. Bu, aslında ona yaptığım en son ve en acımasız kötülüktü. Zira insanın yüreğinde güven misafirliğine son verildiyse, sonrasında ne yapsanız zordur. Çünkü güven, bir kullanımlık dozdadır, bir daha yok olduğu bedene, akla, yüreğe, ruha dönmez.

Ve o güvensiz yaralı kalp, elini kime uzatsa “acaba”lar içinde kaybolur. Bir insana kötülük yapmak mı istiyorsun azizim? Kan davasından beter olan güvensizliği iğneleyiver yüreğine ve sonra seyret yıkık, harabe eserini…

Ya kendime yaptığım kötülük azizim, ya kendime yaptığım? Bakma öyle dik yürümeye çalıştığıma, aslında “keşke”lerden türbe yaptım kendime, pişmanlıklarımsa her aynaya baktığımda yüzüme tükürüyor. Aslında “keşke”ler, pişmanlıklarımızın başladığı yerde hareketleniyor. Hayatımızda hiç yaşanmasını istemediğimiz olaylarla yüzleşmeyi bildiğimiz anda “keşke”ler karşımıza geçiyor ve acı acı gülümsüyorlar.

Evet, insanoğlu sonuç itibariyle sosyal bir varlıktır ve hayatını tek başına, ömrünün sonuna kadar idame ettiremez -veya ettirmek istemez-. Çünkü hayat daha farklı ve güzeldir aldığın soluğu paylaşacak bir nefes varsa yanında.

Evet, hayat paylaşılmalı ama önce paylaşmayı öğrenmeli! Gerçek anlamda sevmeyi, saygılı olabilmeyi öğrenmeli insan. Kendi için güzelleştirdiği dünyayı karşısındakine de güzelleştirmeli, yaşanılır hale getirmeli.

Kaçımız eşimize, dostumuza, yol arkadaşımıza “Sen mutlu olup içten ve huzurla gülümsersen, benim için en büyük mutluluk budur!” diyebiliyoruz? Bu konuda sadece anneleri ayrı tutabilirim, çünkü yalnız anneler evlatları için karşılıksız şekilde veren varlıklardır. Diğer tüm ilişkilerde, bir noktadan sonra menfaatler konuşmaya başlar ve insanlar gözlerini kırpmadan birbirlerinin canlarını yakarlar maalesef. Sonra gelsin pişmanlıklar, “Keşke yapmasaydım” demeler, ağlayıp inlemeler...

Belki de hayat böyledir ve tüm insanlar bu şekilde yaşarlar. Herkes aşağı yukarı aynı şeyleri yapıyordur belki de. Önceliği kendine verip, hatayı kendinde aramayıp kendini haklı bularak vicdan rahatlatmak, insanoğlunun en zayıf noktası olsa gerek. Oysa insan kendini sorgulasa, önce kendini asıp kesse, iç dünyasında önce kendini yargılasa, belki de daha az “keşke”leri olur, pişmanlıklar kapısını belki hiç çalmaz.

Hayatta ne olursa olsun, önünde sonunda pişmanlıklarıyla yüzleşebilenler daha mutlu, daha huzurlu ve daha başarılı olurlar. Ve en büyük kazanımdır insanın kendini yargılayabilmesi. Ben anladım ki azizim, hep daha sonraya ertelenen umutlar ve sevgiler, şimdi birer ateş gibi karşıma çıkıyor. Hayatım duman altı oldu içimin yangınından, pişmanlıklar ve “Keşke” ile başlayan cümleler artıyor. Ama bunların nafile olduğunu biliyor gönlüm ve asıl bu yüzden yanıyor içim. Ancak kendime söz verdim, bir daha geçmişin yanlışlarını tekrara düşmeyecek, varlığı beni mutlu eden her yüreği nadide çiçekler gibi avuçlarımda ve benliğimde misafir edeceğim. Artık ne pişmanlığı, ne “keşke”ler yokuşunda yorulayım istiyorum!