HABER Ajanda dergisinde
98, Haber Ajanda NET’te 58 makalem yayınlandı. Bu okuduğunuz, toplamda 157’nci makalem…
İçinde Hükûmet’i de, Başkan Erdoğan’ı da eleştirdiğim yazılar oldu. Ancak
yazdığım her cümleye öyle dikkat ettim, her kelimemi kılı kırk yararak seçmeye
gayret ettim ki… Amacım, AK Parti ve Erdoğan’ın önümüze koyduğu dâvâya fitne
bulaştırabilecek bir cümlenin, bırakın öznesi olmak, virgülü bile olmamaktı.
Cumartesi
gecesi, CHP’nin boykot ettiği TV kanalında bir açık oturum vardı. Konulardan
ilki 15 Temmuz ve FETÖ ile mücadelenin geldiği durumdu. Konuklar farklı siyâsî
görüşlerin temsilcileri olsa da FETÖ konusunda asgarî müşterekte buluştuklarını
görmek beni ziyâdesiyle mutlu etti.
AK
Parti kanadının savunucusu sıfatıyla programa katılan konuk da eski AK Parti
vekili Metiner’di.
Mehmet
Metiner, yıllardır önemli bir ekran yüzü AK Parti’nin. Partinin resmî bir
temsilcisi olmasa da birçok programda Hükûmet’i militanca bir ruhla (TDK’ya göre “militan”: 1-bir düşüncenin, bir görüşün başarı
kazanması için savaşan, mücadele eden kimse/ 2-bir siyasal örgütün etkin üyesi)
savunuyor olması, çoğu partilinin gönlünde taht kurmasına sebep olmuştur.
İşte
o Metiner, FETÖ ile mücadelede Hükûmet’in hiçbir hatâ yapmadığını söylediği
programda kurduğu bir cümle yüzünden İçişleri Bakanı Soylu ile karşı karşıya
geldi!
Süleyman
Soylu, AK Parti’ye geçtiği ve İçişleri Bakanı olduğu günden beri birçoğumuzun
olmazsa olmazlarından. Benim için ise çok daha ötesi Soylu; Erdoğan’dan sonra
partinin başında görmeyi isteyebileceğim ilk kişi. Samîmiyetinden hiç şüphe
duymadığım, görevi konusundaki hassasiyetini hayranlıkla izlediğim, terörle
mücadeledeki başarısıyla tarihe geçeceğini düşündüğüm bir dâvâ adamı o…
Velhâsıl
ikisi de hem partililer tarafından sevilen, hem de AK Parti siyaseti açısından
önemli şahsiyetler. Maalesef, aynı yolun yolcusu olan bu iki insan, milyonların
önünde çok tatsız ve bir o kadar da seviyesiz bir tartışmanın içine girdiler.
Öncelikle
söylemek istediğim şu ki; nihaî hedefi aynı olan insanların yoldaki engelleri
aşarken kullandıkları yöntemler farklı da olsa doğru yöntemi bulma tartışmaları
kendi aralarında yapılmalı. Hoş olmadı, şık olmadı, yakışmadı!
Gelelim
“Kim haklı, kim haksız?” tartışmasına. Metiner’in de dediği gibi, velev ki
yanlış bir ifade kullanmış olsun, Soylu’nun programdan sonra Metiner’i arayıp
işin aslını öğrenme, gerekirse tartışma, hattâ sert tepki gösterme imkânı
vardı. Dolayısıyla Mehmet Metiner’in ne söylediği, aslında çok önemli değil. Buna
rağmen, Metiner ne demiş, (kelime kelime, hiç yorum katmadan) bir bakalım:
“Sayın Öztürk
Yılmaz, Hükûmet’in de kıyamet kadar yanlışı, hatâsı olduğunu söyledi. Kuşkusuz
hükûmetler de hatâ yaparlar. İktidar hatâ yapar ama kıyamet dolusu hatâmız
hiçbir zaman olmadı bizim. Hele FETÖ’yle mücadele konusunda asla hiçbir hatâmız
olmadı. Yani 2013 sürecinden başlayan FETÖ’yle mücadele sürecimiz anlıdır,
şanlıdır, hatâsızdır, kusursuzdur. Şimdi, 4 yılı tamamladıktan sonra geldiğimiz
noktada daha direngâr durmamız lâzım.
Bakınız, Cumhurbaşkanımızdaki
bu direngenliği henüz devlet sistematiğinin bütün alanlarına yayabilmiş
değiliz. İki kuruma dikkat çekmek istiyorum. Bütün bürokrasi çok önemlidir, hiç
kuşkusuz çok önemlidir, ama iki kurum çok daha önemlidir: Silahlı bürokrasi
diye tanımladığımız Ordu ve Emniyet Teşkilâtı… Siz hâlâ bir kısım Ordu
komutanlarımızın en yakınındaki yâverlerin bile FETÖ’cü çıktığını görüyorsanız,
o zaman Ordu içerisinde bu FETÖ’cülerin bu kripto unsurlarının tespitinde,
teşhisinde henüz çok ciddî aşamalar kat etmiyoruz demektir veyahut da bir başka
deyişle herhâlde gevşedik…
Emniyet Teşkilâtı’mızda,
buradan İçişleri Bakanlığı’ndaki arkadaşlarımızı(a) hatırlatmak istiyorum,
lütfen, Sayın Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın yaptığı gibi, ‘Ya geçmişte FETÖ
bulaşığı olabilir, işte geçmişte yolu kesişmiş olabilir, e bunları da
kazanmamız lâzım, dışlamamamız lâzım’ gibi bir mantıkla kritik noktalara asla
getirilmemeleri gerekiyor.
Bakınız, isimler var bizde, burada açıklamamıza gerek
yok, biz de izliyoruz kendimize göre. Bir önemli ilimizde veyahut da
illerimizin herhangi bir yerinde bu tür böyle kritik yerlerde hâlâ isimler
varsa, ‘İşte nedâmet gösterdiler, sahiplenmemiz lâzım’ mantığı adı altında eğer
bu tür atamalar, tayin ve terfiler yapılırsa, korkarım ki, FETÖ’yle mücadele
konusunda yeniden zafiyet yaşabiliriz.
Burada iktidarımı
eleştirmek için söylemiyorum, Hükûmetimizi eleştirmek için söylemiyorum. Tam
tersine, Millî Savunma Bakanımızın da, İçişleri Bakanımızın da, bakanlıktaki
bütün yetkili arkadaşlarımızın da tayin, terfi, atama konusunda kılı kırk
yarmaları gerekiyor.
Yani ‘Sahiplenelim,
nedâmet gösterdiler, tekrar onları önemli mevkilere taşıyalım’ kaygısını zinhar
taşımamaları lâzım! Çünkü burası bir silahlı bürokrasi… Adamların elinde
silahlar var ve her an harekete geçirmek istediklerinde geçirebilecekleri birtakım
silahlı unsurlar var, sadece dikkat çekmek için söyledim.”
Koyu
şekilde aktardığım cümleler, Bakan Soylu’nun programa telefonla katılıp Metiner
ile arasında hiç de istemeyeceğimiz tartışmaya konu olan cümleler…
Peki,
Süleyman Soylu, programa katıldığında ne demişti?
Metiner’in
konuşmasının önü sonu ayrı değerlendirilemez, içinden bir cümle cımbızlanırsa
farklı bir algı oluşabilir diye konuyla ilgili bölümün tamamının deşifresini yazdım
yukarıda. Soylu’nun konuşmasından ise birkaç cümle alacağım. Zira çok net hesap
soruyor Metiner’e:
“Nedâmet getirdiği için bizim göreve
getirdiğimiz kimse yok. Bir tek FETÖ’cü göreve gelmişse ve bu söylenmiyorsa,
bu, ülkemize ihanettir.”
Şimdi
kimi daha çok sevdiğimizi bir kenara bırakalım ve elimizi vicdanımıza koyup
cevap verelim: Metiner, “FETÖ’cülerden nedâmet gösterenler göreve getiriliyor”
demiş mi, dememiş mi?
Önünü
ardını yok saymadan, altı çizili cümleden anlaşılan bu mudur?
Asla!
Öyleyse,
ya Bakan Soylu programı takip ederken söyleneni yanlış anlamış ya da danışmanları,
sonradan kesilip biçilerek Bakan’ın sosyal medya hesabında da yayınlandığı
şekliyle kendisini bilgilendirdiği için fevri hareket etmiştir.
Maalesef,
her iki taraf da bu konuda geri adım atmamış, kırıcı cümleler sarf etmiş, dâvâya
zarar verme konusunda birbirlerini suçlarken, birlikte verdikleri zararı göz
ardı etmişlerdir. Buna sosyal medya kullanıcıları da katılınca, Mehmet Metiner
bir anda kendisini linç edilirken bulmuştur.
Hem
konunun tarafları, hem de taraftarlar bir kez daha uhûlet ve suhûletle
söylenenleri gözden geçirmeli, gerçekten anlamaya gayret etmeli ve dâvânın bu
iki güzîde ismi arasındaki tartışmanın bir husûmete sebep olmasının önüne
geçilmelidir.
Metiner,
konuyla ilgili yaptığı açıklamanın sonunda, fitnenin figüranı olmayacağını beyan
etmiş. Ancak figürü olmamak konusunda da hassasiyet göstermeli ve konuyu medya
önünde tartışmaktan vazgeçmelidir. 19 Temmuz 2020’de, saat 15:39’da attığı sosyal
medya mesajı, bu yönde atılmış bir adımdır, devamını diliyorum.
Sayın Soylu’dan da bunu talep etme hâddimiz yoksa bile, beklentimizin bu yönde olduğu bilinmelidir.
Nedâmet
getirenleri kabullenme meselesi
Türk
Tarih Kurumu Başkanı Ahmet Yaramış, geçen hafta yaptığı 15 Temmuz ile ilgili
açıklamasıyla tepki çekti. Dümdüz okuduğunuzda, sarf ettiği cümlelere tepki
göstermemek mümkün değildi elbette. Zira darbe teşebbüsüne iştirak edenlere
bile sosyal af beklentisinden bahsediyordu.
Hem
İslâm, hem de Türk tarihi, pişmanlık gösterip saf değiştiren, sonrasında dine
ve millete hizmet ederek ömrünü geçirenlerle dolu. Bu açıdan bakınca her
suçlunun nedâmet gösterme hakkı olduğunu, İslâmî açıdan da hakkı olanın
hakkından vazgeçmesinin erdem olduğunu söyleyebiliriz. Etkin Pişmanlık Kanunu
ile bu haktan faydalanan nice teröristin varlığını da biliyoruz.
Bu
kanundan faydalananların bir kısmı,kısa süreli cezalar alsalar da, hiç ceza
almadan, hattâ yargılanmadan af hakkı elde edenler de var.
Ancak
Ahmet Yaramış’ın bahsettiği FETÖ’cüler için bu sahiplenme nasıl olabilir ki?
Öncelikle
251 şehidin hakkı söz konusu… Haydi her birinin ailesinden helâllik alındı
diyelim, 2 bine yakın gâzimizin de haklarını helâl etmesi gerekir. Yeter mi?
Yetmez elbette!
Zira
15 Temmuz, hem ekonomik, hem siyâsî, hem de sosyal açıdan 82 milyonun etkilendiği
bir ihânettir. Öyleyse İslâmî açıdan bir aftan bahsetmek mümkün değildir.
Hukukî açıdan af yolu ise suçlamalar ve alınan cezalarla doğru orantılı olarak
değişebilir.
Darbeye
fiilen ve bile isteye karışmış biriyle, hasbelkader içinde olmuş birinin aldığı
cezalar bir değildir elbette. Ancak hiçbirinin, cezalarını çekmiş olsalar bile,
tekrar devlet içinde bir görev alması söz konusu bile olamaz. Bildiğim
kadarıyla buna kanunlarımız da müsaade etmez zaten.
O
hâlde darbeye, hangi statüde olursa olsun, karışmış ya da destek vermiş olan
hiç kimsenin ne hukuken, ne de toplum nezdinde affı konuşulabilir. Gerçekten
nedâmet gösteren varsa, bunu, kendi hayatında bundan sonra doğru yaşayarak
gösterir, Allâh’tan af diler ve affının semeresini ahirette görür zaten.
Bizim
asıl çözmemiz gereken konu, kurunun yanında yanan yaşlardır.
FETÖ
ile herhangi bir ilişkisi tespit edilememiş, ancak KHK’ler ile görevlerinden
alınmış olan binlerce mağdur var şu an Türkiye’de. Bazılarında bilirkişi raporları
sanık lehinde olduğu hâlde, hâkimler beraat vermekten korktukları için dâvâlar
sonuçlanmıyor. Bazılarında dâvâlar sonuçlandığı ve beraat çıktığı hâlde göreve
iade yapılamıyor. İşte bizim asıl sorunumuz bu!
Bir
FETÖ’cüyü affederek ne topluma, ne de devlete kazandırabileceğimiz
kanaatindeyim. İçinde istisnalar çıkacak bile olsa, bunu bilme şansımız sadece
niyet okumayla mümkün olabilir. O da bizim işimiz değil. Ancak Devletin
savcısı, istihbarat örgütleri ve polisi, birinin hakkında FETÖ’cü olduğu ile
ilgili delil bulamıyor, buna rağmen o kişi hâlâ görevine ve sosyal statüsüne
geri dönemiyorsa, bunun acısı kartopu gibi büyür ve farklı sosyal ve siyâsî
patlamalara sebep olur.
Her
şeye rağmen devletine ve Erdoğan’a söz ettirmeyen, saygıda kusur etmeyen,
beraat ettiği hâlde işine geri dönemeyen, delil olmadığı hâlde dâvâsı
sonuçlanamayan binlerce kişinin on binlerce yakını, aynı sevgi ve saygıyla
bakmayabilir devletine.
Devlet, kendisine düşman bir nesil yetiştirmek yerine, haklıyı haksızdan, suçluyu suçsuzdan ayırma görevini bir an önce yerine getirmelidir.