Kerkük’ten Bosna’ya kadar: Evlerinin önü

Avrupa seyrediyordu o savaşı. Amerika seyrediyordu. Daha doğrusu bütün dünya seyirciydi. Çok az yardım ulaşmaktaydı ve buna rağmen Boşnaklar direndi. Ot toplayıp yiyerek, ağaç kökleriyle beslenerek ayakta kalmayı başardılar. Kurulan tezgâh, o topraklarda yaşayan bütün Müslümanların yok olması üzerineydi. Avrupa’nın ortasında namaz kılan, ezan okuyan, oruç tutan insanlarla dolu bir devletin ne gereği vardı?

NE varsa “Evlerinin önünde” desek, yanlış olmaz. Türkülerimiz bunun belgesi. Sevdiğinin evine fazla yaklaşamayan, onu görmek için uzaktan bakıp da “evlerinin önü” diye söze başlayan âşıklar, bize zengin bir çerçeve çizmişlerdir.

Neler yoktur ki evlerinin önünde… Isparta yöresinden Gönenli Kadir Acar, “Evlerinin önü mersin / (Ah) Sular içme gadınım tersin tersin” dediğinde, biliriz ki az sonra “Mevlam seni bana versin” diyecektir.

Kerkük türküsünde Abdurrahman Kızılay, “Evlerinin önü boyalı direk/ Yerden yere vurdun sen beni felek” diye seslenir. Kerkük ve oradaki kardeşlerimiz bugün sınırlarımız dışında kalmış durumda.

Acıdır, acıtır... Ama türküleri hepimizin yüreğindedir. Gün ola harman ola...

***

Yine aynı yöreden Abdulvahit Kuzecioğlu sevdiğinin evi önünde yonca görür ve şöyle söyler: “Evlerinin önü yonca/ Yonca kalkmış dam boyunca…”

Denizli’den Özay Gönlüm ise sevdiğinin evi önünde kaynayan bulgur kazanı görenlerin haline tercüman olur: “Evlerinin önü bulgur kazanı/ Herkes sever okuyanı yazanı…”

Siverek’ten Ahmet Çelikkanat imzalı türküyü Mehmet Özbek’in sesiyle hatırlarız: “Evlerinin önü yoldur yolaktır/ Başımızda dönen dektir dolaptır…” (Dek: Düzen, hile, entrika)

***

Rumeli’ye geçince “Evlerinin önü handır aman/ Yanar da yüreğim külhandır” ile karşılaşırız.

Emirdağ’dan “Evlerinin önü kepir/ Atlar geçer güpür güpür” türküsü bize Fadime’yi hatırlatır.

Aynı yöreden bir başka türkü daha meşhurdur:

“Evlerinin önü yoldur/ Yolun sonu karakoldur/ Kurban olam suna (sarı) gelin/ Gel testini bizde doldur…

Al Fadimem, bal Fadimem/ Yanakları gül Fadimem/ Uyan uyan sabah oldu/ Namazını kıl Fadimem…”

***

Fadimecik kalkacak, namazını kılacak kılmasına da… Pencereden bakınca ne görecek? Dışarıda, onun sabah namazına kalkmasını bekleyen sevdiceğini mi yoksa bahçelerine dikilen kiliseyi mi?

Şaşırmayın… Şaka yahut uydurma, yakıştırma falan değil. Gerçekten bahçede bir kilise var.

Yirmi yıl önce Bosna’da Srebrenitsa’da Sırplar soykırım yaparken ölen ölür -ki onlar çoğunlukla erkeklerdir-, kaçan kaçabilen ve canını kurtaran kadınlar ülkenin başka yerlerine giderler. Dönüp geldiklerinde Fato (Orloviç) Nine bir bakar ki evinin bahçesine Sırplar bir kilise inşa etmişler. İtiraz eder, mahkemeye gider, karşı taraf suçlu bulunacağına Fato Nine suçlu bulunur. On bin avro cezaya çarptırılır.

Yanlış hatırlıyor olabilirim, belki de avro değil, Konvertibl Mark (KM) dedikleri Bosna parası cinsindendir. Ne fark eder? 1 avro bile olsa, ceza ona verilemez. Elinde tapusu olan ve arazisi işgal edilen kişi suçlu bulunabilir mi? Mahkeme Sırp kantonundaysa, hâkimler Sırp ise bulunur. Çünkü Sırp cinsi, hukuktan anlamaz.

Fato Nine, Avrupa mahkemesine gider ve haklı bulunur. Ancak kimse o kiliseyi yıkamaz...

Ziyaret ettik, elini öptük... “Evlerinin önü kilise” diye başlayan bir türkü olmalı diye düşündüm. Bir gün o kilise yıkılırsa, gelecek nesillere türküsü kalsın. Yıkılmasa da bilinsin nasıl yapıldığı, niçin yapıldığı, başka yer yokmuş gibi niçin Fato Nine’nin bahçesine inşa edildiği…


Yüzlerce yıldır aynı şekilde kaldığı öylesine belli ki, bir anda asırlar öncesine gitmiş sanıyor insan Poçitel sokaklarını dolaşırken. “Türk köyü” ya da “Osmanlı köyü” olarak biliniyor. Aslına bakarsanız orada bugün yaşayan Türk kalmamış. Ama cümle âlemin çok iyi bildiği bir gerçeği burada bir defa daha tekrar etmek durumundayız: Türk ile Müslüman’ı hiçbir şekilde ayırmak mümkün değil. Özellikle bu topraklarda...

Bosna’da savaş yirmi yıl önce bitmiş olabilir. Silahlı çatışma son bulmuş olabilir. O günden bu yana, semboller savaşı devam ediyor. Bunu bilmek gerek.

Fato Nine’nin kimin torunu olduğunu, teklif edilen yüksek bedelleri niçin kabul etmediğini, verilen açık çeki nasıl geri çevirdiğini, neler hissettiğini ve daha fazlasını Mesut Emre Balcı’nın yazısında bulacaksınız.

Ben o manzarayı gördüğüm andan itibaren “Evlerinin önü kilise” ve sonrasını kafamda çevirmekteyim. “Göz açtırmadılar milise” diye devam edebiliriz. Gerisini getirmek de mümkün. Lâkin yanımda saz yoktu. Olsaydı da çalamazdım. Çalabilseydim de beste yapamazdım. Yapsam da kimse dinlemezdi. Her işi ehline bırakmak lâzım.

İlk durak: Aliya

Saraybosna’ya her gidişimizde olduğu gibi, bu defa da ilk önce rahmetli Aliya’nın kabrine uğradık.

O ne güzel insandı. O ne güzel komutandı. O ne güzel liderdi. Altını çizdiğim sözlerini burada alıntı yapmak istesem, derginin bütün sayfaları az gelir. Hayatından birkaç hatırayı aktarsam, yine nerede duracağımı bilemem. “Öylesi yüz yılda bir gelir” derler ya… Aliya onlardan biri. Bosna’ya Cenab-ı Allah’ın bir hediyesiydi Aliya. Şanına yaraşır bir hediye. Kalbimizdeki yeri hiç değişmeyecek.

Hasta yatağındayken ziyaretine gelen Recep Tayyip Erdoğan’a “Bosna’yı size emanet ediyorum” demişti Aliya. Ülkesini kime emanet edeceğini biliyordu, işin ehlini tanıyordu.

Dönüş vakti geldiğinde, yine ona uğradık, birer Fatiha okuduk ve öyle yola çıktık. Hem ilk durağımızdı Aliya, hem son durağımız... Çember böylece tamamlanmıştı. Ayrıca, hatırlatmak isterim ki 0 (sıfır) derece ile 360 derece, aynı noktadadır. Bilmeyen, ikisini aynı sanabilir.

Yugoslavya’dan bana ne?

70’li yıllarda Avrupa ülkelerinde çalışan akrabalarımız ülkeye dönerken Yugoslavya’dan geçtiklerini söylediklerinde pek umursamazdım. Fakat “Bu defa Saraybosna’ya uğradık, Üsküp’ten geçtik, dönüşü Kosova üzerinden yapmayı düşünüyoruz” gibi cümleler serpiştirince, hemen ilgimi çekerdi. Merakla sorular sorardım.

Yugoslavya kelimesi bana itici gelirdi. İlginç bulduğum tek şey, Yugo markalı ufak araçlardı. Kalça kemiği kırık Yugoslavya’nın bile kendi markasını taşıyan bir arabası vardı. Minik de olsa yürüyordu. Biz ise gavurun eline bakıyorduk ve kendi markamızı doğarken boğmuştuk.

Aynı işe tekrar girişecek kişinin de “babayiğit” olması gerekiyordu.

“Soğuk hava depolarına ve elektrik santrallerine ihtiyacımız var... AB’ye ve NATO’ya girmek istiyoruz fakat Sırplar karşı çıkıyor... Büyük bir denizde küçük bir kayık gibiyiz...”

Babası Hırvat, annesi Sloven olan Tito, Yugoslavya’yı oluşturan etnik yapıları yıllar boyunca bir arada tutmayı başarmıştı. En iyi bildiği konu, stratejiydi dersek, yanlış olmaz. Yalnız ülke içinde değil, dışarıdaki ilişkilerinde de ustaca manevralar yapıyor, hem Rusya hem ABD ve diğer Batı ülkeleriyle iyi geçiniyordu.

***

Nehirler akarken bazen ikiye bölünür ve orta yerde bir adacık oluşturur. Bazı karayollarında da buna benzer yol ayrımları vardır, rastlamışsınızdır.

Tito için anlatılan bir fıkraya giriş olsun diye bu tür yolları hatırlattım. Hangi yoldan giderseniz gidin, aynı yere varırsınız.

Derler ki… Uluslararası bir toplantı sırasında öyle bir yol ayrımına gelindiğinde, şoförü “Nereden gitmemizi istersiniz” diye sormuş. Tito şöyle söylemiş: “Sola sinyal ver, sağdan git.”

Politik tutumunu özetleyen bir fıkra. Bosna’da bir süre kalıp da bu fıkrayı duymamışsanız, yeterince halkla temasınız olmamış demektir.

***

Yugoslavya dağıldıktan sonra bir iki tane değil, tam yedi tane ayrı ülke doğdu: Bosna-Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Kosova.

Nüfusları üçer beşer milyon da olsa bu devletler bugün AB’ye girme yarışında.

Sözün tam burasında, uzmanlık gerektirmeyen bir soru yöneltelim size. Fıkralar anlattık, hatıralar paylaştık, bir soru hakkımız olsun.

Sizce, Bosna Hersek’i ve Kosova’yı AB’ye alırlar mı?

Cevap verilmesi –bile- gerekmeyen bir soruydu bu...

Size selâm getirdik

Bosna’dan hatıra olarak pek çok hediyelik eşya alabilirsiniz. Sarayova Başçarşı’da, Mostar ve diğer şehirlerde esnafın güler yüzlü tavrı ile karşılaşınca, daha çok hatıra ile dönmek istemenizi kimse yadırgamaz.

Her ne alırsanız alın, bir miktar da dibek kahvesi getirmelisiniz.

Bendeniz bu yazıyı, büyük taşa oyulan dibek içinde elle dövülen kahve eşliğinde yazıyorum. İki yüz metreden sesi duyuluyordu dibeğin.


Hasta yatağındayken ziyaretine gelen Recep Tayyip Erdoğan’a “Bosna’yı size emanet ediyorum” demişti Aliya. Ülkesini kime emanet edeceğini biliyordu, işin ehlini tanıyordu...

Rüzgâr gördük Bosna’da…  Yağmur gördük, kar gördük, soğuk gördük hem de nasıl… “Titremeyi biliyorsan, üşümek mesele değil” derdi rahmetli babam. Ara sıra iyi üşüdük, esaslı titredik. Fakat o da güzeldi emin olun.

Her ne kadar ülkemize soğuk hava ve kar Balkanlar üzerinden geliyorsa da biz oradan size üşümek getirmedik, soğuk getirmedik.

***

Otuz yıl kadar, belki biraz da küsuratı var, geriye gidelim ve Huşeng Azeroğlu’nu hatırlayalım. Güney Azerbaycan’dan gelmişti ve “Size selâm getirmişem” türküsüyle meşhur olmuştu Türkiye’de. Zaten nereye giderseniz gidin, Türkiye’ye selâm getirmeden dönemezsiniz. Bosna dönüşü, Yeni Şafak’ta “Bosna’dan gelirim, yüküm de selâmdır hey aman” diyerek şu yazıyı yazdım…

***

Bosna’dan gelirim, yüküm de selâmdır hey aman

Rumeli’yi nasıl kaybettik, Balkanlar’ı nasıl kaybettik sorularına cevap arayan yazılar, kitaplar pek çoktur diyeceğim, doğru olmayacak. Sayısız dergi bu konuda özel sayılar hazırlamıştır ifadesini kullansam, yine mübalağa sayılacak. Rumeli ve Balkanlar üzerine çekilen filmler, belgeseller, konferanslar, paneller için de aynı durum geçerli. Çok değil fakat belli bir miktar da olsa hepsi üzerine çalışılmış.

Kesin bir sonuç var: Rumeli ve Balkanlar’ı kaybettik. Uzun zamandan beri yeniden kazanmaya çalışıyoruz ama aynı çerçevede değil. Bizim olsun, yönetelim anlayışından uzak, kardeşlik esası üzerine kurulu bir ilişki. Kaldı ki o esas bile bazılarını rahatsız ediyor.

***

Kültür Ajanda dergisi ekibiyle beraber on günlük bir Bosna Hersek seyahati yaptık. Ne işiniz vardı bu karda kışta derseniz, inanın çok işimiz vardı.

Sivil toplum kuruluşlarıyla, basınla, yazar ve gazetecilerle, sanatçılarla, siyasetçilerle, esnafla, iş adamlarıyla, akademisyenlerle, vatandaşlarla geniş çaplı görüşmelerimiz oldu.

On beş kişi, her gün sabahtan başlayıp gece geç vakitlere kadar röportajlar gerçekleştirdi. Saraybosna, Mostar, Travnik, Srebrenitsa, Bihaç, Sazin başta olmak üzere birçok şehir ve kasabayı dolaştık.

***

İkişerli üçerli görüşmelerin yanında toplu ziyaretlerimiz de oldu.

Anadolu Ajansı, Yunus Emre Enstitüsü, TİKA, THY Ofisi, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği gibi orada faaliyet gösteren kurumlarımız dışında Genç Müslümanlar Teşkilatı, Merhamet Derneği, Srebrenitsa Anneleri, Esnaf ve Sanatkârlar Derneği başta olmak üzere birçok Boşnak kurum ve kuruluşuyla görüştük, röportajlar yaptık.

***

Yediğimiz içtiğimiz üzerinde fazla durmayalım ama Boşnak böreğinden, Begova çorbasından ve çok lezzetli etlerinden söz etmeden geçmek olmaz.

Suları ayrı bir güzellik Bosna’nın. Hem içmek için, hem seyretmek için... Nehirleri, dağları ve bütün tabiat güzellikleri nasıl üzerinde durulmaya değerse, aradan yirmi yıl geçmiş savaşın izleri üzerine de ciddiyetle eğilmek gerekiyor.

Kültür Ajanda ekibi, özel bir sayı hazırlayacak. Sayfa sayısı geniş tutulacak olan derginin yanında Boşnakça’dan “özel” tercüme edilen hacimli bir kitap da hediye edilecek. Ülkenin ekonomik ve siyasi durumu, halkın içinde bulunduğu şartlar ve sair konular genişçe ele alınacak.

***

“Bosna’ya gittik, Başçarşı’da gezdik, alışveriş yaptık, aynı Bursa... Mostar’daki köprü muhteşem. Hele bir Alperenler Tekkesi var ki dillere destan...”

Bu çerçevenin mümkün olduğunca dışına çıkmak hedefleniyor.

Daha geniş bir açıdan bakmak, Bosna’nın bizim için anlamını ve önemini daha derinden irdelemek gerektiğini düşündüğümüz için kış ortasında bu yoğun tempolu seyahati gerçekleştirdik.

Bakir İzzetbegoviç’in Türkiye’yi ve Erdoğan’ı nasıl gördüğünü, Boşnak halkının duyguları ve düşüncelerini de ilgi duyan okurlar dergide bulacak.

***

Görüşmelerimizi bitirdik ve “Allah’a emanet” deyip döndük; Boşnaklar da bize o şekilde söyledi. Biz oradaki rehberlerimiz ve tercümanlarımızla 25 kişiyi bulan ekip halinde, kimi zaman parçalı kimi bütün, bir görüşmeden diğerine yetişmeye çalışırken, bir yandan da ülkemizdeki gelişmeleri takip etme derdindeydik.

Zira burası bildiğiniz gibi epey karışmış. Giderken ulaşabildiklerimize “Kendinize mukayyet olun” mesajı göndermiştik ama anlaşılıyor ki pek işe yaramamış. (…)

***

Olduğu gibi korunan Osmanlı hatırası: Poçitel

Poçitel’i görmeyen, Bosna Hersek’i gördüm demesin. Öz fikrim budur. Neretva Nehri kıyısına kurulmuş, avuç içine sığacak büyüklükte bir pırlanta gibi Poçitel.

İddialı bir söz mü oldu? Olsun... O kadar güzel. 1383 yılında Bosna Kralı tarafından inşa edildiği rivayet ediliyor.  Mostar’a 25, Saraybosna’ya 158, Dubrovnik’e 116 kilometre. Osmanlı 1471’de fethetmiş ve 1878’e kadar elinde tutmuş. Yaklaşık 500 sene Osmanlı’da kalmış. Şişman İbrahim Paşa Medresesi’nin hemen yanı başında inşa edilen Hacı Ali Camii, 1562 tarihli.  Medreseyi inşa ettiren Paşa, 18. Asırda görev yaptığı Poçitel’de han, hamam, medrese yaptırmış, Hacı Ali tarafından yapılan cami de onun döneminde elden geçirilmiş.

***

26 yıldır o camide görev yapan imam Cemal Gadara, eğer sorarsanız, size köy ve cami hakkında ayrıntılı bilgi verir. Sormazsanız, tebessüm ederek bakmakla yetinir.

Yüzlerce yıldır aynı şekilde kaldığı öylesine belli ki, bir anda asırlar öncesine gitmiş sanıyor insan Poçitel sokaklarını dolaşırken. “Türk köyü” ya da “Osmanlı köyü” olarak biliniyor. Aslına bakarsanız orada bugün yaşayan Türk kalmamış. Ama cümle âlemin çok iyi bildiği bir gerçeği burada bir defa daha tekrar etmek durumundayız: Türk ile Müslüman’ı hiçbir şekilde ayırmak mümkün değil. Özellikle bu topraklarda...

***

Yüzyıllar boyunca karakol görevi gören ve gelip geçen kervanların kontrol edildiği nokta olan Poçitel, taş işçiliğinin en güzel örnekleriyle dolu.

Kale, cami, medrese, hamam, saat kulesi gibi eserler yanında, literatürde “sivil mimari unsurları” olarak geçen evler ve diğer yapılar da taştan inşa edilmiş.

İvo Andriç, Poçitel için” taşlı şehir” ifadesini kullanıyor. Boşnaklara göre de orası “Taş Şehir”. Binaların çatıları bile yassı taşlarla kaplı.

Bosna savaşı sırasında Hırvatlar tarafından tahrip edilmişse de bütünüyle elden geçirilmiş.  Artık, savaşın izleri görünmüyor.

Poçitel, 2007’den itibaren UNESCO Kültür Mirası listesinde. Boşnakça olan ismi, “Başlangıç noktası” anlamına geliyor. Evliya Çelebi buraya 1664 yılında uğramış. Ve emin olun, Çelebi’nin gördüğü ile bugün gidenlerin gördüğü arasındaki tek fark, nehir boyunca uzanıp giden yolun üzerindeki asfalt sadece.

“Buraya gelen Türklerin çoğu bol bol vaatte bulunuyor. Gittiklerinde unutuyor olmalılar ki vaatlerin büyük kısmı gerçekleşmiyor.” Birkaç yerde bu tür şikâyetlere rastladık. 

O yolun kıyısındaki otoparkta arabanızı bıraktığınızda, “Âdem’in Yeri” tabelası karşınıza çıkar. Mevsim müsaitse, oradaki çardak altında, ince belli bardakta, iyi demlenmiş bir çay içebilirsiniz. Çaydan sonra yukarıya doğru tırmanmaya başlayabilirsiniz. Her basamakta manzara daha bir muhteşem hal alıyor. Kademe kademe fotoğraf çekerek, önce cami ziyareti, sonra kaleye tırmanış bekleyecek sizi. Yolunuz oraya kadar düştüyse, kaleye çıkmadan dönmeyin.

Benim gibi gittiği güzel yerleri anlatmanın ve fotoğraflamanın ötesinde çok beğenen ve “Burada yaşanır be kardeşim” diyenlerdenseniz, etrafa başka bir gözle bakmaya başlarsınız. Sarayova’ya mı yerleşmeli, Mostar’a mı yoksa Poçitel’e mi? İşte çoktan seçememeli bir soru. (Hâlbuki sırf Bosna Hersek’te daha gidilecek pek çok yer var.)

Buradaki evlerin fiyatı nedir, satın almak zor gelirse kiralar ne civardadır, nereye sormalı, kime başvurmalı diye düşünerek kaleye tırmanırken değilse, benim gibi iniş sırasında başınızı kalenin taşlarına vurabilirsiniz. Çizgi romanlardaki gibi hemen bir şişlik oluşuverir de iki haftada zor iner. Fakat emin olun, kalenin burçlarındaki manzara, o şişliğe de, çıkıp inerken zorlanmaya da değer.

Nehrin ve yolun kıvrımlarına, güneşin dağlar, tarlalar ve nehir üzerindeki oyunlarına, binaların intizamına saatlerce baksanız doyamazsınız. İnmek istemezseniz, hiç merak etmeyin, sizi çağıracaklardır. Orada bırakıp gidecek değiller ya…

Büyük tezgâh kuruldu Bosna’da

Ortada bir halı veya kilim bulunuyorsa, bir yerlerde mutlaka bir tezgâh vardır vaktiyle kurulmuş... Bunu bilmek gerekir. Bilmek ve unutmamak… Bir halı-kilim ile karşılaşınca, tezgâhın yerini merak edenlere selam olsun... Tezgâhı kimin kurduğunu araştıranlara selam olsun... Bu soruların cevaplarını bulanlara ve dahası bilenlere daha çok selam olsun...

Hunharca süren Bosna savaşı, Avrupa’nın ortasında yıllarca devam etti. Maksat elbette oradaki Müslümanları bitirmek, tamamen yok etmekti.

Saraybosna’ya can damarı olan “Tünel” açılmamış olsaydı, dört bir yandaki tepelerden açılan ateşten, atılan bombalardan ölenlerin haricinde, büyük çoğunluk açlıktan hayatını kaybedecekti. Boşnakları tarihten silmek isteyenler nasıl olup da hayatta kalabildiklerine şaşıyorlardı.

Avrupa seyrediyordu o savaşı. Amerika seyrediyordu. Daha doğrusu bütün dünya seyirciydi. Çok az yardım ulaşmaktaydı ve buna rağmen Boşnaklar direndi. Ot toplayıp yiyerek, ağaç kökleriyle beslenerek ayakta kalmayı başardılar. Kurulan tezgâh, o topraklarda yaşayan bütün Müslümanların yok olması üzerineydi. Avrupa’nın ortasında namaz kılan, ezan okuyan, oruç tutan insanlarla dolu bir devletin ne gereği vardı? Bir gereklilik varsa, o da hepsini yok etmekten ibaretti.

Fakat tezgâh işlemedi. Halı tam dokunamadı. Ne zaman ki Boşnaklar ilerlemeye başladı, o zaman NATO müdahalede bulundu.

Çözümsüzlük sistemi

Tezgâh demiştik… Savaş bir tezgâhtı, Boşnakları yok edemedi. Savaştan sonra başka bir tezgâh kuruldu. Dayton Anlaşması savaşı bitirmişti fakat yeniden bir halının dokunmasına başlandı. O da yönetimi karmaşık hale getirmek olarak özetlenebilir.

Her makamdan üç tane var Bosna’da. Cumhurbaşkanlığı, Boşnak, Sırp, Hırvatlar arasında üç kişiyle temsil ediliyor. Onların üstünde bir de üst yönetici var Batı ülkelerince atanan. Altlarında ise her birinin beşer kişilik kurullar. Belediye yönetimleri de il yönetimleri de aynı şekilde tanzim edilmiş. Çünkü ülke sırf Boşnaklardan oluşmuyor.  Bir karar alınacağı zaman, her kurulda ayrı ayrı üçte iki çoğunluk aranıyor. Herhangi bir konuda Boşnaklar beşte beş, Hırvatlar beşte beş kabul oyu verse, Sırplardan iki kişi itiraz etse, o karar reddedilmiş sayılıyor. Tam anlamıyla çözümsüzlük üstüne kurulmuş bir sistem...

***

Peş peşe iki tane büyük dünya savaşı yaşamış Avrupa’nın ortasında yeni bir savaşa kimse izin vermez diye düşündüklerini söylüyordu Aliya.

Silahlar toplanmıştı Boşnakların elinden. O şartlarda yeni bir savaş yaşandı ve Boşnaklar su borusundan el yapımı silahlarla mücadele yürüttüler.

Şu anki sistem de işlememek üzerine kurulduğu için, her an yeni bir çatışma başlayabilir düşüncesi, pek dile getirilmese de savaş tecrübesi yaşayan Boşnaklarda yaygın gibi görünüyor.

Karışık bir cümle mi oldu? Özeti şöyle: Bosna’da yakın zamanda yine bir kıvılcım görülürse, kimse için sürpriz olmaz. Bir sürü kantondan oluşan ülkenin idari yapısını biraz yakından görünce, “Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı” türküsünden ilhamla şunu söylemek mümkün: “Kanton kanton üstüne kurduk Bosna’yı/ Bosna’yı kurar iken gördük Dünya’yı…”


Bosna’da yakın zamanda yine bir kıvılcım görülürse, kimse için sürpriz olmaz. Bir sürü kantondan oluşan ülkenin idari yapısını biraz yakından görünce, “Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı” türküsünden ilhamla şunu söylemek mümkün: “Kanton kanton üstüne kurduk Bosna’yı/ Bosna’yı kurar iken gördük Dünya’yı…”

Bosna’dan notlar ve unutulmaz cümleler

THY önceleri haftada bir uçuş gerçekleştirirken, bugün günde üç uçuş yapılıyor. Savaş döneminde Bosna’ya en çok yardım eden ülke listesinde devlet olarak Türkiye aşağılarda yer alırken Türk halkı birinci sırada.

Savaştan sonra ise tam tersi. Devlet olarak Türkiye ilk sırada, halk ise listenin aşağılarında. Saraybosna’da her gün Fatih Sultan Mehmet için hatim indiriliyor.

Asıl savaş, savaştan sonra başladı. Savaşın başında Sırp komutanlar “Türklerden rövanş alma günü geldi” demişlerdi. Yüzbinlerce şehidimiz var, onlara karşı hepimiz borçluyuz. Hâlâ cesedi bulunamayan kayıplarımız var. Savaş sırasında toplu mezarlara gömdükleri şehitlerimizi dozerlerle farklı yerlere dağıttılar. O yüzden bazı şehitlerimizin sadece bir parmağını, ufak bir kemiğini buluyoruz.

ABD’li, Çinli, Koreli, İspanyol, Alman, İngiliz misyonerler sivil toplum kuruluşları kanalıyla faaliyet yapıyorlar. İran ve Arap ülkeleri de Bosna’da etkin.

Gençleri çekmek isteyen meyhaneler, bir birayı ücretli, ikincisini bedava veriyor.

Çocuklarımızı kendi kültürümüzle yetiştirecek kreş ve çocuk yuvaları açılması lâzım. Kültür, mermi ile yıkılır, yok edilir mi? Kültürle siyaseti ayıramayız.

Azerbaycan’dan Bosna’ya kadar müzik ve kültür ortaktır. Sırpların ve Hırvatların dilinde de çok fazla Türkçe kelime ve terim var.

91’de yapılan nüfus sayımının verileri var elimizde. Sonraki sayım (2013) açıklanmadı.

Kosovalı Müslümanlar Bosna’ya vize almakta zorlanıyor.

Dodik, kendini Papa’dan daha büyük Hıristiyan sanıyor, Sırplar da onu öyle görüyor. (Milorad Dodik, Bosna-Hersek içindeki Sırp Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı)

Savaşta öksüz ve yetim kalan çocuklar Türkiye’ye alınacaktı. Fakat Demirel sonradan vazgeçti. O çocuklar kaçırıldı. Avrupa’nın değişik ülkelerine götürüldüler. Onların peşine düşen araştırmacılar, bazılarının izine Manastırlarda rastladı. Yaşları küçük olduğu için kimlikleri unutturulduğu, rahip ve rahibe olarak yetiştirildikleri tespit edildi.

Hepsi “iç”li

Boşnaklar “iç”li insanlar. Baksanıza: Bosna’nın kurucusu: Aliya İzzetbegoviç... Dava arkadaşları: İsmet Kasumoviç, Asaf Serdareviç, Esat Karacaozoviç... Şehitlerden: Mehmet Turkoviç, İsmet Turnadziç ve daha yüz binlercesi… Görüştüğümüz bazı dostların isimleri: Velma Şariç, Hayreddin Şahiç, Ahmet Alibaşiç, Edhem Baksiç, Rujdia Adoviç, İbrahim Reciç, Salih Derviç, Cemalettin Çavuşeviç, Bekim Muhtaroviç…

Mola verdiğimiz yerde kaptan şoförümüz bacaklarını açmak için ayakta kısa mesafe adımlayıp duruyordu. “Kaptanoviç, oturoviç çay iç, kahve iç” diye seslendim, anlamadı.

Kalkınmak için

Kalkınma Bakanı Sanin Halimoviç’i makamında ziyaret ettik. Gülerek karşıladı bizi ve bir sözü hatırlattı: “Nerede ki çocuklar güler yüzlü, ev o kadar genişler.”

Sohbetimizden birkaç not aktarmakla yetineyim: Türkiye’den kalkınma modeli konusunda destek almak istiyoruz... Türkiye KKTC’ye nasıl bakıyorsa, bize de öyle bakıyor... Soğuk hava depolarına ve elektrik santrallerine ihtiyacımız var... AB’ye ve NATO’ya girmek istiyoruz fakat Sırplar karşı çıkıyor... Büyük bir denizde küçük bir kayık gibiyiz...

Merhamet Vakfı

Aliya İzzetbegoviç Merhamet Vakfı gönüllüsüydü. Hilali Ahmet ile Teşkilat-ı Mahsusa’nın birleşmesiyle kuruldu.

Bu vakıf, devleti şekillendiren unsurlardan biri. Tarihi yüz yıldan eski. Balkan savaşları döneminde faaldi. Dil, din, ırk ayrımı yapmadan muhtaçların yardımına koşar. Pakistan, Endonezya, İran, Gazze, Somali, Kobani’ye yardımlarda bulunduk. Erdoğan ve Davutoğlu ile görüşmelerimiz oldu. Ziyaret ettiler, bu salonda kahve içtik.

Aliya, Merhamet Vakfı’na Bosna’nın en büyük nişanı olan Altın Zambak nişanını verdi.

Vaat bol, icraat az

“Buraya gelen Türklerin çoğu bol bol vaatte bulunuyor. Gittiklerinde unutuyor olmalılar ki vaatlerin büyük kısmı gerçekleşmiyor.”

Birkaç yerde bu tür şikâyetlere rastladık. Bosna’ya gideceklerin, yerine getiremeyecekleri vaatlerde bulunmamaları, vaat ettiklerini de yapmaları gerektiğini hatırlatalım.

Bir başka şikâyet ise, Türklerdeki pazarlık etme merakı. Bosna esnafı yüksek fiyat talep etmediği için, pazarlık yapmaktan hoşlanmaz.

Erdogan gelsin bize

Bosna Hersek’in en batı ucundaki Bihaç ve Sazin’e giderken Travnik’te mola verdik. Çay kahve içtiğimiz mekânda Libyalı gençler de vardı. Türkiye’den geldiğimizi duyunca gözleri parladı. Yüzlerindeki gülümseme görmeye değerdi. “Erdogan” diye söze başladı biri (Erdoğan diyemiyor, Erdogan diyordu). “Bizim ülkemize gelse, yüzde 80 oy alır. Bizi on yıl yönetsin, başka bir şey istemeyiz.”

Nimet Nine anlatıyor

92 yaşındaki Nimet Nine, fincanla gelen çayı geri gönderdi. “Bana ince belli cam bardakta çay getirin, Türkiye’deki gibi içmek istiyorum” dedi.

Dedesi, Sultan Abdulhamit’in paşası imiş. Türkiye’de kalmış, bir süre Trabzon’da ve İstanbul’da yaşamış.

“Nedir vaziyet Nimet Nine?” diye sorduk. “Bak vaziyetimize...” diye başladı. “Hepimiz diyoruz Müslümanız, fakat camiler dolmuyor. Hepimiz diyoruz La ilahe illallah, fakat namazı unutuyoruz. 5 yaşında Kur’an’a başlamış, hatim etmişim evladım.”

“Bir gün Aliya’nın eşi Türkiye’den gelen bir mektup getirmiş. Demiş bu pek modern dille yazılmış, anlamam.”

“Trabzon’a geldiğimde gençtim. Minareden bir ses yükseldi. ‘Tanrı uludur, Tanrı uludur…’ Dedim bu ne şarkısı böyle?”

“Erdoğan beni Çanakkale’ye davet etti. Gittim, helikopterle karşıladı. Emine Hanım ile beraber. Her gelişinde uğrar bana. Biz burada hep onun için dualar ederiz. Sağolsun, muvaffak olsun diye... Dualarımız kabul oldu, seçimi kazandık çok şükür.”

“Ben efendimi ağlamadan anamam.  Efendim, komünistlikte camiye gidemezdi. Medreseleri kapattılar. Çocuklara zorla oruç açtırırlardı.

Tito bizim de dinimizi yok etmek istedi. Şimdi camiler serbest çok şükür. Fakat koca sakallılar karıştırdı bizim dinimizi. Vehabilerde göbeğe kadar sakal. Yastık yaparsın onunla. Bizim gibi yaparsan namazda diye şart koşarak, 600 mark aylık verirler gençlere.”

“Kırk sene hocalıkta çalıştım. Benim 160 avro aylığım. Vaziyetimiz zordur.”

“Torunumun torunu okudu, makine mühendisi oldu. Hep gençler okuyor şimdi. Ama iş yok. Çalışamıyor. Gençler istiyi çalışmak.

İstemiyi el açmak. İş olmayınca gidiyor Almanya’ya, başka ülkeye.

Orada evlenip kalıyor. Burası zayıflıyor. Burada iş lazım, fabrikalarımızı kapattılar, açan yok.”

“Tito zamanı beni 46’da yol işçisi yaptılar. Başımı açtılar. Çok bağlıyız dünyaya. Bu dünya yalandır evladım. Aldanmayın. Allah imanımızı kavi eylesin.”

“90’da İstanbul’da Erbakan’ın yanında nutuk tuttum seçimde. Millet üşüştü benim yanıma Erbakan Bosna’ya o ka yardım etti, bilesiniz. Ona iftira ettiler.”

Şehit kızının akıbeti

Bosna’da bir şehit kızı. Sarayova’da Fransızca okumuş. Savaştan sonra ülkede hiç kimsesi kalmadığı için ve ülkede büyük bir işsizlik olduğundan, Fransa’ya gitmiş. Gidiş o gidiş... Bir Fransız ile evlenmiş, kalmış...

İleride yurduna döner mi diye soruyoruz, sanmam, diyor arkadaşımız. O artık oralı oldu. (Aslında Fransız oldu dedi de, yekten yazmak zor geldi, o yüzden parantez içine aldım.)

Dil ile kültür ilişkisini hatta dil ile din ilişkisini buradan kurabiliriz.

Anlamak için bu tür örnekleri bizzat yaşamak gerekmez.

Rehberimiz Serkan’ın topuğu tehlikede

Serkan Ünverdi, Balkan Tur’un misafirlerini başta Bosna-Hersek olmak üzere, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Karadağ’da gezdiriyor. Kısaca bütün Balkanlar demek daha doğru. Çünkü listeye Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya da dâhil. Hiç unutamadığı pek çok hatırası var. Aynı zamanda tarih bölümünde asistan olan Serkan’ın Türkiye’den ve Avrupa’dan gelen misafirlerle arası her zaman iyi. Bunun sırrı, işini sevmesinde...

***

Of’tan bir grup esnaf gelmiş bir süre önce. O grupla çok keyifli günler yaşadık, diye anlattı.

Bir kuralı var rehberimizin. Gecikme yaşanmaması için “Son gelen bütün gruba çay ısmarlar” diye baştan söylüyor. Of ekibine de aynı kuralı bildirdikten sonra kimse otobüse binmez olmuş. “Abiler, niye binmiyorsunuz arabaya?” diye sorduğunda, herkes çay ısmarlayan olmak istediği için dışarıda beklemekteymiş. İşte, cezanın ödüle dönüştüğü an...

***

Uzun mesafe yolculuk sırasında sigara molası istemiş misafirlerden biri. Müsait bir yer bulup durmuşlar. Yola koyulduktan beş dakika sonra bir başkası “Serkan Bey kardeşim, sigara molası isteyrum” diye seslenmiş. Serkan dayanamamış, “Abi, daha beş dakika önce verdik molayı...” demiş. Aldığı cevap öyle güzel ki: “Ha o molayı benum içun mu verdin? Onu isteyen İsmail idi. Şimdi de benim için mola verecasun.”

***

Gezinin sonuna doğru, bir misafir yanına yaklaşıp teşekkür etmiş, çok memnun kaldığını bildirmiş ve kartını vermiş. “Of’a gelirsen mutlaka bana uğra.” “Olur abi!” demiş Serkan. Az sonra bir başkası gelmiş ve şöyle söylemiş: “Of’a gelaysun. İlk önce beni bulaysun. Eğer ki duyarsam önce ona gittin, hiç düşünmez topuğuna sıkarım.”

Evinizin önünde ne var?

Srebrenitsa’dan, şehitlikten ve şehit annelerinden… Genç Müslümanlar Derneği’nden, RADYO BİR’den… Diğer önemli kuruluşlardan…

Yavuz Selim’in gayretinden, Selim Dilek’in misafirperverliğinden, editörümüz Nesrin Çaylı’nın büyük bardak çaylarından…

Mostar’dan, Travnik’ten, muazzam nehirlerden, Servet Bey’in son güne kadar devam eden rahatsızlığından, yolculuklardan, Alperenler Tekkesi’nden, Barış Gücü’nden…

Bihaç’tan ve özellikle Sazin’den de ayrıntılı bahsetmek isterdim ama daha fazla uzatmak istemedim. Bu kadarla yetinelim.

Yine de bir iki cümle daha: Sazin’de bir medrese var… Nazar değmesin.  Muhteşem bir tabiatın ortasında, muhteşem bir okul, harika bir kadro ve şahane talebeler. Hayran kaldık...

***

Evlerinin önü ile başlamıştık, yine aynı konuyla bağlayalım da parantez kapanmış olsun.

Sizin evinizin önünde ne var, ne yok? Mesela desek… “Evlerinin önü kaldırım/ Kaldırımdan düştüm -aman- kaldırın…”

***

“Evlerinin önü otopark/ Arabanı oraya bırak…”

***

“Evlerinin önü a-ve-me/ Halimi kimseye söyleme…”

Hangisi sizin için daha uygun? Her ne olursa olsun, evinizin önünde sizden habersiz, zorla dikilmiş bir kilise yoksa, sevinmelisiniz...


150 senelik mührümüz olan bu eserin restore edilmesi, tarihî ve kültürel açıdan son derece önemlidir. Bölgedeki ortak geçmişimizin kurtarılıp yaşatılması, Türkiye'nin geleceğe yönelik stratejik adımlarını destekleyecektir.

Kilit noktası Brçko’daki Osmanlı Konsolosluğu

BOSNA-HERSEK’te 10 Kanton dışında bir de özerk bölge bulunuyor: Brçko Özerk Yönetimi… Aslında bu özerk bölge siyaseten özerk olsa da yönetim anlamında Bosna’nın içindeki diğer kantonlardan büyük bir farkı yok.

Orada, Türkiye’den gelen kafileleri gezdiren turist rehberlerinin de pek dikkat etmediği ve genellikle gözden kaçan bir bina bulunuyor.

1865 yılında inşa edilmiş ve 1878-1918 arasında Osmanlı Devleti tarafından “Konsolosluk” olarak kullanılmış bina, bugün yıkılmaya yüz tutmuş durumda.

1979 yılında Brcko Belediyesi tarafından koruma altına alınmış ve 1984’te Brcko Kültür ve Tarih Kurumu tarafından “anıt” olarak kabul edilmiştir.

Binanın varlığı, Osmanlı tarafından bölgeye verilen önemi gösteriyor. Osmanlılarca olduğu kadar Boşnak, Hırvat ve Sırplar tarafından da önemi şuradan kaynaklanmaktadır:

Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan'ın sınır noktalarının birleştiği yer olması…

Bölge, yönetim olarak Boşnak, Sırp ve Hırvatlar tarafından eşit olarak yönetilmesine rağmen, ne Bosna Hersek Federasyonu'na ne de Rebuplika Srpska'ya bağlıdır.

Doğrudan bağlı olduğu yer, OHR denilen BM'nin atadığı “Yüksek Temsilicilik”…

Nüfusu kış aylarında 500 bin, yaz aylarında 700 bin civarında. Ancak günü birlik gelenlerle 1 milyona ulaşmaktadır.

150 senelik mührümüz olan bu eserin restore edilmesi, tarihî ve kültürel açıdan son derece önemlidir. Bölgedeki ortak geçmişimizin kurtarılıp yaşatılması, Türkiye'nin geleceğe yönelik stratejik adımlarını destekleyecektir.

Brçko'nun üç ülke sınırının birleşim yeri olması dolayısıyla sınır kapıları da birbirine çok yakın bulunmaktadır ve üç ülke vatandaşlarının diğer ülkelere geçiş noktası niteliğindedir.

Uluslararası Avrupa otobanına çok yakın olduğundan, her üç ülkenin ciddi ölçüde faydalandığı “Arizona” adında büyük bir alışveriş serbest bölgesi bulunmaktadır.

Serbest bölgede üç millet haricinde, Çin'den Polonya'ya, Avusturya'dan Almanya'ya kadar birçok yabancı yatırımcı gibi pek çok Türk iş adamı ve yatırımcı da faaliyet göstermektedir.

Bölge, Bosna'nın diğer kesimlerine göre yatırıma daha elverişli olduğundan, Türk girişimciler için yakın gelecekte bugünkünden daha fazla önemli görülecektir.