Kerbelâ ve acı felâketi anma törenlerine dair

Hanedanlığa karşı mücadele eden Hazreti Hüseyin’in adını ve yaşadığı felâketi bir başka hanedanlığı ve onun geleneklerini meşrulaştırmak, hatta kutsallaştırmak için bahane olarak kullanmak bir istismardır. Hazreti Hüseyin’in anılması, yaşadığı felâketin hatırlanması kaçınılmaz bir vecibedir. Ancak bu vecibe, Büveyhilerin gelenekleri üzerine yapılamaz.

DÖRT Halife Dönemi’nin (632-661) sonunda Hazreti Ali’nin Halife olması ile birlikte (656-661) iç savaş dönemi de başlamış oldu. Hazreti Ali, sırasıyla Hazreti Ayşe, Muaviye ve Haricilerle savaşmış, sonunda bir Harici tarafından (661) Kûfe’de suikast ile öldürülmüştür. Onun öldürülmesinden sonra Emevi idaresi (661-750) başlamıştır.

İslâmiyet öncesinde Mekke’de Kureyş kabilesinin iki önemli kanadı olan Haşimi ve Ümeyye (Emevi) sülâleleri arasında düşmanlıklar vardı. İslâmiyet sonrasında bu düşmanlık bir süre küllenmiştir. Ne var ki, Hazreti Osman zamanında yeniden başlayan rekabet, Hazreti Ali zamanında taraflar arasında (Hazreti Ali Haşimi-Muaviye Emevi) iç savaş (Sıffin) ile son bulmuştur. Hazreti Ali bütün çabasına rağmen bu savaşlarda galip gelememiştir.

Hazreti Ali’nin ölümünün ardından taraftarlarının çoğu dağılmış, bir kısmı büyük oğlunun (Hazreti Hasan) etrafında toplanmış ise de Hazreti Hasan, Muaviye’ye karşı bir sonuç alamayacağını görerek Muaviye ile bir anlaşma yapmış, siyaset alanından çekilmiştir. Muaviye ise bu anlaşmaya sadık kalmamış, sağlığında oğlu Yezid’i veliaht ilân edip onun için biat toplamıştır. Yezid’e biat etmeyen tanınmış üç kişiden biri de Hazreti Ali’nin küçük oğlu Hazreti Hüseyin olmuştur.

Yezid, babası Muaviye’nin yerine 680’de Emevi Halifesi olunca, Hazreti Hüseyin’in ona biat etmediği hemen her tarafta duyulmuştur. Hazreti Hüseyin, Ehl-i Beyt’ten (Resûl Ailesi), temiz, ahlâklı, fazilet ve ilim sahibi biridir. Bu yüzden seveni sayanı çoktur. Buna karşılık Yezid ise sefahate düşkün biridir.

Hazreti Ali, Kûfe’yi kendisi için başkent yapmış ve orada şehit edilmişti. Bu yüzden Kûfe’de sevip sayanı çoktu. Hazreti Hüseyin’in Yezid’in halifeliğini kabul etmediği haberi Kûfe’ye ulaşınca, Kûfeliler, 300’den fazla mektup yazarak Hazreti Hüseyin’i halife ilân etmek için Kûfe’ye davet etmişlerdi. Bu davetler çoğaldığı için Hazreti Hüseyin, amcasının oğlu Müslim Bin Akil’i, Kûfe’de olup biteni araştırması için oraya göndermiştir.

Yezid’in Kûfe’ye vali tayin ettiği Ubeydullah İbni Ziyad, Müslim’in Kûfe’de olduğunu haber alınca şehirde bir çeşit sıkıyönetim ilân ederek Kûfelilere baskı yapar. Zor durumda kalan Kûfeliler, Müslim’i de, Hazreti Hüseyin’i davet ettiklerini de unutarak saf değiştirirler. Müslim Bin Akil, Kûfelilerin bu vefasızlıklarını Hazreti Hüseyin’e bildiremeden, Vali İbni Ziyad tarafından yakalanarak vahşi işkencelerin altında şehit edilmiştir.

Hazreti Hüseyin Kûfe’de olup bitenlerden habersiz, yakın akraba ve arkadaşları ile birlikte (toplam 72 kişi) yola çıkarak, 10 Ekim 680’de (Hicrî 10 Muharrem 63), günümüzde Irak’ın ortası sayılacak bir bölge olan Kerbelâ’ya gelmiştir. Yolda Hazreti Hüseyin, zamanın ünlü Arap şairi Ferezdak’a rastladığında sorar: “Arkada bıraktığın insanlar (Kûfe ahalisi) hakkında bize bilgi ver.”

Ferezdak, “İnsanların kalpleri seninle, kılıçlarıysa Beni Ümeyye iledir” der.

Aslında Ferezdak, bu cümlesi ile hem Kûfe halkının yapısını, hem de farkında olmadan Hazreti Hüseyin’in yolculuğunun akıbetini özetlemiştir. Kûfeliler, Vali İbni Ziyad’ın baskılarından bunalmış, can ve mal kaygısına düşmüş, gönüllerinde Hazreti Hüseyin olmasına karşılık saf değiştirmişlerdir.

Hazreti Hüseyin Kerbelâ’ya ulaştığında, Vali İbni Ziyad’ın Ömer Bin Saad komutasında gönderdiği askerler tarafından kuşatılmıştır. Günlerce kuşatma altında tutulmuş, aç susuz bırakılmış, ne ileri ne geri, hiçbir yere gitmesine izin verilmemiştir. Hazreti Hüseyin’in kafilesinde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar olmasına rağmen çöl sıcağında bekletilmişlerdir. Ayrıca su almalarına da engel olunmuştur. Binlerce Emevi askerine karşılık Hazreti Hüseyin, çok az sayıdaki taraftarı ile birlikte savaşa mecbur kalmış, kendisi de yanındakilerle birlikte vahşice katledilmişlerdir.

Kerbelâ felâketi ya da faciası, bundan bin 343 yıl önce olmuştur. Evet, işin özünde Emevi ve Haşimi ailelerinin iktidar mücadeleleri vardır. Emevilerin başında Yezid gibi İslâm’ın kurallarını çiğneyen biri varken, Haşimilerin başında ise Hazreti Hüseyin gibi ahlâk ve fazilet sahibi biri vardır. Tarih her zaman ahlâk ve fazilet sahiplerinin galebesine şahit olmamıştır. Kerbelâ’da da görüldüğü gibi, Hazreti Hüseyin’e karşılık Yezid gibi biri, istediğini elde etmiştir.

“Kerbelâ faciasının üzerinden bin 343 yıl geçtiği hâlde, bugünün Müslümanları ne diye Haşimi ve Emevi aileleri arasındaki siyâsî mücadeleye taraf olsunlar?” şeklinde, bu tarihî olaya eskiden beri böyle bakan bir kesim olmuştur. Buna karşılık, kendini Hazreti Hüseyin’in tarafında görüp, kendisiyle beraber olmayan Müslümanları Emevi, hatta Yezid taraftarı olarak görenler de olmuştur. Bu iki tutumun da kabul edilemez olduğu açıktır.

Bir defa Müslümanlar temiz birer vicdan sahibidirler. Haklıyı haksızı ayırmak onların temel özelliğidir. Müslümanlar aynı zamanda zulme karşı daima mazlumun yanında olmakla yükümlüdürler. Üstelik bu olayın bir tarafı doğrudan Hazreti Resûl’un ailesidir. Müslümanların böyle bir aileye karşı yapılan benzersiz bir zulmü tarihte kalmış herhangi bir olay gibi görmeleri mümkün değildir.

“Hazreti Hüseyin’in kendi çağdaşlarına göre ahlâk ve fazilet bakımından üstün olduğunu herkes teslim etmiştir. Ancak onun bu üstünlüğü yönetim yetkisinin kıyamete kadar ailesine tahsis edilmiş olmasını icap ettirir mi?” sorusuna Şiiler “Evet” demiş, yönetme yetkisinin yalnızca Ehl-i Beyt’ten olanların hakkı olduğunu, bunun dışında kalanların yönetme yetkilerinin olamayacağını savunmuşlardır.

Şiilikte böyle bir anlayış vardır. Bu yüzden Şiiler, Ehl-i Beyt soyundan gelmeyenlerin yönetimlerini tarih boyunca gayrimeşru ve gasıp olarak görmüşlerdir.

Buna karşılık Şiiliğin dışında kalan büyük çoğunluk (Sünnî, Mutezilî, Haricî gibi) ise yönetme yetkisinin bir aileyle sınırlı olamayacağını, ehliyet ve adalet sahibi olanların Müslümanların ortak rızasına bağlı olarak yönetici olabileceklerini savunmuşlardır. Şii ekole bağlı olarak bazı yöneticiler, kendileri için icat ettikleri şecereler ile Ehl-i Beyt’ten geldiklerini, yönetme hakkının yalnızca kendilerine ait olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mısır’da Fatımi, Irak’ta Büveyhi ve Azerbaycan’da Safavi Hanedanlıkları, kendilerinin Ehl-i Beyt’ten geldiklerini iddia etmişlerdir. Ne tesadüftür ki, günümüzde İran’ın başında bulunan Ali Hamaney de kendisinin “seyyid” olduğu (Ehl-i Beyt ailesinden geldiği) iddiasındadır.

Aslında Müslümanları “Hazreti Hüseyin’den yana olanlar ve olmayanlar (dolayısı ile Yezid taraftarları)” diye iki sınıf hâlinde görmek, gerçeği yok saymaktır. Günümüzde Haşimi ve Emevi ailesinden olanların iktidar mücadelesi yoktur. Seyyid-şerif iddiası ile manevî bir nüfuz devşirmeye çalışanlar var ise de kendisini ve ailesini Yezid’e, Muaviye’ye bağlayan hiçbir topluluk yoktur. Hatta herkesin kendi çevresinde kolayca gözleyebileceği gibi adı “Muaviye” olan, hele “Yezid” olan hiç kimse Türkiye’de yoktur. Ehl-i Beyt’ten olan kimselerin adının olmadığı bir aile ise neredeyse Türkiye’de yoktur. Hazreti Ali ve iki oğlunun adının yer almadığı bir cami de Türkiye’de yoktur. Dolayısıyla Türk halkının büyük çoğunluğunun vicdanında Ehl-i Beyt sevgisi ve ayrıcalığı bu şekilde yerleşmiştir. Bütün bunları yok sayarak, “Şii kelâmcıların tezlerini kabul etmediler” diye, kendini Sünnî sayan kitleleri “Emevi” ve benzeri adlarla anmak hem bühtandır, hem de taassuptur. Böyle taassup üzerine tesis edilen din anlayışı insanı saadete, huzura ve refaha kavuşturmaz.

Irak’ta kurulan (M. 945-1055) Şii Büveyhoğulları Devleti, Emevi idaresini aratmayacak şekilde, Iraklıları zorla Şiileştirmek için akla hayâle gelmedik zulümler yaptığı gibi, Hazreti Ali ve Hazreti Hüseyin’i anmak için yaptıkları törenler, zamanla Şii nüfus arasında gelenek olmuştur. Günümüzde Şii nüfus arasında Gadir-i Hum, Aşura, Erbain gibi törenler Büveyhilerin geleneğidir. Bu geleneklere bağlı olarak yapılanlar, Şii olmayanlara karşı büyük bir kin ve düşmanlığa yol açmaktadır.

Hazreti Hüseyin’i ve Kerbelâ faciasını anmayı hayatın bir parçası hâline getirenlerin vardığı yer, kin ve düşmanlık yaymaya olanak tanımaktadır. Günümüzde Irak ve İran’da Şiilerin bu geleneklerine itiraz etmek şöyle dursun, adları Ömer, Osman, Ayşe olanların bile akıbetine kimse kefil olamamaktadır. Can ve mal güvenlikleri yoktur. Ezan okuma özgürlükleri bile yoktur.

Büveyhi geleneği, görüldüğü gibi fena hâlde bir aşırılıktır. Müslümanı Müslümana kırdırmak için manevî bir hava ya da iklim oluşturmaktadır. IŞİD’in Şiilere yaptıklarının aynısını Irak ve İran yönetimleri Şii olmayan Müslümanlara fazlası ile yapmış ve yapmaktadırlar. Tarihteki kanlı bir olayın günümüzde yeni siyâsî kavgalar için bir bahane olarak kullanılması Müslümanlar için büyük bir felâkettir. İslâm dünyasının yaşadığı iç savaşların, kaosların ve felâketlerin sebeplerini hep dışarıda, yabancıların müdahalelerinde aramak gerçekçi değildir. Bu felâketlere yol açan sebeplerin önemli bir kısmı içeridedir, yanlış tarih telâkkisindedir.

Hanedanlığa karşı mücadele eden Hazreti Hüseyin’in adını ve yaşadığı felâketi bir başka hanedanlığı ve onun geleneklerini meşrulaştırmak, hatta kutsallaştırmak için bahane olarak kullanmak bir istismardır. Hazreti Hüseyin’in anılması, yaşadığı felâketin hatırlanması kaçınılmaz bir vecibedir. Ancak bu vecibe, Büveyhilerin gelenekleri üzerine yapılamaz.

Günlerce sokaklarda yüz binlerin çıplak bedenlerini zincirleyerek kan akıtmasının meşruiyet dışı olduğu açıktır. Hazreti Hüseyin’in başına gelen felâketten sonra Ehli- Beyt ailesi, Büveyhilerin geleneklerindeki törenlere benzeyen hiçbir şey yapmamıştır. Büveyhileri bütün gelenekleri ile birlikte tarihin çöp sepetine bırakmak, İslâm birliğine yapılacak büyük bir hizmettir.