Keramet

Nasıl oluyor da ona cehennem olan şey, Aylan’a neşe katıyordu? On bir yıllık hayatında bulduğu ilk keramet, topuk sesindeydi. Topukların üstünde duran kadının sesinde… Bir anne gibi duran, annesi gibi…

TAK, tak, tak… Bu neyin sesi? Bu kadar sistemli, bu kadar güçlü olmak zorunda mı? Zihninin içinde beynini delen, kalbini çekiştirip duran güç kimin?

Her gün dağlarını izlediği penceresinin pervazına kurulmamış bugün. Koridor boyunca adım adım ona doğru gelen ses yüzünden bu sefer dibine sinmiş. Bu ses, hapsetmiş onu kendi dünyasında. Elinde olsa kulaksız doğmuş olmayı dilerdi şu an. Ki zaten eli kolu bağlanmış duruyor. Kapısının önünde biri duruyor; buzlu camdan görüyor. O her kimse, üstünde bir tereddüt var, kapıyı açmak konusunda kararsız. Fakat açıyor…

Uzunca bir kadın... Oldukça bakımsız duran saçlarının örttüğü yüzü kırış kırış. Gözaltları sanki günlerdir uyumamış olduğunu düşündürüyor ona. Kaşları, babasının her akşam kahkahalarla izlediği filmlerde oynayan kadınlarınki gibi ipince ve kavisli. Fakat bunca özensizliğe rağmen ayakkabıları bir baloya gider gibi, henüz cilâlanmış ve kıpkırmızı, kan renginde. O sesin sahibi bunlar olmalı. Kalbini orta yerinden çatlatmak için yaratılmış o zalim sesin sahibi kesinlikle bunlar! On bir yıllık ömründe gözlemlediği kadarıyla en fazla otuz iki yaşında bir kadın bu. Annesinden biliyor. Geçen yıl melek olduğunda o da bu yaşlardaydı.

Hiçbir şey yaratıldığı gibi kalmamıştı onunla vedâlaştıktan sonra. Bir annesi yoktu artık. Yemyeşil dağları, rengârenk çiçekleri, ağaçları, cıvıl cıvıl kuşları, oyuncakları, okulu, sayısız arkadaşı ve babası vardı ama yoktu bir annesi. Evi de eskisi gibi değildi. Tek kelime edilmez olmuştu. Babası susunca, o da küsmüştü dünyaya çâresiz.

Bir tek okula gidip geliyor, kimseyle konuşmak istemiyordu. Biri hâriç: Sıra arkadaşı Aylan… Cıvıl cıvıl bir kızdı. Rengârenk boya kalemleri vardı, hem de yirmi dörtlü. Onun elindeyse uçları kırılmış, bitmek üzere olan birkaç renk… Sırf bu yüzden bile sevebilirdi Aylan’ı. Fakat daha başka bir hayranlığı vardı ona karşı. İkisinin de bir kanadı kırıktı; şefkat kanadı, sevgi kanadı, merhamet kanadı…

Daha kundaktayken ayrılmıştı Aylan annesinden. Babası da alıp, bir yetiştirme yurduna bırakmıştı onu. Bayramdan bayrama ziyaretine gelir, her seferinde de muhakkak bir işi çıkardı.

Hikâyeleri fazlasıyla benzerdi. Babası yok sayılırdı her ikisinin de. Fakat Aylan, sanki bunların hiçbiri kendi başından geçmemiş gibi her an neşe doluydu. Hiçbir şey onu üzemez, kıramazdı. Kimseyle kavga etmez, küsmezdi. Belki de şımarmak nedir öğrenmediğindendi. Bunu kimse bilemedi. Oysa o, her an birine sataşmaya ayarlanmış gibiydi. Kavgada, kaygıda ve nefrette yaşıyordu. Öfkeliydi hep, nedenini kimse sormadı.

Nasıl olurdu? Nasıl bu kadar iyi becerebilirdi gülmeyi ve en az o kadar güldürmeyi? Acaba boya kalemleri yüzünden miydi? “Ne kadar renk, o kadar kahkaha” mıydı? Bunu asla bilemeyecekti, çünkü bir tane kalem isteyemezdi babasından. Keramet başka bir şeyde olmalıydı. Çünkü diğerlerinin de bir sürü kalemi vardı fakat hepsi toplansa bir Aylan etmezdi.

***

Tak, tak, tak… Yine aynı ses! Günlerdir susmak bilmedi. Belki gece yatarken de çıkarmıyordur diye düşündü. Uyurken bile acıtmak istiyor olabilirdi canını. Sanki bu ses yankılanıyorken evde, annesinin kokusu da uçup gidiyordu korktuğundan. Her gece yeniden terk ediyordu annesi onu bu yüzden. Bir de bunun için ağlıyordu…

Bu gece, hayatının değişeceği gece olacaktı. Günlerdir düşündüğü, ince ince plânladığı şeyi yarın hayata geçirecekti. Herkes yatmıştı. Bir çanta hazırladı kendine. Aslında canı hiç yemek istemiyordu fakat direncini korumak için mutfağa gitti. Biraz ekmek, biraz da zeytin aldı. Zeytinden nefret ederdi ama konumuz bu değildi. Zaten başka bir şey de yoktu dolapta. Küçük bir battaniyesi vardı, gece soğuktan korunmak için yanına aldı. Bu onun işini görürdü...

Sabah olunca kat kat giyindi, kabuğu ne kadar kuvvetli olursa o kadar direnebilirdi. Sıradan bir okul gününü tamamladı. İçi içine sığmıyordu; heyecandan değil, korkudan. Fakat nihayetinde yola koyulmuştu işte, okul bitmiş ve Aylan’ın peşine düşmüştü. Her gün hayranlıkla izlediği mutluluğun sırrına vâkıf olacaktı nihayet…

Hay aksi!

Yurdun kapısında dalyan gibi güvenlik duruyordu. Bunu hiç düşünmemişti. Ağladı ağlayacak oldu fakat hemen kendini topladı. Yurdun etrafını keşfetmeye karar verdi. Kimseye görünmeden, usulca inceledi çevreyi.

İşte bu! Bir tavuk kümesi gördü. İçinde birkaç tavuk… Burası onun giriş bileti olacaktı. Haylaz bir çocuk olmanın iyi yanlarından biri de alçak ve yüksek arasında bir fark görmemekti. Tek hamlede iç tarafa geçti. Gurur duydu kendiyle. İlk kez!

Hava iyiden iyiye soğumaya ve kararmaya başlamıştı. Yüreği kocamandı fakat hâlâ korkuyordu karanlıktan. O an tavuklarla bir gece geçirme fikri o kadar cazipti ki… Hemen harekete geçti. Tavukları korkutmamalıydı çünkü en ufak bir ânî harekette kümes sakinleri tarafından kevgire döndürülebilirdi. Böylelikle tüm yurt haberdar olurdu varlığından. O an aklına, çantasına aldığı ekmek geldi. Ne akıllıca bir hareketti ama! Bir günde iki kez gurur duydu kendisiyle. Hayat çok garipti.

Minik ekmek parçalarını saçtı etrafa. İşte herkes almıştı istediğini. Hemen bir köşeye yerleşti. Yurdun duvarıyla bitişikti durduğu yer. Küçücük sesler bile aynen duyuluyordu. Fakat o da ne? Evdeki lânet olası ses burada da bırakmamıştı yakasını: Tak, tak, tak… Evrendeki tüm kadınlar bu kahrolası ayakkabıyı giymek zorunda mıydı? Ne anlıyorlardı on santim daha uzun olmaktan? Bir an defolup gitmeyi düşündü fakat hemen vazgeçti; çünkü dışarısı zifiri karanlıktı.

Uyumayı denedi. Tüm gün o kadar yorulmuştu ki uykuya dalması birkaç dakika bile sürmedi.

Gıdaklamalarla uyandı. Sabah ezanının sesi süzülüyordu kümesin boşluklarından içeri. Birileri az sonra kapıyı açabilirdi; kendini gizlemeliydi güzelce, elini çabuk tuttu. O kahrolası ses dinmişti. Nereye kaybolmuştu acaba? Umurunda değildi…

Dışarı çıkmaya karar verdi. Ömrünün sonuna kadar burada kalamazdı. Hem daha işini hâlledememişti. Usulca çıktı dışarıya, tavuklara şükranlarını sundu. Binanın köşesine gelince durdu. Gizlice izlemeye koyuldu olanı biteni. İşte! İşte Aylan oradaydı!

Fakat o da ne?

Dün geceki topuk sesinin sahibi de bahçedeydi. Bir garipti bu kadın, evdekine benzemiyordu. Mis gibi saçları vardı bir kere. Kokusu buradan duyuluyordu. Rengârenk giyinmişti; tiril tiril bir etek, bembeyaz bir bluz… Teni pasparlak, elleri ipek gibiydi. Okula gidecek olan tüm kızları öpüyor, canından bir kıymık verir gibi sarılıyordu. Nasıl olabilirdi? Bir ses nasıl bu kadar farklı tutunabilirdi hayata?

Nasıl oluyor da ona cehennem olan şey, Aylan’a neşe katıyordu? On bir yıllık hayatında bulduğu ilk keramet, topuk sesindeydi. Topukların üstünde duran kadının sesinde… Bir anne gibi duran, annesi gibi…