Kendini Arayan Adam: Arkaş’ın Günlüğü

“Kendini Arayan Adam” kitabında Nuayme, hayatı, savaşı ve barışı sorgulamış. Arkaş isimli karakterin ağzından, daha doğrusu günlüğünden dünyaya ve hayata bakıyorsunuz. Başarabilirseniz, kendi hayatınıza bakıyorsunuz. Ve soruyorsunuz: “Ben kimim? Ben gerçekten kimim? Beni ben yapan nedir?”

KİMSİNİZ siz? Ne ile olduğunu sandığınız kişisiniz? Kendi başınıza mı, yoksa aileniz mi siz yaptı sizi, çevreniz mi, düşünceleriniz, sahip olduklarınız, unvanınız ya da işiniz mi? Kendinize hiç bu tür sorular sordunuz mu ya da soruyor musunuz? Soruyorsanız bir cevap bulabildiniz mi hiç? Eğer bulduysanız ve anladıysanız hayatı, bu hayatı gerçekten yaşıyorsunuz demektir.

“Öyleyse kimim ben? Ben benim. Kendim hakkında şu an bildiğim tek şey, kim olduğumu öğrenmem gerektiğidir. Yirmi yıllık, yirmi asırlık ve bin asırlık Arkaş, şu an tek bir Arkaş sanki. Şu anki Arkaş bana yabancı değil. ‘Ben kimim?’ diye soran ses de öyle… O New York’ta, bir Arap kahvesinde çalışan sessiz ve düşünerek Arkaş değil, başka bir Arkaş. Kendine ‘Ben kimim?’ diye soruyor.”[i]

İnsanlar ne çok konuşuyor bir de, ne çok seviyorlar konuşmayı. Hep anlatmak, hep bir şeyler söylemek, hep anlaşılmak istiyorlar. Peki, acaba içindekilerin hepsini, insanın kafasındaki bütün düşünceleri ifade etmeye yetiyor mudur ağzından çıkan sözcükler? Ya da ne kadarı yeterlidir de ne kadarı lâf-ı güzaftır? Oysa “İnsanların ifadesi ne tür olursa olsun, ne kadar ince ve hassas olursa olsun, hâlâ bütün duygu ve düşüncelerini ifade etmekten uzaktır”[ii]. Yoksa gerçekten böyle miydi? Sanki yetmemiş de hiçbir sözcük zamanın bir yerinde bir insanın içindekileri dökmesine, bu yüzden yazıyı icat etmiş insan.

Ve çokça düşünse insan, çokça dinlese belki hayatı ne çok şey duyacak. İnsanların söylediklerinden başka, insanların hâlleri de konuşur. Hem de en çok hâli konuşur bir insanın sözlerinden çok.

Dinleyecek ne çok şey var. Hayatın kendisi, dünya, yaratılmış olan her şey konuşur da dinlemeyi bilmeli insan, anlamayı öğrenmeli esasen. Mevsim fark etmez, herhangi bir günün herhangi bir sabahında erkenden çıkmalı insan dışarı ya da evinin camlarını açmalı hayata sonuna kadar ve yaşamı dinlemeli zaman zaman. Ben sık sık çiçeklerle, ağaçlarla ve kuşlarla konuşurum. Öyle çok şey söylüyorlar ki… Aslında insan dinlemeyi bilse konuşmaktan çok, sükûtun tadını bir alsa nasıl da huzur bulacak.

Ve hayat, hayatımız -yani kader belki- nasıl oluyor, nasıl meydana geliyor her şey? Çoğu insan kafa yormuştur bu konulara hayatının bir yerinde. Hatta çoğu insan merak etmiştir bir sonrasını, tahmin etmeye, düzeltmeye, değiştirmeye, oldurmamaya çalışmıştır kimi zaman -ya da oldurmaya-. Çizilmiş bir hayatı mı yaşıyoruz? Yoksa kendi irademizde mi yaşayacağımız hayatı çizmek? Kimi zaman “Olmasın!” dediğimiz olur, “Olsun!” istediğimizse kıyamet kopsa olmaz. Belki de elinde, dilinde ve kalbindeydi kader insanın. Ve bir başka kader vardı o kaderin üstünde. Belki de böyleydi. Belki de Arkaş’ın yazdığı gibiydi: “Fakat olan oldu. Esasen olması gerekenin dışında da bir şey olmaz.”[iii]

Sevinç ve hüzün… İnsanoğlu içindir her ikisi de. Fakat neye sevinmeli ve neye üzülmeli, ne ile huzur bulunmalı? Kimi zaman -belki çoğu zaman- bir şeyi, olayı ya da insanı o kadar yüceltiriz, o kadar göklere çıkarır, o kadar önemseriz ki kölesi oluruz sonrasında bu yüceltme düşüncesinin. Yücelttiğimiz şeyin kölesi oluruz da farkına bile varmayız. Hür olduğumuzu sanırız ha bire, hatta belki de hiç düşünmeyiz bile hür ya da köle olup olmadığımızı. Elbette önemsemeliyiz hayatı, olayları, insanları ve dahi diğer şeyleri, lakin kölesi olacak derecede yüceltmek de neyin nesidir?

Kim ya da ne vardır ki bu dünyada bizden, kendimizden önemli olsun? Özünde her insan, kendisi en önemli olan değil midir kendisi için? Neye üzülmeli insan, ne için, kim için üzülmeli ya da neye sevinmeli? Kendisi değil midir aslolan? Hani aynı Şeyh Galib’in (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) dediği gibi değil midir? "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen;/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen…"

Ya da belki Nuayme’nin yazdığı gibidir: “Dünyada üzülmeye ya da sevinmeye değer bir şey mi var? Hayat ne hüzündür, ne de sevinç. Hayat ebedî bir huzurdur. Öyleyse huzurlu ol!”[iv]

Ve yine… “Büyük kral ülkeyi ziyarete gelmişti. Biraz sonra da konvoyuyla oradan geçecekti. İşte bütün mesele buydu! İnsanları bir an bile olsa bir kralı görmek için evden çıkaran, hayatlarının akışını durduran buydu. Oysa onların her biri birer kral değil miydi? İlahî tacı başlarının üstünde, ilahî izleri bedenlerinde, ilahî sırları kalplerinde ve içlerinde taşıyan onlar değil miydi? Bir kralı, kahramanı, pehlivanı seyretmeden önce gece gündüz kendilerini seyretmeleri daha uygun değil miydi? Fakat bu akıllarına bile gelmez. Köle, köle pazarında alınıp satılan değil, kalbi köle pazarı olandır.”[v] Arkaş’ın bir türlü anlayamadığı şey de tam budur! Her insan kendi başına bir değer değil midir?


“Kimim ben?” diye sorarken…

Mihail Nuayme, Lübnan doğumlu bir yazar ve şair. Çocukluğu ve gençliğinde gösterdiği üstün başarı vesilesiyle önce Lübnan’da bulunan Rus okuluna alınır, sonra Rusya’da devam ettirir üniversite eğitimini. Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Batı’ya göç eden binlerce Lübnanlı gibi o da Amerika’ya göç eder. Uzun yıllar uzak kalır ülkesinden. Arap dünyasının göç edebiyatı temellerini atarlar birkaç yazar, düşünür ve fikir adamı. 

“Kendini Arayan Adam” kitabında Nuayme, hayatı, savaşı ve barışı sorgulamış. Arkaş isimli karakterin ağzından, daha doğrusu günlüğünden dünyaya ve hayata bakıyorsunuz. Başarabilirseniz, kendi hayatınıza bakıyorsunuz. Ve soruyorsunuz: “Ben kimim? Ben gerçekten kimim? Beni ben yapan nedir? Yaşadığım bu hayat benim mi gerçekten? Ne için varım? Yaşam gayem nedir? Hayatımda öncelikli önem arz eden şeyler nelerdir? Salt ben miyim hayatının merkezinde olan, yoksa merkez olan hayatın kendisi mi? Yalnızca kendim için mi varım, yoksa hayatla bir bütün müyüm? Yani beni ben yapan şey, insandan başlayıp kurda kuşa, çiçeğe böceğe, ağaca toprağa, rüzgâra, yağmur ve güneşe kadar hayatın bütünü, hayatın kendisi mi?

Kendinize “Kimim ben?” sorusunu sormanız, hayatı sorgulamanız dileğiyle…

Mihail Nuayme

2 Ekim 1889 yılında, Lübnan'ın Biskintah köyünde dünyaya gelir. Biri kız olmak üzere altı kardeşin üçüncüsü olan Nuayme, altı yaşında iken köyündeki bir okula başlar. Burada bir sene okuduktan sonra yine köyünde Ruslara ait bir okula girer. Gösterdiği başarı üzerine okul idaresi tarafından yine Ruslara ait öğretmen okuluna gönderilir. Eğitim süresi altı yıl olan bu okulda dördüncü sınıftayken, okul yönetimi öğrenimine devam etmek üzere kendisini Rusya'ya gönderir.

Amerika'da bulunduğu 21 yıl gibi uzun bir sürede tiyatro dilinin problemlerini çözmede büyük katkı sağlayan “El-Âbâ ve'l-Benun” ve “El-Ğırbal” adlı eserleri dışında hiçbir eser kaleme almaz.

Çocukluğundan beri varlık ve yokluk problemi üzerinde düşünen Nuayme, varoluş gerçeğine ulaşabilmek için maddî duyumların ötesine geçilmesinin gerekliliğine inanır. Nuayme düzenli, muhafazakâr, en önemlisi de gerçekçi bir kişi ve edebiyatta yenilikçilik taraftarıydı. Eleştiri alanındaki başarı ve hizmetleri inkâr edilemez olan Nuayme, hikâye alanında “Araplar'ın Maupassant'ı” kabul edilmektedir.[vi]

 


[i] Kendini Arayan Adam / Mihail Nuayme

[ii] Kendini Arayan Adam / Mihail Nuayme

[iii] Kendini Arayan Adam / Mihail Nuayme

[iv] Kendini Arayan Adam / Mihail Nuayme

[v] Kendini Arayan Adam / Mihail Nuayme

[vi] http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/407