Kendine randevu

Başını ona doğru çevirip de göz göze geldiklerinde, artık anlatacak bir şey kalmamıştı. Dışarının uğultusu, içine çektiği denizin havası ve koşmaktan nefes nefese kalmış hâliyle elinden tuttu. Ve usulca martıların yanına götürdü…

DALGALARIN sesiyle insanların uğultusu birbirine karışmıştı. Su, irili ufaklı kayaları annenin çocuğunu sarması gibi kucaklıyordu. Daha sonra hiç acelesi olmadan geri çekiliyordu. Bu sürekli cevelan eden tablo, nefes almak gibiydi…

İçine türlü düşüncelerle çektiği havayı bir solukta veremeyişi onu zorlarken, kendini dalgaların gelgitlerine kattı. Seyrinden sapmış kalbi delice çarparken ve bazen rüzgâr esmeyen yaprak misâli dururken, normal seyrinde nefes almayı unutmuştu. Şimdi bu kıyısına oturduğu banktan izlediği manzara, nasıl nefes alındığını gösteriyordu ona. Kabil’e de böyle mi göstermişti o kuş insanın nasıl gömüldüğünü? Peki, onun içine gömmeye çalıştığı ve hiçbir yere sığdıramadığı bu duygu, kalbinin atışı normale dönünce geçecek miydi?

O, içine dönük bir şekilde dışarıyı seyrededursun, bu hâlinden cesaret alan martılar usulca yaklaşmaya başlamışlardı yanına. Kafalarını yavaşça öne uzatıp ayaklarını temkinle öne atıyor, sanki her adımlarında onu dinlemek ve anlamak için izin istiyorlardı. “İşinize gidin martılar, sizin için atılan simitleri yiyin!” demedi o da. Denizin sakinliğinden içeri buyur etti martıları. Böylece kuşun pırpır eden kalbi, denizin sakin kalbi ve onun delice atan kalbi bir araya geldi. Bu bir araya geliş, onun şifâ bulması içindi sanki. Bu yankı, bu ses ve bu nefes…

Kendini bu akışa teslim etmişti ki aklındaki bîçâre düşüncelerden biri kendini gösteriverdi. Bu düşüncenin çok sesli adımıyla, aralarında kurdukları üçgen bozuldu. Randevuya geç kalmış olmanın pişmanlığıyla yerinden kalkarken, martı da gözünü gökyüzünde açtı. Şu an bir randevuya geç kalıyordu ama bu kişi sıkıntı çıkarmazdı. Çıkarmaz mıydı? Trafik, kalabalık, randevular, geç kalmışlıklar…

Bundan bir hafta önceydi. “Yeter” demişti kendine artık. Geç kalmanın sıkıntılı döngüsünden bunalmıştı. Kalbine kulak verirken yetişeceği yere geç kalıyor, kendini gideceği yerde değil, gitmek istediği yerde buluyordu. Bu kez ne kadar geç kalırsa kalsın, onu anlayacak ve beklettiği için pişmanlık duymayacağı birine randevu verdi: Kendine…

Ama şimdi ayırdığı bu vakitten bir şeylerin zaman çalmasını istemiyordu. Sevdiğine kavuşmak için gün saymış insandan bile erken varmalıydı kendine. Anlatılacak ne çok şey, ağlanacak ve gülünecek ne çok şey vardı. Bir yerlere yetişmekte zorlandığı için bu randevuyu vermişken, bir anda gerçekle yüzleşmek canını acıtmıştı. Kendine dahi yetişemeyenden başkasına hayır gelir miydi?

Kalabalıkların gürültüsünden içeri adım attı. Karadelik gibi içine çeken bu uğultulu ses, yine de içinde yetişmesi gerektiğini söyleyen sesi bastıramadı. Kazanması gereken bir koşu yarışındaymış da birkaç saniye yolda oyalanmış gibi koşmaya başladı. Düştü. Ayağa kalkıp silkelemedi bile üstünü. Sanki önüne çıkan her türlü insan, araba ve ağaç, ona yol verirmiş gibi koştu. Dışarısı duyuyor sandı içini. Böyle önemli bir randevusu olduğunu bilseler, muhakkak yol verirlerdi. O yüzden koştukça arkasından söylenen insanları hoş görüyle karşıladı. “Bilmiyorlar” dedi. Bilmiyorlardı.

Yine düştü. Bu sefer hemen kalkamadı ve yine kimse tutmadı elinden. Yanından geçen insanlardan hiçbiri “Bir şeyin var mı?” diye sormadı. Üstüne yapışan tozlarla birlikte aklına yapışmış olan düşünceleri de silkelemek istedi ama zaman kaybetmemek için toz toprak içinde yerinden kalktı. Dizinin kanadığını ve ellerinin karıncalandığını hissetti.

Hızını yavaşlattığı sırada etrafın gittikçe tanıdık olmaya başladığını fark etti. Çok uzun gibi gelen yol, nihâyet buluşacağı yere getirmişti onu. Gözlerini hızla etrafta gezindirdi. Çok uzak olmamakla beraber, kendini tanıyacak insan kadar vâkıftı olanlara. Bir duvarın dibine yaslanmış hâlde uzaklara sakince bakarken buldu kendini.

Ayaklarını, martıların ona yaklaştığı gibi temkinli bir şekilde ileriye doğru uzattı. Sanki kendini dinlemek ve anlamak istiyor gibiydi. Başını ona doğru çevirip de göz göze geldiklerinde, artık anlatacak bir şey kalmamıştı. Dışarının uğultusu, içine çektiği denizin havası ve koşmaktan nefes nefese kalmış hâliyle elinden tuttu. Ve usulca martıların yanına götürdü…