
OYSA muhteşem kâinatın tam kalbine iniş yapmıştı. İçi hazinelerle dolu sandığın içindeki en paha biçilmez mücevherin adı insandı. Âlemler ve içindekiler bu nadide mücevheri pek merak etmişti. Her ne kadar melekler insan için kan dökücü ve fesat çıkarıcı olarak haber vermiş olsalar da tüm varlıkta bir sessizlik hâkimdi.
Kalplerde olan bir tek şey vardı. Allah’ın varlık âleminde en üstte yarattığı varlık hakkında konuşmak için dikkatli olmak gerekirdi. İnsan toprağa dokunmuş, göğe bakmıştı. Âlemler de insana. Acaba insan şimdi ne iş görecek ve hayata nasıl tepki verecekti?
İnsanın bir ağacın gövdesinden çıkar gibi dallanıp budaklandığını seyretti âlemler. Bir dal sevgiye, paylaşmaya, vefaya, bir başka dal tevazua, bir başka dal cömertliğe, ilme, araştırmaya ve meraka doğru uzarken, bu dallara ters yönde dallar da çıkmaya ve uzamaya başlamıştı. O dallar nankörlüğe, yalana, gıybete, cimriliğe, hırs ve kine, vahşet ve şirke doğru uzuyorlardı.
Bir mesele daha vardı: Dallar uzadıkça ve nesiller birbiri ardına devam ettikçe insan kendinden uzaklaşmaya ve kendine hasret yaşamaya başlamıştı. İnsan sonra hepten gurbette kaldı; kendine hasret, yaşamın diğer adı oldu.
“Kimsenin sesinde bulut yok, kanat yok, rüzgâr yok; hızar sesiyle konuşuyor artık herkes.” (Şükrü Erbaş)
Birbirimizi takip ettik, birbirimiz adına karar verdik, kimliğimizi ve kişiliğimizi paranın miktarına emanet ettik, sahte ve sanal hikâyeler yazdık. Arkadaşlıklar sahte oldu; dostluk, akrabalık, toplum ve insanlık çoğu açıdan sahte oldu. İnsan kendine bu kadar hasretken ve bu gurbet ciğerlerini yakmazken kavuşma nasıl olacaktı ki? Sadece kendine mi hasretti insan? Hemen yanı başındakine de hasretti. İnsan kendinde olmayınca, kendine gurbetteyken başka birine nasıl ulaşacaktı ki? Başka birini nasıl görecek, anlayacak ve gerçek bağı nasıl kuracaktı ki? Âlemler insanı böyle mi tanıyacaktı? İnsan çok az yerde, çok az zamanlarda mı iyi örnek olacak ve âlemler hayranlıkla izleyecekti onu? Varlık âleminin sabırsızlıkla beklediği insan, kendini ne zaman bulacaktı?
İşte böylece insan, önce kendine, sonra insana hasret kaldı, kalabalık şehirler kalabalık yalnızlıklarla doldu. Koca şehir ve insanlık kalabalığında eritti o büyük yalnızlığını. Hatırlıyorum da, gecekondu zamanlarıydı, bahçeli evlerimiz vardı, evimizden sokağa indiğimizde sıcak selâm ve muhabbetle kuşatılırdık. Oynardık, paylaşırdık, en önemlisi de birbirimize uzun vakitler ayırırdık. Doksanlı yıllardı, “Acaba” derdik, “2000’li yılları görür müyüz?”. Nasıl olurdu ki 2000 yılları? Herhâlde dünya her alanda çok ilerlerdi. Cep telefonu yoktu, araçlar azdı, insanlar genişti. İnsan insana uzak değildi…
Evet, şimdi ne 2000 kaldı, ne 2010, ne 2020. 2022 yılını da bitirmek üzereyiz. Çok şeyde ilerlediğimiz kesin. İnsanlık dışında tabiî. Şimdi bir apartmandan dışarı çıkmak için kullandığım asansöre başka bir kattan binen ve selâm versek mi, vermesek mi diye kafamızı karıştıran yabancı ve soğuk insan çehrelerine maruz kalıyoruz. Daracık asansör kabininde iki adım yanınızdaki kişiye o kadar uzaksınız ki bu yaman çelişki ıstırap veriyor. Modern çağın, bilgi çağının insanın iç dünyasına zararı çok fazla.
İnsan, ihtiyacı olan tüm donanıma sahip şekilde yaratılmıştı. İhtiyacı olan şeyse varlığının farkına varması ve unuttuğunu hatırlamasıydı. İnsan öylece birdenbire var olmadı, onu var eden Allah idi. O hâlde cevap basitti; insan hazinelerle, ilimle, sırlarla, üstün bir yaratılış ile yaratılmıştı, o hâlde insana düşen görev açık olmalıydı: Kendinde saklı olanı aramak, kendini bulmak ve bu vesile ile Yaratıcısına kavuşmak.
Çok ince bir ip üzerinde yürüyoruz. Zaman çok hızlı akıyor, meşguliyetler çok çeşitli, teknoloji ve sanal dünyanın insan zihnini işgali her geçen gün artıyor. Bu da insanın kendi ile baş başa kalıp sağlıklı bir sorgulama yapmasına, tefekkürle hayatına çekidüzen vermesine imkân verecek anların azalmasına, hatta yok olmasına sebep oluyor. Kişinin kendini bulacağı yolculuğa çıkacağı yegâne yol kalpten geçer. Kalbe giden yol ise meşguliyeti ve öncelikleri düzene sokulmuş, sorumluluk bilinci aktif bir beyin ve beynin kalp ile işbirliği içinde olduğu yoldur. Düşünce sistemi kaos üzerine, çıkar üzerine, sadece iş gibi, ekonomi gibi, okul gibi, kötülük ya da tembellik gibi belirli alanlarda daha çok aktif olan kişinin halis bir niyete kavuşması, o niyetle kendisi ve Rabbi ile yalnız kalması ve bu sayede kendine ve Rabbine doğru bir yolculuğa çıkabilmesi mümkün değildir.
Hem ünlü, hem zengin, kısaca hâli vakti yerinde olan bir insanı düşünün; işleri yolunda, geliri gayet iyi. Yaz tatillerinde canının istediği yere gidip gelebiliyor, itibarlı bir konumu var. İnsanlar onu takip ediyor, sözü dinleniyor ve geniş kitlelerce tanınıyor, seviliyor, takdir görüyor. Harika bir evi ve arabası var. Dünyada böyle bir konumda olan birileri muhakkak var. Belki de bu yazıyı okuyanlardan biri de dünyada her işi rast giden, güçlü ve zengin, itibar ve mâkâm sahibi. Sizce insanın malının ve mevkiinin yüksekliği insanlığı da yükseltir mi? Zenginlerin zenginlikleri, ahlâkı da zenginleştirir mi? Mâkâm sahibi bir amir, kendine de hâkim midir? Çok okumuş biri kendini ve yaşadıklarını da okuyabilir mi? Sürekli bir şeylere yetişmeye ve sahip olmaya çalışan insan, bir gün kendine yetişebilecek mi acaba?
Soruyorum size, kendinize ne kadar hasretsiniz?
Cemil Meriç, Oktay Sinanoğlu, Necip Fazıl, Mehmet Akif Ersoy ve daha niceleri bu hasretlikten bahseder. Özellikle bu ülke insanının kendini, özünü, kültürünü ve dilini kaybetmesine, tarihine, atasına ve kimliğine yabancı kalmasına tahammül edememişler ve birçok yazılarında hasret ve isyan dolu yakarışlarına yer vermişlerdir. Onlara göre yangın çok büyüktü. Çare millî bilinç ve sorumluluk atılımlarında idi. Kendini, tarihini, dilini ve dinini tanımayanın tanıdığından ne hayır çıkacaktı ki? Kendine yabancı, içine yabancı, insana hasret birinin neye kıyısı yakın olabilirdi ki?
Büyük insanlar büyük mücadeleler verdiler. Büyük insanlar büyük mücadeleler vermeye devam edecekler. Ve arada büyük kitaplar da yazılmaya devam edecek. İhtiyacımız olan şey ise, bu büyük insanları kalp kulakları ile duyabilecek, yazılanları kalp gözleri okuyabilecek ve sonrasında topluma ve insanlığa hizmet edecek nesillere kavuşmaktır.
İnsanı insana kavuşturmak için hepimize önemli görevler düşüyor. Sadece kendimiz için yaşamayalım, ne olur! En yakınımızdan başlamak üzere, çevremize fayda ve değer katan, her geçen gün etki alanı büyüyen bir gelişime ve hizmet çabasına kavuşmalıyız.
“Kader gayrete âşıktır” derler. Halis niyetli gayretlerin sahibi ve destekleyicisi Yüce Mevlâ’m, bu tür çabaları karşılıksız bırakmaz. İnsanı kendine kavuşturmak yüce bir dâvâdır. Bu dâvâda ter dökenlere selâm olsun! Bu dâvâya gönül verenlerden Allah razı olsun.