Kendinden saklanan insan

Biliyoruz, bir gün aklımızın çatlaklarından sızan aşkın lahuti sesi duyulduğunda çözülecek bütün sırlar. Aklımızın çatlaklarından sızan o gümüş renkli kan bakışlarımıza bulaştığında, dostlarımızın dahi bize nasıl da garip bir varlık gibi baktıkları da görülecek.

BİR yürekten içeri girdiğinde ne hisseder insan? Bir mezrada gezdiğinde, yol kıyısında yalnız bir mezar görünce, kurumuş bir dalda bir kuş öterken, geniş bir dere yatağında cılız su akarken, ormanın derinliğinde yalnız gezerken, ulu bir dağın zirvesinde rüzgâra kaval çalarken ve avazı çıktığınca haykırırken, bir hastane koridorunda umutsuzca hastasını beklerken, gözyaşıyla yıkadığı hayâllerini her sabah bir başka kuşun kanatlarına yüklerken ya da bir günaha koştuğunda, günahı işlediğinde, sonra dönüp secdeye vararak nedamet gözyaşları döktüğünde ne hisseder insan?

Ne görmek ister insan gönül aynasına bakarken? Neden sorar kendine “Ben kimim, kimim ben?” ya da “Beni bu yolda mecâlsiz bırakan, bilgilerin kifayet etmediği bu gönül yazgısı nedir?” diye?

İnsan neyi arar ki bu dünyada? Yalnızca iş, ev, itibar, şöhret, para ve konforlu bir hayat mı? Neyi arar cüce adam karınca yuvasında veya dev adam uzay arenasında? Çok mu rahattır kalbi vuslat yolunda ruhu incinmişken? Hangi araç onu sevdiğine götürebilir ki? Ya da hangi şehrin hangi sokaklarına sığdırabilir devleşmiş yüreğini? Bir insan mutlu mudur sevda aracının gaz pedalına umarsızca basarken?

Peki, ya sevdanın zindanında tutsak olanlar? Vuslat yolculuğunda gönül dağları karla kaplananlar? Gündüz yolculuklarında kendini kimsesiz hissedenler? Kurumuş dudaklarına gözyaşlarını pınar ederek dua ederken en fakir ve bin taksir ile en geriden titrek bir gölge gibi yürüyenler?

İnsan nasıl hisseder ayetleri hayatın tam ortasında derin bir sevda yaşarken? İnsan nasıl yaşar ki yüreğinde hiç açılmayan kapağın altındaki aşk buyruklarına rağmen? İnsan buna rağmen nasıl ölür? Aşkı duymadan, anlamadan nasıl ölebilir? Tırnaklarıyla toprağı kaza kaza tohumlamak istemez mi yeniden? İnsan yaşayamaz mı her şeye rağmen ve sevemez mi? Çünkü hiçbir şey yokken sevgi vardı. Sevgiyle yaratılan âlemler vardı ve sevgiden başka hiçbir rüzgâr esmiyordu âlemlerde. İnsan bir âlem. Sevgi yoksa bu âlemde neyin anlamı var ki?

Ne hisseder insan dilinde onca şiir, onca hitap, gönlünde hasret, mültecilik, uzayan yollar; ne düşünebilir ki insan hep “Bilmem ki, bilmem ki” derken? Tabuları gönlünde koleksiyon oluşturmuş bir insan için elbette ciddî bir sorundur sevmek. Ya bu insan bütün tutkuları peşine takacak kadar çok seviliyor ve yüceltiliyorsa ne hisseder ki?

Ne ağırdır insanın sevgi hâli ve seyri! Başı göklerde, taşlarda, kaldırımlarda ruhu sere serpe uzanmış yatarken bile yüreği hep seyirdedir ve seyredilir. Sevgi, merhamet, incelik, kabalık, kibarlık, hüzün, hicran; bu hâlleri insanlar mı bulup kendilerine giydirdiler? Acaba ölünce elbisesi soyulur da teninden bu huylar bırakmaz mı onları ötelerde de? Bütün bu hâller insan fıtratının özünü yansıtır. Bunların bilgisiyle donanmış bir insan ne hisseder? Bu hâller en güzel ve en çirkin hâlleriyle eşyada, insanda ve bütün âlemlerde görünür. Ve bu sebepten seslenilir idraklere.

Gerçekten sevebiliyor mu insan sevdiğini? Dost olabiliyorlar mı gerçekten? Kaşıkla verip kepçeyle almayan var mı? Ya da kepçeyle verip almadan yürüyorlar mı? Gerçekten güzelliği bozmayan, yıkmayan var mı? İnsanlar birbirlerinin yaralarını gerçekten önemsiyorlar mı? Yoksa zaman aynalarda yetim kalmış bir sırrı mı seviyor bir yaşam boyu? İyileşmesinden umut kesilmiş bir hastaya bakmak gibi mi? Belki de dünyada şimdiye dek sevgiye dair öğrendiği bütün doğrulara veda eder gibi sevebiliyor mu insan?

Neye yarar sevgi yoksa geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak şeyler? Sevgi yoksa ne faydası var ki dünyanın kaygılarına yapışıp yaşamanın? Sevgi yoksa kimin gidecek bir yeri var ki? Sevgi yoksa bir anlamı var mı bu hayatın? İsmi var cismi yoksa, niceliği var niteliği yoksa, her şeyi nasıl hisseder ki insan?

Sevgi gerçekten yok mu? Yoksa dönmemek üzere terk mi etti âlemi? Belki de bu yüzden düzenli bir hayatı yok bunca hayatların. Belki de bu yüzden yok sonu sevgilerin, dostlukların, vefanın, vuslatın. Belki de bu yüzden sıradan ve çok yavan sohbetleri yapıyor herkes birbiriyle. Belki de hep bu yüzden kim nereden aşağı çekiliyorsa, kendisi de, elini uzatanı da oradan aşağı çekmeye çalışıyor farkında olmadan. Belki de sevgisizlikten birbirini çekiştiriyor, kuyusunu kazıyor dost bilinenler. Sanki gidecekleri bir yerleri kalmamış insanların. Kendi kirleriyle birlikte kirlensin istiyorlar bütün âlem. İnsan meleklerin diliyle konuşsa ama sevgi olmasa, ses çıkaran metalden, çınlayan zilden, çölde esen rüzgârdan veya çölde öten kuştan farkı olur mu? Bütün zorluklara göğüs gerse, bütün sırları bilse, tüm rüyaları tabir etse, her bilgiye sahip olsa, dağları yerinden oynatacak kadar güçlü olsa ama sevgisi olmasa, o insan kendini nasıl hisseder? Varını yoğunu sadaka olarak dağıtsa, bedenini yakılmak üzere teslim etse ama yüreğinde sevgi olmasa, bunun yol arkadaşı kendini nasıl hisseder? Ve bütün bu hasletlerin gönül âlemine bir zararı olur mu?

Sevgi nedir?

Sevgi sabırlıdır. Sevgi şefkatlidir. Sevgi güçlüdür. Sevgi isteklidir. Sevgi anlayışlıdır. Sevgi kıskanmaz, övünmez, böbürlenmez. Sevgi asla kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez, ihmâllerin hesabını ise hiç tutmaz. Sevgi haksızlığa sevinmez, gerçek olanla sevinir. Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye dayanır. Ya bu şekilde sevilen biri kendini nasıl hisseder?

İnsanın insanca sevgisi saman alevi değildir ve o, asla son bulmaz. Zira sevgi ortadan kalkacak olursa, mutluluklar sonlanır, özlem hissi kaybolur ve bitkisel bir yaşam kaçınılmaz olur. Yan yana büyüyen ve savrulan otlar birbirlerini nasıl koruyamazlarsa, insanlar da gönül dünyalarında aynıdırlar. Çünkü onların her biri kendilerine göre çok özeldir. Sevgisizlik hissindeki insan hem güç, hem de bilgi bakımından sınırlıdır. Yüreğe aşk hâkim olduğunda, insan akıl zaviyesinde yetkin olacak ve sınırlı olan her şey ortadan kalkacaktır. Lisan aşk ile konuşur; aşk ile gezer ayaklar, gözler aşk ile bakar ve aşk ile düşünür akıl. Aşk, olgun hâlin en yüce sınırıdır ve insan âşık olunca bireysel davranışları bırakır. Sevgisizlikten aynada silik görünen her şey sevgiyle ışıldar. Yürekler en yüksek hissiyat makamına yükselir ve birbirlerini görüyormuş gibi yaşamaya başlar. Sınırlı bilgiye sahip olan insan, sevgiyle aydınlanınca ne hisseder?

Sevgiyi yüreğinde hissedip onunla hemhâl olanlar yeryüzünde vuslat arayıcısı, yer altında berzah âşığı, gökte yıldız ve aydır. Bakışlarda kimi zaman velilik, kimi zaman delilik, kimi zaman kâfirlik, çoğu zaman hicran yansır. Çünkü aşkın hâlleri bunlardır; içselliğin ve huzurun kaybolmaması için böyle olması gerekir.

Sevginin mayası yaratılış fıtratından. Yaşamın ve hipnoza angaje olmuş dünyasından sıkılınca insanın yegâne sığınağı ve yegâne sohbet ehlidir sevgi. O iyi dinlenirse, insan içinde kurduğu tüm kaygılardan arınır. Kim olunduğu çok da önemli değil. Kendi kendini çok özel tanımlamak sadece sevgi alanını daraltır, bunaltır, mutsuz kılar. İnsan içindeki ışığın kendisine göz kırptığı demlerde ezeldeki çağrıya ruhunun kanatlanışını öylesine güzel hisseder ki kendini o ırmağın akışına bırakır. Çünkü içindeki o ışıktır onu esas var kılan ve anlamlı yapan. Birçok insan içindeki bu ışığı söndürmemek için öyle mücadele vermekte ki hem kendi, hem de çevresiyle. Bunun adını “sorumluluk” koymakta. Çünkü farkında içindeki o ışık sönerse kaybolup gidecek yaşadığı şehrin renksiz kaldırımlarında.

Bu yüzden mi insan sımsıkı kapanır kendine? Bu yüzden mi bir gün “O ışık sönerse kaybolurum” diye korkar acaba? Kilitli bir sandık gibi kapandığı içinde, anlamını çözemediği bir eksikliği yaşamış gibi mi hisseder kendini? Çünkü bu hayat, yeryüzünün her gün yeniden şekillenişidir. Mücadeleler, adanmışlıklar, lisanlar, özveriler, rujlu yalanlar, sevgisiz düzenler, içsel savaşlar, haksızlıklar, her şey ama her şey, onu içindeki o dipsiz sandığa kilitlemiş, yüreğini gömdüğü o sandık, belki de seveninin gönül dergâhında, bir gülistanın rengârenk bahçesinde, bir dağ ceylanının saklandığı kayalıklardadır. Belki de bu yüzden kalbini o yüreğin önünde türbedar kılar ve bir sevgiliden ayrılığın, bir dostu kaybedişin derin hüznüyle yandığı demlerde saklanır o sandığa.

Sevgi, renkli bir ipliği âdeta hayatın. Uzaklardan kalkıp gelerek yüreğini aşk medeniyeti içinde yoğrulmuş, peteğini sevdiğine ikram ettirendir sevgi. Öyle ki, kimi gün kendini unutarak kendine bir Osmanlı tokadı atmaktan çekinmeyen bir külhanbeyi, kimi gün sevgisinden kör ve vuslata karşı bir çelebi... Hangi hâlde olursa olsun, sevginin inşâ ettiği yeni bir yürektir ondaki.

Birçok ortama girip çıkan, renkten renge giren bir kelebek, en sonunda öğrenir kendi seyri içinde genlerinden kodlarına savruluşun sırrını ve böylece teslim olur yüreğindeki o ışığa. Anlar bu dünyanın sevgiyle sevgisizliğin bir savaş alanı olduğunu. Din ve üslup gözetmeden ruhların gözünden, dilinden, kulaklarından girip çıkanları görür ve hisseder.

Kimi gün gecenin sessiz uğultusu içinde, yalnızca Rahmân’ın soluğunu sevgilinin bakışlarında hisseder. Mehtap, dolunay, yıldızlar, mevsimler hep bahanedir artık. Hep beklemiş... İçindeki o nazlı sandığı biri gelsin, açsın istemiş. O da benim gibi kendisinin incitilmeyecek bir misafir olduğunu sansın bu dünyada. Neresiyse orası, orada sevgi pınarının sonsuz bir kaynaktan aktığını hissetsin ve kendini, hiç sevmekten vazgeçmeyecek yegâne sevgilinin sütunlarında yükselen bir kubbeye bıraksın. Çünkü o kubbenin altında içi su dolu bir kristal olduğu ve bütün maskelerin bir bir düştüğü görülür. Zira onun kimseyle bir alıp veremediği yoktur bu dünyada! O anladı ki, Rabbin katında bir hamalın da, bir halifenin de değeri eşit! Çünkü o, Rahmân’ın Rahîm nefesinde eşsiz ve biricik olduğunu da anlar.

Çünkü o sadece sevgilinin gönlünde birbirinden uzak coğrafyalardaki seslerin ve sözlerin birliğini görmüş. Oraya her ikisi de bir mahşer sabahı uyanıp gelmiş. Çünkü orada sevenlerin varlığı ayrı bir şölenmiş. Bütün bunlar aklının ona oynadığı bir oyun mudur? Hepsi bu mudur? Bu kadar mıdır içindeki sonsuzluk sevdası? Akşamüstleri sessiz sokaklarda berzahın aşk kapısından yansıyan ses ondan ne istemiş ve o ona ne vermiş olabilir ki?

Ona bakılınca ismi ve mahiyeti yeterince anlaşılamayan kimliklerden öte saf, ontik bir ipek kumaş görülür. Saray, hanedan, incelik, vefa, sebil, taptuk, nefes, eyvallah ve Hû görülür. İncitilmiş, geleneklerin ontik çöplüğünde buruşmuş, anlaşılamamış tertemiz bir kalp görülür. Sanki asırlar önce gelmiş kadim bir misafir, yıllar süren misafirlikten sonra hâdim olmuş, gönlü sanat ve hizmetle yoğrulmuş ve hep vermeye ayarlı bir ruh olmuş…

Şimdi ruhunun terasında itikâfa çekilmiş bir ulak o. Kaderden kedere çekilmiş bir konuk, bir konak... O, sevgi konağından seyretmekte âlemi; “Neden bu hayat yetersiz?” diye düşünmekte. Neden her şey gitgide korkunç bir alınganlığa bürünüyor acaba?

Gitgide daralan yeryüzüne inat kâinat ile bütünleşmiş. Varlıklar algılamalara bağlı olarak biter. Dünyadaki sürgünlük anlaşılır ve anlatılır. İnsan nasıl yakarırsa o şekilde diner ruhundaki ince sızı. Ontik hafızanın içten içe sessizce Rahmân’la konuşması gibi konuşur kendiyle. Onu dinleyince nefsin birbirinden farklı ne kadar çok yüzü ve bu yüzlerin ne kadar çok dili olduğu görülür. İnsan kendi içindeki bütün karmaşık seslerin her birinin dilini acilen çözmesi ve onlara kendini anlatması ve onlarla konuşması gerektiğini düşünür aniden.

Fakat biliyoruz, bir gün aklımızın çatlaklarından sızan aşkın lahuti sesi duyulduğunda çözülecek bütün sırlar. Aklımızın çatlaklarından sızan o gümüş renkli kan bakışlarımıza bulaştığında, dostlarımızın dahi bize nasıl da garip bir varlık gibi baktıkları da görülecek. Aklımızın çatlaklarından sızan o sevgi sırrı fark edildiğinde, hakikat karşısında bütün sahteliklerin nasıl da ölçüsüz bir korkuya kapılacakları görülecek. Çünkü büründükleri sevgi kispetinin içinde gündüzleri kılınan namazlar gibi sahte bir güven duygusu yaratmaya uğraşan ne çok riyakâr tanıyoruz. Bu sahte güven duygusuyla kendilerine bütün cennet kapılarını açık zanneden nice zavallının üzerine asıl Hakk kapılarının zincirlerle kilitli olduğunu da biliyoruz.

Şimdi düşünüyorum; bu saf ontik ipek, gömülü olduğu aşk sandığı içinde bunca yıldır soluk alıp veriyorsa bu sevgi medeniyetinin toprağında ona ait çok şeyler olmalı değil mi? Yıllarca içinde mayalanan ve kalbinin en kuytularında yaşattığı o sahici sevgi sahih olmasa nasıl kalır ki ısrarla onun tüm kaygılarına ve korkularına rağmen? İnsan sahte sevgiyle davransa hiç mi suçlu hissetmez kendini? Çok eskilerde, çoğumuzun bile unuttuğu diyarlarda yaşanmış içtenlikler, o sevgi dolu kutlu diyarda yalnız olan kendini, yegâne biricikliğini, oradaki samimiyeti üzmüş olmaz mı? O gönül ipeği o saf sevgi ile yoğrulmasa cemiyet hayatındaki suniliği yok etmek için çırpınıp durur mu hiç?

Hülâsa, Ötelerin Sahibinin ötelerden beri çağırıp durduğu, yolunu sarpa sardığı nice kullar vardır bu dünyada. Kapısına kadar gelmiş, hepimizden çok yaklaşmıştır aslında onlar. Yaklaştıkları yer, gömülü oldukları kendi sırlarıdır sadece. Kimseye göstermedikleri, kimsenin görmemesi gereken sırları, kimseye anlatamadıkları ve anlatamayacakları… Bu bahtlılardan biri de siz olabilir misiniz acaba?

Oturduğumuz yerden onu izlerken ne çok konuşarak kendini saklamaya çalıştığını fark eder ve diyebiliriz ki, “Senin ruhunu dünyayla halk eden, şimdi de senin o ruhunu onun gönlüne konuk etti. Her zaman dilinde gizlice kuytularına gittiğin şiirlerinle, nesirlerinle, ibadetlerinle seni farklı bulduğunu, seni sevdiğini fısıldıyor sana. Keşke şiir, su, hava ve toprak beni de senin kadar tanısa ve sevse”.