Kendimize dönebilecek miyiz?

Padişah Abdülaziz devrinin sadrazamlarından Keçecizade Fuat Paşa’nın sözünü hatırladıkça hem üzülür, hem de gururlanırım. Türkiye gerçekten dünyanın en güçlü devletidir. Bizler içeriden, onlar dışarıdan uğraşıyorlar, şu devleti bir türlü yıkamadık. Lâtife bir tarafa, şu dünyada Türk milleti kadar dirençli başka bir millet var mıdır acaba?

“HOCAM, ben Maradona’yı çok seviyorum; doğacak olan oğluma onun adını koyabilir miyim? Yani koysam günah olur mu?”

Bir vatandaşımız, bir TV kanalındaki dinî programda hocaya böyle soruyor.

Vatandaşımız belli ki bir mümin ve Müslümandır.

Maradona kimdir, bir Müslüman için ne ifade eder? Bilindiği gibi bu zât, dünyaca en şöhretli futbolculardan birisi idi. Onu şöhretli kılan şey futbolculuk kariyeridir, bunun dışında onu önemli kılan başka bir özelliği yoktu.

Burada olayın birkaç boyutu bulunuyor. Müslüman için en önemlisi, İslâmî boyutudur. Bir futbolseverin Maradona’nın yahut bir başkasının oyununu beğenmesinden, takdir etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Kişiye bir miktar sempati beslemesi de belki câiz olabilir. Ancak şahsına muhabbet beslemek ayrı bir şeydir. Allah (CC) bir Müslümanın bir gayr-i Müslim’i özünden sevmesini, onunla özünden dost olmasını yasaklamıştır. Çünkü İslâm’ı reddeden kimse, Allah’ın düşmanıdır; Allah’ın düşmanını sevmek Müslümana haram kılınmıştır. Buna dair çok sayıda âyet ve hadis vardır.

Âyet-i kerimelerden birkaçının meali şöyledir:
“Allah’a ve kıyamet gününe iman edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün düşmanlarını sevmez.” (Mücadele, 22)
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, (İslâm düşmanlığında) birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan (kâfir) olur.” (Maide, 51)
“Allah’ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakikî iman etmiş olmaz. (Allah’ın dostunu seven, düşmanını düşman bilenin imanı kâmil olur.)” (Ebu Davud) 
“İsyan edenlere düşmanlık ederek Allah’a yaklaşın!” (Deylemi) 
“Bir kavmi sevip de onlarla dostluk kuran, kıyamette onlarla haşrolur.” (Taberani) 
***

Maradona yakınlarda öldü ve cenazesi Hıristiyan âdetince kaldırıldı. Soru sahibi Müslüman kardeşimizin, dinin bu hükümlerinden hiç haberdar olmamış, en çok sevdiği kimseyi İslâm ümmeti içinden bulamamış olması esef vericidir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir (herhâlde illâki gelir): “Maradona Müslüman olmayabilir, fakat onun İslâm’a, Allah’a ve Peygamberimize ömrü boyunca yapmış olduğu hiçbir düşmanlığı, kötü sözü olmamıştır. Böyleyken, onu yahut benzeri kimseleri Allah düşmanı olarak damgalamak mümkün müdür?”

Tam da bu soruya cevap olabilecek türden, Hazreti Ömer’in (ra) yaşamış olduğu iki olay vardır:
1)Halife iken Hazret-i Ömer’e, “Hireli bir Hıristiyan var. Çok zeki, yazısı da çok güzel, bunu kendine kâtip yap” dediler. Kabul etmedi. “Mümin olmayan birini dost edinemem” dedi. 
2)Basra Valisi Ebu Musel Eşari Hazretleri anlatır: Halife Ömer’e, “Hıristiyan kâtibim çok işe yarıyor” dedim. “Niçin bir Müslüman kâtip almadın?” deyip, “‘Ey müminler, Yahudi ve Hıristiyanları sevmeyin’ âyetini işitmedin mi sen?” dedi. Ben de, “Onu dini için değil, kâtipliği için aldım” dedim. “Allah-u Teâlâ’nın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil ettiğini aziz eyleme! Allah’ın uzaklaştırdığına yaklaşma” dedi. “Ama Basra’yı onunla idare edebiliyorum” dedim. “Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir” dedi.
***

Bir milletin, fenne ait işlerini ve günah olmayan âdetlerini yapmak câiz ve lâzımdır; çünkü fen, müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alması lâzımdır. Gayr-i Müslimler ile ticâret yapılır. Aldatılmaz, kötülük yapılmaz. Herkese olduğu gibi onlara da iyi davranılır. Müslüman olmaları için duâ da edilir. Fakat onları kâfir iken şerefli kabul etmek câiz değildir. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, “Kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet yalnızca Allah’a aittir” (Nîsa, 139).

Görüldüğü gibi, Müslümanız desek de, İslâm’dan ne kadar da uzaktayız!

Bu, işin dinî boyutu; bunun bir de kimlik boyutu bulunuyor. Şayet Maradona sever kardeşimizin hiçbir İslâmî hassasiyeti olmamış olsaydı, tavrını yadırgamamak mümkün olabilir miydi? En değerli varlığı olacak olan evlâdına isim olarak kendi milletinden, kendi öz kültüründen “çok sevdiği” bir ismi bulamamış olması düşündürücü değil midir?

Buradaki hâdise münferit olmuş olsaydı, üzerinde böyle durmak gerekmezdi. Ancak öyle değil. Toplumun bireyleri olarak birçoğumuz kendi değerlerimizin özünü kaybetmiş hâlde, kabuğu ile oyalanır durumdayız.

Bu bugünün meselesi de değildir. Kökleri tâ Osmanlı yıllarına kadar gider de Cumhuriyet ile beraber daha bir hız kazanmıştır.

Altmışlı yılların başlarında Bursa Işıklar Askerî Lisesindeydim. Tarih Hocamız Cennetmekân Emin Fidan, bir gün elinde bir mektupla gelmişti. Mektup eski bir öğrencisindenmiş, bize okudu. Öğrenci, hocamızı suçluyordu(!): “Beni neden böyle milliyetçi bir şuurla yetiştirdiniz? Beni dert sahibi yaptınız. Burada birtakım insanlarla beraberim, neler neler söylüyorlar! Hele bir tanesi var ki, göğsünü gererek, ‘Bir oğlum olursa adını Napolyon koyacağım’ demesi var ya, aklımı kaçıracağım Hocam!”

Bu Napolyon âşığı acaba Fransa’da yaşıyor olsaydı, gene de ona o kadar hayran olabilir miydi?

Cumhuriyet rejimini getirenler ve onların takipçileri gerçekten ne yapmak istemişlerdi? Bizim okulumuzda Napolyon’u övüp öğretenler, onu Akka’da belki kırkta bir nispetinde dahi olmayan askeriyle mağlûp eden Cezzar Ahmet Paşa’yı neden öğretmediler?

1940’lı ve 50’li yılların başlarında ortaokulda fakirlikten kırılırken, Reisicumhur İsmet İnönü’nün önsözüyle süper kalite parlak sayfalara basılmış dünya kadar Yunan klâsiğinin bizim okulumuzda ne işi vardı?

İşi gücü Eski Yunan’dan bahsetmek olduğu için kendisine “Heredot” diye isim taktığımız tarih öğretmenimizin haftalarca, aylarca Atinalılarla Ispartalıların savaşlarını, Ispartalı gencin kahramanlığını, Atinalı aristokratların ziyafetlerde tıka basa yedikten sonra elleriyle midelerini nasıl boşaltıp yemeye devam ettiklerini, Romalı Antonyus’la Ogustos’un Kleopatra’nın aşkı yüzünden nasıl mücadele ettiklerini anlatırken maksadı ne idi acaba?

Süreç devam ediyor, değişen bir şey yok!

1972-73 yıllarıydı. ABD’de bir üniversitede mastır yapıyordum. Bir gün bir yerde karşılaştığım bir Amerikalı öğrenci, Türk olduğumu öğrenince, “Bizim sınıfta da Jozef adında bir Türk var” dedi. Ben önce “Yok, yanlışınız var, bizim o isimde bir arkadaşımız yok” dedim. Sonra “İnşallah tahminim doğru çıkmaz” temennisiyle, “Acaba, bu bizim Yusuf olmasın?” dedim. Sonra Yusuf’u bulup sordum, doğruymuş. “Yusuf ismini sevmiyorum, Jozef diye çağrılmayı ben istedim” dedi.

Bir TV kanalında “Kim şu kadar para istiyor?” adında oldukça popüler bir yarışma programı var. Orada sorulan sorulara dikkat ediniz. İçlerinde Türkiye’den, Türk tarihinden ve kültüründen, Yüce Dinimizden, coğrafyamızdan bir tane soru bulunuyor mu?

Padişah Abdülaziz devrinin sadrazamlarından Keçecizade Fuat Paşa’nın sözünü hatırladıkça hem üzülür, hem de gururlanırım. Türkiye gerçekten dünyanın en güçlü devletidir. Bizler içeriden, onlar dışarıdan uğraşıyorlar, şu devleti bir türlü yıkamadık. Lâtife bir tarafa, şu dünyada Türk milleti kadar dirençli başka bir millet var mıdır acaba?

Merhum Muhammed İkbal, “Türk milletinin başına gelenler başka bir milletin başına gelmiş olsaydı, asla dayanamaz, yok olup giderlerdi” demiştir.

Cumhurbaşkanımız, ilgili toplantılarda yaptığı konuşmalarda kendi değerlerimizden kopuşun muhtemel kötü sonuçlarını gayet güzel anlatıyor, fakat icraat gelmiyor. Herhâlde bunları dile getirince görevi yapmış olduğunu sanıyor. Birkaç gün önce ticârethanelerin tabelalarındaki yazıların sanıl hızla yabancılaştığını görebiliyoruz. Tabiî biz biliyoruz ki konu orada konuşuldu ve bitti. Hepsi bu kadar.

“Millî” Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ne iş yapıyorlar?

Sesimizi Sayın Cumhurbaşkanımıza duyurabilir miyiz, bilmiyorum. Esas bekâ meselesi buradadır!