“HOCAM, ben Maradona’yı çok seviyorum; doğacak olan
oğluma onun adını koyabilir miyim? Yani koysam günah olur mu?”
Bir
vatandaşımız, bir TV kanalındaki dinî programda hocaya böyle soruyor.
Vatandaşımız
belli ki bir mümin ve Müslümandır.
Maradona
kimdir, bir Müslüman için ne ifade eder? Bilindiği gibi bu zât, dünyaca en şöhretli
futbolculardan birisi idi. Onu şöhretli kılan şey futbolculuk kariyeridir,
bunun dışında onu önemli kılan başka bir özelliği yoktu.
Burada
olayın birkaç boyutu bulunuyor. Müslüman için en önemlisi, İslâmî boyutudur. Bir
futbolseverin Maradona’nın yahut bir başkasının oyununu beğenmesinden, takdir
etmesinden daha doğal bir şey olamaz. Kişiye bir miktar sempati beslemesi de
belki câiz olabilir. Ancak şahsına muhabbet beslemek ayrı bir şeydir. Allah (CC)
bir Müslümanın bir gayr-i Müslim’i özünden sevmesini, onunla özünden dost
olmasını yasaklamıştır. Çünkü İslâm’ı reddeden kimse, Allah’ın düşmanıdır;
Allah’ın düşmanını sevmek Müslümana haram kılınmıştır. Buna dair çok sayıda âyet
ve hadis vardır.
Âyet-i
kerimelerden birkaçının meali şöyledir:
“Allah’a ve kıyamet gününe iman
edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün
düşmanlarını sevmez.” (Mücadele, 22)
“Ey iman edenler, Yahudi ve
Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, (İslâm düşmanlığında) birbirinin dostudur. Onları dost edinen de
onlardan (kâfir) olur.”
(Maide, 51)
“Allah’ın düşmanlarını düşman bilmeyen,
hakikî iman etmiş olmaz. (Allah’ın dostunu seven, düşmanını düşman bilenin
imanı kâmil olur.)” (Ebu Davud)
“İsyan edenlere düşmanlık ederek
Allah’a yaklaşın!” (Deylemi)
“Bir kavmi sevip de onlarla dostluk
kuran, kıyamette onlarla haşrolur.” (Taberani)
***
Maradona yakınlarda öldü ve cenazesi Hıristiyan âdetince kaldırıldı. Soru
sahibi Müslüman kardeşimizin, dinin bu hükümlerinden hiç haberdar olmamış, en
çok sevdiği kimseyi İslâm ümmeti içinden bulamamış olması esef vericidir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir (herhâlde illâki gelir): “Maradona
Müslüman olmayabilir, fakat onun İslâm’a, Allah’a ve Peygamberimize ömrü
boyunca yapmış olduğu hiçbir düşmanlığı, kötü sözü olmamıştır. Böyleyken, onu
yahut benzeri kimseleri Allah düşmanı olarak damgalamak mümkün müdür?”
Tam da bu soruya cevap olabilecek türden, Hazreti Ömer’in (ra) yaşamış
olduğu iki olay vardır:
1)Halife iken Hazret-i Ömer’e, “Hireli bir Hıristiyan var. Çok zeki, yazısı da
çok güzel, bunu kendine kâtip yap” dediler. Kabul etmedi. “Mümin olmayan birini dost edinemem” dedi.
2)Basra Valisi Ebu Musel Eşari Hazretleri anlatır: Halife Ömer’e, “Hıristiyan
kâtibim çok işe yarıyor” dedim. “Niçin bir Müslüman kâtip almadın?” deyip, “‘Ey müminler, Yahudi ve Hıristiyanları
sevmeyin’ âyetini işitmedin mi sen?” dedi. Ben de, “Onu dini için
değil, kâtipliği için aldım” dedim. “Allah-u
Teâlâ’nın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil ettiğini aziz eyleme! Allah’ın
uzaklaştırdığına yaklaşma” dedi. “Ama Basra’yı onunla idare edebiliyorum”
dedim. “Hıristiyan ölürse ne
yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir” dedi.
***
Bir
milletin, fenne ait işlerini ve günah olmayan âdetlerini yapmak câiz ve lâzımdır;
çünkü fen, müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alması lâzımdır. Gayr-i
Müslimler ile ticâret yapılır. Aldatılmaz, kötülük yapılmaz. Herkese olduğu
gibi onlara da iyi davranılır. Müslüman olmaları için duâ da edilir. Fakat
onları kâfir iken şerefli kabul etmek câiz değildir. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, “Kâfirleri dost edinenler, onların yanında
izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet yalnızca Allah’a aittir” (Nîsa,
139).
Görüldüğü
gibi, Müslümanız desek de, İslâm’dan ne kadar da uzaktayız!
Bu,
işin dinî boyutu; bunun bir de kimlik boyutu bulunuyor. Şayet Maradona sever
kardeşimizin hiçbir İslâmî hassasiyeti olmamış olsaydı, tavrını yadırgamamak
mümkün olabilir miydi? En değerli varlığı olacak olan evlâdına isim olarak
kendi milletinden, kendi öz kültüründen “çok sevdiği” bir ismi bulamamış olması
düşündürücü değil midir?
Buradaki
hâdise münferit olmuş olsaydı, üzerinde böyle durmak gerekmezdi. Ancak öyle
değil. Toplumun bireyleri olarak birçoğumuz kendi değerlerimizin özünü kaybetmiş
hâlde, kabuğu ile oyalanır durumdayız.
Bu
bugünün meselesi de değildir. Kökleri tâ Osmanlı yıllarına kadar gider de
Cumhuriyet ile beraber daha bir hız kazanmıştır.
Altmışlı
yılların başlarında Bursa Işıklar Askerî Lisesindeydim. Tarih Hocamız Cennetmekân
Emin Fidan, bir gün elinde bir mektupla gelmişti. Mektup eski bir
öğrencisindenmiş, bize okudu. Öğrenci, hocamızı suçluyordu(!): “Beni neden
böyle milliyetçi bir şuurla yetiştirdiniz? Beni dert sahibi yaptınız. Burada
birtakım insanlarla beraberim, neler neler söylüyorlar! Hele bir tanesi var ki,
göğsünü gererek, ‘Bir oğlum olursa adını Napolyon koyacağım’ demesi var ya, aklımı
kaçıracağım Hocam!”
Bu
Napolyon âşığı acaba Fransa’da yaşıyor olsaydı, gene de ona o kadar hayran
olabilir miydi?
Cumhuriyet
rejimini getirenler ve onların takipçileri gerçekten ne yapmak istemişlerdi?
Bizim okulumuzda Napolyon’u övüp öğretenler, onu Akka’da belki kırkta bir
nispetinde dahi olmayan askeriyle mağlûp eden Cezzar Ahmet Paşa’yı neden
öğretmediler?
1940’lı
ve 50’li yılların başlarında ortaokulda fakirlikten kırılırken, Reisicumhur
İsmet İnönü’nün önsözüyle süper kalite parlak sayfalara basılmış dünya kadar
Yunan klâsiğinin bizim okulumuzda ne işi vardı?
İşi
gücü Eski Yunan’dan bahsetmek olduğu için kendisine “Heredot” diye isim
taktığımız tarih öğretmenimizin haftalarca, aylarca Atinalılarla Ispartalıların
savaşlarını, Ispartalı gencin kahramanlığını, Atinalı aristokratların
ziyafetlerde tıka basa yedikten sonra elleriyle midelerini nasıl boşaltıp
yemeye devam ettiklerini, Romalı Antonyus’la Ogustos’un Kleopatra’nın aşkı
yüzünden nasıl mücadele ettiklerini anlatırken maksadı ne idi acaba?
Süreç
devam ediyor, değişen bir şey yok!
1972-73
yıllarıydı. ABD’de bir üniversitede mastır yapıyordum. Bir gün bir yerde
karşılaştığım bir Amerikalı öğrenci, Türk olduğumu öğrenince, “Bizim sınıfta da
Jozef adında bir Türk var” dedi. Ben önce “Yok, yanlışınız var, bizim o isimde
bir arkadaşımız yok” dedim. Sonra “İnşallah tahminim doğru çıkmaz” temennisiyle,
“Acaba, bu bizim Yusuf olmasın?” dedim. Sonra Yusuf’u bulup sordum, doğruymuş.
“Yusuf ismini sevmiyorum, Jozef diye çağrılmayı ben istedim” dedi.
Bir
TV kanalında “Kim şu kadar para istiyor?” adında oldukça popüler bir yarışma
programı var. Orada sorulan sorulara dikkat ediniz. İçlerinde Türkiye’den, Türk
tarihinden ve kültüründen, Yüce Dinimizden, coğrafyamızdan bir tane soru bulunuyor
mu?
Padişah
Abdülaziz devrinin sadrazamlarından Keçecizade Fuat Paşa’nın sözünü
hatırladıkça hem üzülür, hem de gururlanırım. Türkiye gerçekten dünyanın en
güçlü devletidir. Bizler içeriden, onlar dışarıdan uğraşıyorlar, şu devleti bir
türlü yıkamadık. Lâtife bir tarafa, şu dünyada Türk milleti kadar dirençli
başka bir millet var mıdır acaba?
Merhum
Muhammed İkbal, “Türk milletinin başına gelenler başka bir milletin başına
gelmiş olsaydı, asla dayanamaz, yok olup giderlerdi” demiştir.
Cumhurbaşkanımız,
ilgili toplantılarda yaptığı konuşmalarda kendi değerlerimizden kopuşun
muhtemel kötü sonuçlarını gayet güzel anlatıyor, fakat icraat gelmiyor. Herhâlde
bunları dile getirince görevi yapmış olduğunu sanıyor. Birkaç gün önce ticârethanelerin
tabelalarındaki yazıların sanıl hızla yabancılaştığını görebiliyoruz. Tabiî biz
biliyoruz ki konu orada konuşuldu ve bitti. Hepsi bu kadar.
“Millî”
Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ne iş yapıyorlar?
Sesimizi Sayın Cumhurbaşkanımıza duyurabilir miyiz, bilmiyorum. Esas bekâ meselesi buradadır!