HUZURLU
bir kalp, mutmain bir ruh, güler bir yüzün olsun istiyorsan, kendini olduğun
gibi kabul etmen gerekir azîzim!
Evet, insan kendiyle barışık olur, hatta arada dalga
geçebilirse, kendini anlamanın kapılarını aralamış olacaktır. Kendini kabul
edebilmek, kendine olduğun gibi bakabilmek özgürleştirir. Artı ve
eksilerimizin farkında olmaktır aslında kabullenişimiz.
Şimdilerde bazı gençleri izlediğim zaman üzülüyorum azîzim!
Falan sanatçının burnu, filan ünlünün saç rengi, giyim tarzı... Nasıl bir
özentidir ki bu takılan lensler, küçük yaşlarda değişen saç renkleri, estetik
yaptırmak için on sekizini iple çekmek? Bu zihniyeti değiştirmek gerek azîzim,
değiştirmek gerek!
Hâlbuki gençlerimizin, bir insanın bilgi birikimine, kültürel
zenginliğine imrenmesini arzu ediyorum. Kendilerinden kaçmayan, kendilerini yargılamayı
bir yana bırakanlar, yaşadıkları hayat içinde çok daha başarılı, çok daha
sevilen, kabul görmüş kişiliklerdir ki bu, onlara özgüvenli olmayı sağlar.
Geçenlerde gençlerin çokça takıldığı bir kafede önümdeki
kitabı okumaya çalışıyordum. Malûm, gençlerimiz artık kendilerini pek kontrol
altında tutma ihtiyacı hissetmiyorlar. Öyle olunca da yüksek sesle ettikleri
sohbet, okumaya devam etmeme müsaade etmedi. Yan masada çok dertli iki
kızımızın konuşmalarına istemeden kulak misafiri oldum. Ah azîzim, dert
ettiklerini sana söylediğim zaman emînim için üzüleceksin!
Bir tanesi, “Biliyor musun, harçlıklarımı biriktirdim, çok az
kaldı, yakında sana mavi mavi bakacağım şekerim! Aslında part-time bir iş
bulsam önce burnumu ve göz kapaklarımı halledeceğim ama... Allah herkese cömert
davranmış, beni unutmuş” derken, arkadaşı biraz daha insaflı çıkıyor: “‘Tövbe’
de kız, çarpılacaksın!” Diğeri ısrarlı: “Ay zaten nerem doğru ki? Neyse ki
estetik diye bir şey var!”
Tüylerim diken diken oldu. “Rabbim, Sen rahmetinle muamele et
bu yavrulara! Cahil olmak zor” diye geçirdim içimden.
İnsanın gerçekten önce kendisini bilmesi, sonra her hâliyle
kendini sevmesi gerek. Elbette her şeyden önce, kendine verilen âzâların
şükrünü edâ edebilmeyi öğrenmesi gerek. Ne büyük nîmetler içinde yaşadığımızın
farkında değiliz azîzim!
Bir ara yazı yazarken gözlerimin bilgisayar ekranını
görmediğini fark ettim. Işık açımı değiştiriyorum, kâr etmiyor; puntoları
büyütüyorum, nafile! Aslında ben çok küçük yaşlardan beri gözlük kullanıyorum
ve retinamın ne kadar zayıf olduğunu, bana ansızın bir şaka yapabileceğini
biliyorum. Bunu bana, defalarca gittiğim her doktor söylemiştir. Lakin başa
gelmeden hiçbir şeyi tam mânâsıyla hissedemeyiz ya, işte tam da öyle!
Müthiş bir korkuya kapıldım. Kötü bir durum varsa çocuklarım
üzülmesin diye kimseye bir şey söylemeden acilen doktorumdan randevu alıp
muayenehanesine gittim, derdimi anlattım. Doktorum, miyop olduğum için yakın
gözlüğe ihtiyacımın olmadığını söyledi ve ekledi: “Ama sizin göz yapınız biraz
daha farklı! O yüzden yakınla uzak arası bir gözlüğe ihtiyacınız var.” Sonra da
malûm kontrollerin ardından bana gerekli cam numaralarını yazdı. Soluğu hemen gözlükçüde
alan ben, hayata bu yaşımda yeniden gelmiş gibi oldum. (Elhamdülillah!)
Hiç dertlenip sızlanmadım, “Zaten bir gözlük kullanıyorum, bu
ikinci gözlük de nereden çıktı? Çok şanssızım!” demedim. Demem de… Zira görmek
ne büyük bir nîmet! İnsan karanlıkta kalınca anlıyor. Görme zorluğu çektiğim o
günlerde bunu fazlasıyla mütalâa etme fırsatım oldu; inanılmaz bir sıkıntı
içindeydim. İnsanlarla konuşurken mimiklerini fark edememek, dışarıda yürürken
selâm veren insanı bir anda tanımamak, ancak sesle hitap edeni sesinden
anlamak... Bilmem anlatabildim mi azîzim?
Demem o ki, âzâlarımız çok mübarek ve kıymetliler. “Kaşım eğri!
Kulağım büyük! Gözüm neden kahverengi de yeşil değil?” diye ağıtlar
yakacağımıza, bize verilen noksansız güzellikler için şükretmeli, Allah’ın
verdiğini kabul edip kendimizi ilim ve irfanla güzelleştirmeliyiz. Hele akıl
gibi bir nîmete sahip olmak, Rabbimizin bizlere en büyük ikrâmı!
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!”
Elbette hiçbirimizin vasıfları bir diğerine benzemez, her şeye
kudreti sonsuz yeten Cenab-ı Hakk, hepimizi ayrı ayrı lütuflarla süslemiş.
Kimimiz belâgatte ustayızdır, kimimizin kalemi kuvvetlidir, kimimiz resim
yapmakta. Kimimizin sesi güzeldir, kimimizin bakışı, duruşu. Kiminin aklına
hayran kalırız, kiminin yeteneklerine, kiminin de kocaman yüreğine, sıcacık
gülüşüne, hoşgörüşüne, sabrına, sesindeki tevazu ve bakışlarındaki coşkuyla
seyrettiğimiz dolu dolu, pırıl pırıl sevgisine.
Şeklimize takılıp kalmaktan kurtulmalı, evlatlarımızı,
gençlerimizi bu noktada eğitmeliyiz. Zaman içinde burnumuzdan, kulağımızdan,
kolumuzdan, saçımızdan estetik yoluyla kurtulup değişiyoruz ya, asıl
kurtulmamız gereken, kendimizden kaçışlarımız, ruhsal maskelerimiz değil midir azîzim?
Hani Hz. Mevlânâ, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol!” demektedir ya, işte insan, isminin, saygınlığının, ölüm karşısında bir hiç
olduğunun fehmine vararak bu hayatın geçici olduğunun bilinciyle hareket etmeye
başlarsa, maddî-manevî tüm hayatında rahata erer. Zira hakîkatin oyuna, kurguya
veya tepkiye ihtiyacı yoktur.
Birilerine benzemek, kendinden kaçmak, samimiyeti yitirmek,
özenti içinde olmakla insan, sadece kendini değil, birlikte yaşadığı insanları
da derin bir çıkmazın içine sürükler. Kendimiz
olmak, kendimize güvenmek, toplumsal hayatta bizi diğer insanların
gözünde daha önemli kılar. Bu da bizim duygusal anlamda daha güçlü olmamızı
sağlar. Olduğu gibi görünmemenin altında aslında güvensizlik ve kendini yeterli
görmeme hissiyatı yok mudur azîzim?
Düşünce ile sözün birliği, düşünce ile davranışın birliği,
davranış ile sözün birliği, dürüstlüğün son noktasıdır. İnsanın dürüst, samimî,
içten ve yalansız olması, nasılsa o şekilde davranması, günlük hayat içinde
onun en rahat ve huzurlu hâlidir bence.
Yoksa hiçbir değeri olmayan koşuşturmalar içine girmek,
zihnimizde şekillendirdiğimiz sahte benliğimize inanmak ve çevremizi buna
inandırmak ancak bizi yorar. Çünkü kendimizi devamlı kontrol altında tutmamız
gerekir.
Kendimizden utanmadan, içimiz neyse, yüreğimizde ne varsa,
gönlümüzden ne geçiyorsa öyle davranmak, en güzel hasletimiz olmalıdır. Zaten insanın
en temel problemi, sürekli olarak “biri” olmaya çalışması değil midir? Belli
şeyler yaşamış ve olgun düşünceye sahip olanlar bilirler ki, her birey ancak
kendisi olabilir, bir başkasını sadece taklit edebilir ve taklitten öteye de
geçemez: “Sen sensin, ben benim!”
Başka biri olmaya çabalayanlar asla kendilerini, hayatlarına
bahşedilen güzellikleri ve nîmetleri tam mânâsıyla yaşayamazlar! Kendini
soluyamayan biri, oksijensiz kalmış beyin gibi birçok hastalığa namzettir.
Kısacası ömrümüzü dolu dolu, nelere sahip olduğumuzun
bilincinde yaşarsak, kendimizden memnun uyanırsak her sabaha ve aldığımız her
soluğun kıymetini bilirsek, hem biz mutlu oluruz, hem de bizimle teşrîk-i
mesaide bulunanlar mutlu olurlar.
Demek ki başkalarının görüşleri üstüne hayatımızı kurmak,
otoritelerin emirleri üstüne şekillendirmek yerine, kendimize teslim olmalıyız.
Kendimize duyduğumuz güven ve kendimizi tanımak bizi özgürleştirir, korkudan
cesarete doğru yönlendirir. Etrafımızda içimizi bulandıran birçok ses olabilir,
ancak zihnimizi bir kez yoklayıp içine girdiğimizde, bütün negatif düşünceler ve
o çok seslilik silinip gitmeye başlar.
“O bunu demiş, bu şöyle davranmış… Ah, gözlerim karaymış!”
türünden her şeyi bir kenara itip kendimiz olalım. Yoksa kekliği taklit ederken
kendi yürüyüşünü unutan karga gibi zıplayıp durmanın bir âlemi olmasa gerek azîzim!