ŞİMDİLERDE kaleme almakta
olduğum “Vuslatın Rüya Hâli” isimli kitabımda “Ülfet Bey” karakterine biçtiğim
bir hâl var.
O
hâl üzere Ülfet Bey, gözyaşı akmasın diye gökyüzüne bakmayı keşfetmiş biridir…
Gerçekten
de bu hâl üzerine yoğun düşünceler sarf ettim. Gerek gözyaşının akmasını
engelleme çabası, gerek bu engelleme için gökyüzüne bakmayı keşfetmek bana hep
ilginç gelir.
Oysa
psikoloji, hem ruhsal rahatlama, hem de beden sağlığı açısından ağlamanın
faydalarından bahseder. Bazal gözyaşını ve refleksif gözyaşını bir tarafa
bırakırsak, duygusal ya da psikolojik gözyaşları misâlen o
anda hissettiğimiz duygulara bağlı olarak üretilirler; bunlar, ağlarken
gözlerimizden döktüğümüz gözyaşlarıdır. Doğal ağrı kesici etkisi olan çeşitli
nöromodülatör elemanlar içerirler.
Şimdilik
ayrıntıya girmemek için bu kısımla alâkalı derinleşmeyi arzulamıyorum. Fakat
duygusal ya da psikolojik gözyaşlarının hüzün, keder, acı ve benzeri hâllerde
meydana gelebileceği gibi sevinçten gerçekleşebileceği de şüphesiz bir
gerçekliktir.
Ağlamak
eylemi, psikoloji dairesinde her ne kadar faydalı olarak kabul edilse de
felsefî dairede daha farklı bir bahis olabilir. Nitekim bu noktada Solon’la alâkalı
şu rivâyet bize ziyâdesiyle yardımcı olacaktır:
Ölen
oğlu için ağlayan Solon, kendisine “Ağlamak
bir şeye yaramadığı hâlde niçin ağlıyorsun?” diyen kişiye şöyle cevap
vermiş: “Tam da bu nedenle! Yani bir şeye
yaramadığı için…”
Solon’un
cevabı üzerine, “İnsan acaba bir şeye
yaramadığı için mi ağlar?” diye sormadan etmek elde değil. Hattâ Solon’u
bir ucundan haklı bulup, “Neden bir şeye
yaramadığı hâlde ağlarız?” sorusuyla bir paradoksa düşmek dahi mümkün. Kim
bilir, belki bu paradoks da kendi sokağında olmasa da kaybolmaya kapı aralar
nitelikte olabilir. Fakat ağlamanın bir şeye yaramadığı kısmını derinleştirmek
için kazmaya o yönde devam etmek gerekir.
Hakikaten,
“Kederli, acılı, hüzünlü bir yaşanmışlık sonrası edilgen hâlde ağlamak bir şeye
yaramaz” düşüncesi yanlış olmasa gerek. Özellikle samîmi gözyaşı noktasında
belki dünyaya gelirken akıtılan gözyaşından sonra kendine bir yer edinmiş ölüme
ağlamak eylemi ne işe yarar, düşünmek gerek.
Hikmet
ehli dairesinde ölüm sonrası ağlamak eylemi, hakikatte ölen için değil, aksine
insanın empati duygusu (belki de egoist tavır) içerisinde kendi hâline
gerçekleştirilen bir eylemdir. Fakat aynı daire içerisinde kendi hâline dahi
olsa sadece ağlamak da bir şeye yaramaz. O hâlde insan niçin ağlar, daha yoğun
bir şekilde düşünmek bir gereklilik olsa gerek.
Tabiî
bir de karşı kaldırımdan dahi insanı ağlatanlar vardır. Misâlen, “Dolap
Beygiri” filminde eniştesi tarafından sürekli aldatılan “Ali” karakterinin
kendi kendine, “Her seferinde enişteme
neden inanıyorum?” sorusu üzerine eşi Ayşe’nin, “Aptallığımızdan değil ya, çaresizliğimizden…” repliği ile olduğu
gibi…
Ya
da cenaze bulunan bir sokaktan geçerken anlık da olsa o cenazede okunan
mevlidin dindar bir insana olan etkisi gibi…
Karşı
kaldırımdan bağımsız bir de sokak vardır; özellikle kendi sokağımız… Ancak
buradaki sokak, örneğin, “Politikacılar
sokağı göz ardı etmez” cümlesindeki anlamıyla mecâzî bir ifade olarak halk
ya da kalabalık… Dolayısıyla “kendi sokağımız” derken kendi kalabalığımızdan
yani kendi düşüncülerimizden, kavramlarımızdan, sözcüklerimizden bahsediyoruz. Bir
başka ifadeyle, sürekli içerisinde kaybolduğumuz kendi sokağımızdan...
Bu
kaybolmalar bir bedel olarak addedilirse, aslında her insan kendi sokağında
kaybolmaz, kaybolamaz! Çünkü kendi sokağında kaybolmak, dış dünyaya yönelen (ektopsişik)
kişiliklerin değil, iç dünyalarına yönelen (endopsişik) kişiliklere dair bir hâldir.
Daha doğrusu, iç dünyalarına yönelen kişiliklerin ödemesi gereken bir bedel!
Derinleşmek
için daha da kazdığımız sırada Newton’a rastlıyoruz.
Newton, evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiği sorulduğunda “Nocte dieque incubando” yani “Gece gündüz onu düşünerek” diye cevap
verir.
Jose
Ortega y Gasset ise, Newton’un bu sözü hakkında şöyle der:
“Bu, aslında bir
saplantının açıklamasıdır. Aslına bakarsak, bizi dikkat alanımız ölçüsünde
belirleyen başka bir şey yoktur. Bu, herkeste ayrı bir biçimde oluşur. Örneğin
düşünmeye yatkın, her konuyu en derin noktasına dek izlemeye alışmış bir insan
için, dışa dönük birinin dikkatinin bir noktadan ötekine atlayıp durması can
sıkıcı bir şeydir. Tam tersine, dışa dönük kişi de düşünürken, bir çukurun
dibini kazıyıp duruyormuş gibi ilerleyen dikkatinin yavaşlığından yorulur,
bıkar, sıkılır.”*
Bu
izahla umarım dış dünyaya yönelen kişilik ile iç dünyasına yönelen kişilik
arasındaki durum biraz daha anlaşılır bir düzeye erişmiştir. Yaşam içerisinde
bu kişilikleri gözlemlediğimizde, dış dünyaya yönelen kişiliklerin “daha aktif,
daha insan canlısı, daha sosyal” ve sair sıfatlarla tarif edildikleri görüleceği
gibi, iç dünyalarına yönelen kişiliklerin ise gündelik yaşamda daha pasif,
gündelik sohbetlerde daha sessiz, sosyal ilişkilerde de beceriksiz oldukları
görülecektir. Bu noktada iç dünyalarına yönelen kişilikler, “yaşamı
ıskalamakla” dahi anılabilirler.
Oysa
aksine, dış dünyaya yönelen kişiliklerin içinde bulunduğu yaşam düşkünlüğü hâli
yaşamı ıskalamanın ta kendisidir! Çünkü iç dünyalarına yönelen kişilikler,
yaşama yenilmekte muzafferdirler ve farkındadırlar ki, bile isteye yaşama
yenilmeden yaşamın kendisi yenilemez.
Netîce olarak, dış dünyaya yönelen kişilik için farklı sokaklarda, mekânlarda, eğlence etkinliklerinde bulunmak kolay, kendi sokaklarında bulunmak oldukça zordur. Tam tersine, iç dünyasına yönelen kişilik için zor olan ise dış dünyalarına yönelen kişilikler tarafından aranmak ve dahi bulunmaktır. O kişilik için kolay olan ise “kendi sokağında kaybolmak”tır.
*Raymond
E. Francher, Ruhbilimin Öncüleri, çev. Aziz Yardımlı, s.248-249, İstanbul 1997.