Kendi-si-y-le

Her sancının ardından doğum mu gelirdi? Sancısı olmayan, olur muydu? Peki, sancısız kalan hiç olur muydu? Acıyla sancı aynı mıydı? Sancının bir yere varır yanı söz konusuyken, acı yalnızca gelir, diner bir şey miydi?

KENDİNİ hapis bulunduğu hücreden dışarı atmak isteyen kimi esirler gibi, düşünceleri zihninin duvarlarını iteliyor, olağan gücü ile oldukları yerden kaçmak istiyorlardı. Başı ağrıdan zonkluyor, onu acı içerisinde bırakıyordu. Baş ağrısına dayanamaz fakat her seferinde de ilâç almamak için mücadele verir, kendiyle savaşırdı. Bazen ağrısı beklemediği kadar kısa bir sürede geçer, kimi zamansa sinirden ağlayacak hâle gelmesini sağlardı.

Yaklaşık üç saattir uyumaya çalışıyordu. Bir keresinde nerede okuduğunu hatırlamadığı bir yerde, ne düşündüğümüz sorusunu kendimize sorarsak, düşüncelerimizin dağılacağına dair bir ifade okumuştu. İlk deneyişinde başarılı olmuştu. Her saydığı düşüncenin ardından birini saymış, en sonunda da önüne beyaz bir sayfa çıkmıştı. Lâkin bu başarı ilk deneyişine mahsustu. Bir başka sefer ise zihnindeki sesleri susturabilmenin bir diğer yolunun herhangi bir şey dinlemek olduğunu okumuştu. Fakat bir şeyler dinlerken aklı daha da karmaşıklaşıyor, sanki zihninde birileri varmış da herkes aynı anda konuşuyormuş gibi oluyordu.

Bu numaralar artık ona yeterli gelmiyor, işlevsiz kalıyorlardı. Kendisiyle alay etmekten geri duramadı. Ne düşünüyordu da böyle yöntemleri ucuz bulur hâldeydi? Mühim sayılabilecek şeylerin yanında elde tutulamayacak onlarca şeyin sıralandığını kolaylıkla görebiliyordu.

Kendisini bu kadar yoran bunca anlamsız şey neden hâlâ zihnindeydi? Belki de onu yoran en büyük şeylerden biri de işte buydu. Tıpkı baş ağrısı ile verdiği mücadele gibi bu durumla da savaş hâlindeydi. Yolun sonunda iki çıkmaza ulaşıyordu. Birincisi, zihnindekileri anlamsız bulması ve onların varlığını inkâr etmeye çalışması; ikincisi ise, onlarda bulamadığı anlamları arayış içerisinde oluşuydu. Her anlamda sancı içerisindeydi.

Gitgide kendinden uzaklaşmaya başlamıştı. Örneğin ne pozisyonda durursa dursun, kendini yabancı bir göz gibi dışarıdan hayâl edebiliyordu. Etrafta ona bakan, mimiklerini gören, hareketlerini izleyen birilerinden oluveriyordu kolaylıkla. İlk zamanlarda bu durumdan keyif aldığını hissetmişti. Bazı zamanlar kendisini karşısına oturtup onunla konuşmak, tıpkı başkalarına yardımcı olduğu, akıl verdiği gibi kendisine anlatmak, anlatmak isterdi. Bir süre sonraysa bu seyredici göz kontrolünden çıkmış, her daim çevresindeki kalabalığın içerisinde yer almaya başlamıştı. Göz gittikçe kendisine yakınlaşıyor, ummadığı her an sağında, solunda, tepesinde dikilir bulunuyordu. Bir süre onun varlığını önemsemeden yaşamayı sürdürdü. Ama artık o kadar yakınındaydı ki sürekli onunla olmaktan daralmış hâldeydi. Daha önce hiç kendisine bu denli maruz kaldığını hissetmemişti.

Özünde kendisiyle vakit geçirmekten keyif alan biriyken, artık hep kendisiyle birlikte olmaktan bunalmıştı. Kaçıp gitmek istiyordu. Kendisiyle baş başa kalmayacağı yerlerde olmak istiyordu. O gözü ensesinden çekip almak, silkinmek ihtiyacı içerisindeydi. “Kendi” sözcüğünü ona getirilen her türlü ek ile işitmek, söylemek, yazmak dahi midesini bulandırıyordu. Acımasızlaşmıştı, yabancılaşmıştı kendine karşı. Bu kadar beraber olup da nasıl yabancı kalabiliyordu benliğine?

İnsan çoğu zaman her daim yanı başında duranı göremez olurdu. Varlığına alışılan bir şeyin oluşuna alışmak gibiydi. Böyleleri ayırt edilemez, zamanla algılanamaz olurdu. Gözlerin yanı sıra aynı yanılsamaya kulaklar da hâkimdi. Aynı sebepten, artık kendi sesini duymakta güçlük çekmeye başlamıştı.

Şimdiyse kendisinin yerine çevresindeki insanların zihinlerindekiler çıkagelmişti. Tıpkı dışarıdan kendini seyredişi gibi, bu sefer de onların aklından neler geçtiğini anlamayı deniyordu. Göz, onu bir başkasına dönüştürüyordu zamanla. Bir yabancıya, yalnızca görebildiği ama ne düşündüğünü öğrenemediği bir izlenceye eviriyordu. Artık kendisini anlayamayışı bundan kaynaklanıyordu. Adım adım uzaklaşırken kendinden, artık koşar adım geldiği bu sokakta, tanımadığı onlarca insana çarpa çarpa ilerliyordu. Sancısı daha da ağırlaşıyor, çekilmez hâle geliyordu. Bundan kurtulmak için pek çok şey denemişti: Etrafındaki insanlara çarpmamak için kollarını kendine siper etmek, gözlerini kapayarak yürümek, akıntının tersine doğru ilerlemeye çabalamak, akıntı istikametinde koşmak, kendini tamamen bırakıp etrafa savrulmak, olduğu yere çöküp kendine sarılmak, ayakta dimdik durarak yalpalamamaya çalışmak, tıpkı etrafındakiler gibi çarpa çarpa yol almak…

Elbette henüz denemediği bir başka şey vardı, ama bunların hiçbiri işe yaramıyordu. Nedenler ve sonuçlar aramaktan usanmıştı. Denemediği şey, henüz bunun idrakine varamamasından kaynaklanıyordu. Her şeyde bir anlam aramanın, olayların akıbetinin bilinmezliğinden yorulmanın, her şeyi her açıdan görmek ve bilmek arzusunun özüne bakıldığında hâdsizce bir yan barındırdığı aşikârdı. Tüm bunlarda kendisinin bilmediği bir başka gerçeklik vardı: Hakikat…

Hattâ hakikat, bildiğini sandığı şeylerde dahi gizliydi. Her şeyi kontrol altında tutmaya çalışır, ipleri ele almak ister bir haşinliği vardı. Olanları bazen olduğu kadarıyla kabul etmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Elinden geleni yaptıktan sonra takdire karışılamazdı. Kimi zaman pek çok şey ummadığı gibi gidebilirdi. Fakat göz önünde bulundurması gereken şey, yaşananın yaşanmasında henüz bilmediği bir yanın mahfuz olduğuydu. Nihâyete erdiremediği anlam yolculuklarının sonunda hatırlaması gereken buydu. Bunun idrakine varmaya yakınlaştığında dahi zihni yeniden karmaşıklaşıyor, içinde boğulduğu sorularda kendini kaybediyordu. Peki, ya her şeyin bir anlamı yoksa? Peşinde koştuğu yalnızca bir hiçlikse?

Bir hiç uğruna bu denli kendini hırpalayışı, kendini de hiçleştirir miydi? Yoksa bu sancı, onu var eden mi olurdu? Öyleyse her sancının ardından doğum mu gelirdi? Sancısı olmayan, olur muydu? Peki, sancısız kalan hiç olur muydu? Acıyla sancı aynı mıydı? Sancının bir yere varır yanı söz konusuyken, acı yalnızca gelir, diner bir şey miydi? Yaşadığı doğumu besleyen bir sancı mıydı, yoksa yalnızca kuru bir acıdan mı ibaretti? Acıyı küçümsüyor muydu? Yoksa kendi hâriç, pek çok şeyi mi küçümsüyordu? Tam tersi de olabilirdi elbette. Her şeyi çokça önemsemesi de olabilirdi tüm bunların nedeni…

Uyumak üzere kapanmaya meyleden göz, yeniden başucunda belirivermişti. Kırpılacak kadar dahi uyku barındırmaz hâlde kendisine bakmaktaydı…