KENDİNİ hapis bulunduğu
hücreden dışarı atmak isteyen kimi esirler gibi, düşünceleri zihninin
duvarlarını iteliyor, olağan gücü ile oldukları yerden kaçmak istiyorlardı.
Başı ağrıdan zonkluyor, onu acı içerisinde bırakıyordu. Baş ağrısına dayanamaz
fakat her seferinde de ilâç almamak için mücadele verir, kendiyle savaşırdı. Bazen
ağrısı beklemediği kadar kısa bir sürede geçer, kimi zamansa sinirden ağlayacak
hâle gelmesini sağlardı.
Yaklaşık
üç saattir uyumaya çalışıyordu. Bir keresinde nerede okuduğunu hatırlamadığı
bir yerde, ne düşündüğümüz sorusunu kendimize sorarsak, düşüncelerimizin
dağılacağına dair bir ifade okumuştu. İlk deneyişinde başarılı olmuştu. Her
saydığı düşüncenin ardından birini saymış, en sonunda da önüne beyaz bir sayfa
çıkmıştı. Lâkin bu başarı ilk deneyişine mahsustu. Bir başka sefer ise
zihnindeki sesleri susturabilmenin bir diğer yolunun herhangi bir şey dinlemek
olduğunu okumuştu. Fakat bir şeyler dinlerken aklı daha da karmaşıklaşıyor,
sanki zihninde birileri varmış da herkes aynı anda konuşuyormuş gibi oluyordu.
Bu
numaralar artık ona yeterli gelmiyor, işlevsiz kalıyorlardı. Kendisiyle alay
etmekten geri duramadı. Ne düşünüyordu da böyle yöntemleri ucuz bulur hâldeydi?
Mühim sayılabilecek şeylerin yanında elde tutulamayacak onlarca şeyin sıralandığını
kolaylıkla görebiliyordu.
Kendisini
bu kadar yoran bunca anlamsız şey neden hâlâ zihnindeydi? Belki de onu yoran en
büyük şeylerden biri de işte buydu. Tıpkı baş ağrısı ile verdiği mücadele gibi
bu durumla da savaş hâlindeydi. Yolun sonunda iki çıkmaza ulaşıyordu. Birincisi,
zihnindekileri anlamsız bulması ve onların varlığını inkâr etmeye çalışması;
ikincisi ise, onlarda bulamadığı anlamları arayış içerisinde oluşuydu. Her
anlamda sancı içerisindeydi.
Gitgide
kendinden uzaklaşmaya başlamıştı. Örneğin ne pozisyonda durursa dursun, kendini
yabancı bir göz gibi dışarıdan hayâl edebiliyordu. Etrafta ona bakan,
mimiklerini gören, hareketlerini izleyen birilerinden oluveriyordu kolaylıkla.
İlk zamanlarda bu durumdan keyif aldığını hissetmişti. Bazı zamanlar kendisini
karşısına oturtup onunla konuşmak, tıpkı başkalarına yardımcı olduğu, akıl verdiği
gibi kendisine anlatmak, anlatmak isterdi. Bir süre sonraysa bu seyredici göz
kontrolünden çıkmış, her daim çevresindeki kalabalığın içerisinde yer almaya
başlamıştı. Göz gittikçe kendisine yakınlaşıyor, ummadığı her an sağında,
solunda, tepesinde dikilir bulunuyordu. Bir süre onun varlığını önemsemeden
yaşamayı sürdürdü. Ama artık o kadar yakınındaydı ki sürekli onunla olmaktan daralmış
hâldeydi. Daha önce hiç kendisine bu denli maruz kaldığını hissetmemişti.
Özünde
kendisiyle vakit geçirmekten keyif alan biriyken, artık hep kendisiyle birlikte
olmaktan bunalmıştı. Kaçıp gitmek istiyordu. Kendisiyle baş başa kalmayacağı
yerlerde olmak istiyordu. O gözü ensesinden çekip almak, silkinmek ihtiyacı
içerisindeydi. “Kendi” sözcüğünü ona getirilen her türlü ek ile işitmek,
söylemek, yazmak dahi midesini bulandırıyordu. Acımasızlaşmıştı,
yabancılaşmıştı kendine karşı. Bu kadar beraber olup da nasıl yabancı
kalabiliyordu benliğine?
İnsan
çoğu zaman her daim yanı başında duranı göremez olurdu. Varlığına alışılan bir
şeyin oluşuna alışmak gibiydi. Böyleleri ayırt edilemez, zamanla algılanamaz
olurdu. Gözlerin yanı sıra aynı yanılsamaya kulaklar da hâkimdi. Aynı sebepten,
artık kendi sesini duymakta güçlük çekmeye başlamıştı.
Şimdiyse
kendisinin yerine çevresindeki insanların zihinlerindekiler çıkagelmişti. Tıpkı
dışarıdan kendini seyredişi gibi, bu sefer de onların aklından neler geçtiğini
anlamayı deniyordu. Göz, onu bir başkasına dönüştürüyordu zamanla. Bir
yabancıya, yalnızca görebildiği ama ne düşündüğünü öğrenemediği bir izlenceye
eviriyordu. Artık kendisini anlayamayışı bundan kaynaklanıyordu. Adım adım
uzaklaşırken kendinden, artık koşar adım geldiği bu sokakta, tanımadığı onlarca
insana çarpa çarpa ilerliyordu. Sancısı daha da ağırlaşıyor, çekilmez hâle
geliyordu. Bundan kurtulmak için pek çok şey denemişti: Etrafındaki insanlara
çarpmamak için kollarını kendine siper etmek, gözlerini kapayarak yürümek,
akıntının tersine doğru ilerlemeye çabalamak, akıntı istikametinde koşmak,
kendini tamamen bırakıp etrafa savrulmak, olduğu yere çöküp kendine sarılmak,
ayakta dimdik durarak yalpalamamaya çalışmak, tıpkı etrafındakiler gibi çarpa
çarpa yol almak…
Elbette
henüz denemediği bir başka şey vardı, ama bunların hiçbiri işe yaramıyordu.
Nedenler ve sonuçlar aramaktan usanmıştı. Denemediği şey, henüz bunun idrakine
varamamasından kaynaklanıyordu. Her şeyde bir anlam aramanın, olayların
akıbetinin bilinmezliğinden yorulmanın, her şeyi her açıdan görmek ve bilmek
arzusunun özüne bakıldığında hâdsizce bir yan barındırdığı aşikârdı. Tüm
bunlarda kendisinin bilmediği bir başka gerçeklik vardı: Hakikat…
Hattâ
hakikat, bildiğini sandığı şeylerde dahi gizliydi. Her şeyi kontrol altında
tutmaya çalışır, ipleri ele almak ister bir haşinliği vardı. Olanları bazen
olduğu kadarıyla kabul etmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Elinden geleni yaptıktan
sonra takdire karışılamazdı. Kimi zaman pek çok şey ummadığı gibi gidebilirdi.
Fakat göz önünde bulundurması gereken şey, yaşananın yaşanmasında henüz
bilmediği bir yanın mahfuz olduğuydu. Nihâyete erdiremediği anlam
yolculuklarının sonunda hatırlaması gereken buydu. Bunun idrakine varmaya
yakınlaştığında dahi zihni yeniden karmaşıklaşıyor, içinde boğulduğu sorularda
kendini kaybediyordu. Peki, ya her şeyin bir anlamı yoksa? Peşinde koştuğu
yalnızca bir hiçlikse?
Bir
hiç uğruna bu denli kendini hırpalayışı, kendini de hiçleştirir miydi? Yoksa bu
sancı, onu var eden mi olurdu? Öyleyse her sancının ardından doğum mu gelirdi?
Sancısı olmayan, olur muydu? Peki, sancısız kalan hiç olur muydu? Acıyla sancı
aynı mıydı? Sancının bir yere varır yanı söz konusuyken, acı yalnızca gelir,
diner bir şey miydi? Yaşadığı doğumu besleyen bir sancı mıydı, yoksa yalnızca
kuru bir acıdan mı ibaretti? Acıyı küçümsüyor muydu? Yoksa kendi hâriç, pek çok
şeyi mi küçümsüyordu? Tam tersi de olabilirdi elbette. Her şeyi çokça
önemsemesi de olabilirdi tüm bunların nedeni…
Uyumak üzere kapanmaya meyleden göz, yeniden başucunda belirivermişti. Kırpılacak kadar dahi uyku barındırmaz hâlde kendisine bakmaktaydı…