Kendi kanatlarımızla uçmak

Masallarımızı bir hatıra olmaktan kurtaralım. İyinin, güzelin ortaya çıkmasına, haklıyı savunma, haksızlığa karşı çıkma bilincinin oluşmasına yardım edelim. Geçmişle gelecek arasına bir köprü kuralım. Sıradağlar gibi dimdik duralım. Kendimizi bilelim. Kültür ve medeniyetimizle insanlığa yeni müjdeler sunalım. Selâmımızı Simurg’la salalım, otağımızı Kafdağı’na kuralım!

İNSANOĞLUNUN ortaya koyduğu her eser ve gösterdiği her çaba, “kültür” kavramının içinde değerlendirilmiştir. Cemil Meriç, “Bir topluluğun bütün fertlerinin sahip olduğu duyuş, düşünüş şekillerinin bütünüdür.

Kültür kendini tanımaktır, şuurlanmaktır, hayat üslûbudur. Milletlerin ruhunda yaşayan bilgiler, inançlar ve telakkilerdir”[i] der “kültür” kavramı için. Haklıdır da. Büyük sanat eserleri, onları meydana getiren kültürlerin büyüklüğüyle ilgilidir.

Kültürler farklı olunca, ortaya çıkan eserler de farklı olmaktadır. Empresyonist resim anlayışının mahsulü olan V. Gogh’un bir tablosu, Levni’nin minyatürleri ile ayrı dünyaların mahsulü olduğundan, birbirine benzemez. Leonardo de Vinci’nin katedralleri süsleyen resimleri, Karahisarî’nin Süleymaniye’yi tezyin eden hattı ile aynı değildir. Yunan’ın tiyatrosu, bizimse ortaoyunumuz vardır. Mustafa Itrî’nin bestesi, tekbiri neden her Müslümanı heyecanlandırır? Senfoni ile ilâhinin farkı nedir acaba?

“Millî kültür”, adından da anlaşıldığı üzere bir millete has olan kültürdür. Türk milletinin kültürü, destanlar çağından başlayarak günümüze kadar uzanan geniş bir tarih diliminde oluşmuştur. Ninniler, masallar, türküler sadece birkaç örnektir. Kendimiz olmak, kimsenin gölgesine sığınmamak ve kendi kanatlarımızla uçmaktır millî kültür. Başkalarına benzemeye çalıştıkça kendimiz olmaktan çıkarız. Karga, kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü unuturmuş; kültürlerin birbirini tanıması ayrı, başka kültürlerin güdümüne girmesi ayrıdır. Onun içindir ki, “Evrenselliğe giden yol, millîlikten geçer” denilmiştir.

İslâm kültür ve medeniyetine mensup, millî kültür sevdalısı herkes kendi kültürünü yaşadıkça ve yaşattıkça insanlığa da çok büyük katkılar sunmuş olacaktır. Çağımız insanı, hayatın her alanında millî kültür hasretiyle yanıp tutuşmuyor mu? Millî kültüre olan özlem, her zamankinden daha fazla değil mi? Yûnus’a, Mevlâna’ya, Nasreddin Hoca’ya insanlar akın akın neden koşuyorlar dersiniz?

Mankurt olmak istemiyoruz!

Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel”[ii] romanındaki Nayman Ana efsanesi, bize, insanın nasıl kendi kültürüne yabancılaştırıldığını, Mankurt hâline geldiğini anlatır. Juan Juanların bozkırı işgal ettikten sonra yaptıkları zulümler ve oradaki güçlü kuvvetli gençlerin başına gelenler, ancak gözyaşlarıyla okunabilir. İnsanın tüylerini diken diken eden ne müthiş bir sahnedir o!

Mankurt, “geçmişinden hiçbir iz hatırlamayan kimse” demek. Efendisinin buyruğunu yerine getiren bir robot. Derisine saman doldurulmuş kukla sanki. İnsanı bu hâle nasıl getiriyorlar?

Akıl almaz işkenceler yaşanıyor. Günün birinde Nayman Ana, Mankurt olan oğlunu kurtarmaya gidiyor ama çabası sonuç vermiyor. Ne yapıp ettiyse de, kadıncağız, oğlunun aklını başına getiremiyor. Üstelik en sonunda Mankurt olan oğul, anasını öldürüyor. Nayman Ana’nın yaşmağından bir kuş kanatlanıyor:

“Oğlum, adını hatırla, babanı hatırla! Senin adın Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!”

Çağdaş dünyanın mankurtları olmamak, kültürümüze, geleneklerimize sıkı sıkıya bağlanmak, beyinlerdeki Frenk ipini söküp atmak, ancak millî kültürümüze sahip çıkmakla mümkün olabilir. Kökü sağlam olan ağaçların dalları gümrah olur. Yoksa kurur gider!

“Kendi bahçemizde diktiğimiz fideleri yeşertelim. Sam yeli esip de güllerimizi kurutmasın. Hayat pınarlarımız çağlayıp aksın. Yüreğimiz mazlumların derdiyle yansın. Paslanmış vicdanlar uyansın. Gözlerimiz Hakk’tan gayrısına bakmasın. Kalemlerimiz hakikat arazisinden başka menzillere akmasın. Ayaklarımız yalpalayıp istikametten çıkmasın. Gönüllerimiz bu sevdadan bıkmasın” diyor ve bu kısa girizgâhtan sonra sizleri unutulmaya yüz tutmuş bir millî kültür hazinesiyle buluşturmak istiyorum.

Masallarımız unutulmasın!

Teknolojinin nimeti olan yığınla elektronik alet, hayatımızdaki yerini çoktan aldı almasına ama yüzlerimizdeki tebessüm de her geçen gün kaybolup gitti. Binlerce melodi, yüzlerce film, televizyon, oyun salonları, internet kafeler derken çıtır çıtır yanan ocaklar sönmeye, patlayan mısır taneleri kaybolmaya, hedikler kurumaya başladı. Daha da önemlisi, masalını emmeden, ninnisini dinlemeden uyumayan çocuklarımızın dünyası değişti. Kendimize ait özelliklerimiz teker teker yok olmaya, hayat pınarlarımız bulanmaya başladı. Bilgisayar fareleri veya televizyon kumandaları, çocuklarımızın emziği gibi… Ne yapsak da çocuklarımızı yeniden masallarla tanıştırsak?

Çocuklarımızın zaman, mekân ve engel tanımayan pürüzsüz dünyalarında destanlar oluşturup taptaze beyinlerini nakış nakış işleyen, tertemiz ruhlarını ilmik ilmik dokuyan ve özellikle uzun kış gecelerinin vazgeçilmezi olan, ninelerimizin ağzından bal akıtırcasına anlattıkları masallarımız, neredesiniz, nereye gizlendiniz? Zümrüd-ü Anka’nın kanadına binip ne zaman geleceksiniz? Sizi bekleyenleri hasretten ne zaman kurtaracaksınız?

Sultandağı Tren İstasyonu’ndaki kulübe

Masal dinlemek için ninesinin, dedesinin dizinin dibine oturup da ağzından çıkacak kelimeleri sabırsızlıkla bekleyenler çok iyi bilirler ki masallarımız, “Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken; ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam düştü beşikten, babam kaptı maşayı, dolandılar dört köşeyi… Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz. İşte orada, kuş uçmaz, kervan geçmez bir beldede zalim mi zalim bir hükümdar varmış” diye başlar.

Olağanüstü olaylar anlatıldıktan sonra, “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine! Gökten üç elma düştü: Biri anlatana, biri dinleyene, birisi de masalın kahramanına” şeklinde mutlu bir sonla dinleyenlere müjdeler vererek, dilek ve temennilerle, hatta esprilerle masal bitiverir.

Çocukluğumda ben de annemden çok masal dinledim. Masalın sonunda anneme, “Anne, o aksakallı ihtiyar nerede?” diye sorardık. O da bizim hayâlimizi yıkmamak için olacak ki, “Sultandağı Tren İstasyonu’nda bir kulübe yaptırmış, orada oturup duruyor yavrum” derdi. Hatta biz Sultandağı’na gittiğimiz zaman hemen istasyona koşar, aksakallı ihtiyarın kulübesini arardık. Çocukluk işte!

Mücadeleyi hep iyiler kazanır

Her masalda farklı bir konu ve farklı kahramanlar yer alsa da, masallarımızda hiç değişmeyen, son derece açık bir şekilde görülebilen bir özellik vardır ki, o da iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, haklı ile haksızın amansız mücadelesidir.

Masallarda cinler, periler, şeytanlar, büyücüler, devler, yedi başlı ejderhalar genellikle kötüyü ve kötülüğü simgeler. Asıl kahramanlar ise insanlardır. İnsanlar ve beraberindeki yardımcı unsurlar ise iyinin ve iyiliğin temsilcileridir.

Bu iki taraf arasında sürüp giden mücadele her halükârda iyilerin kesin zaferi ile sonuçlanır. Aslında gerçek dünyada da durum pek farklı değildir. İyi ile kötünün insanlık tarihi kadar eski olan kavgası hatırlanacak olursa, aslında masalların insanlara gerçek dünya ile ilgili mesajlar sunduğu da çok kolay anlaşılmış olacaktır.

İçimizdeki çocuk, masallarla yaşasın!

Çocuğun ilkokulu ailesi, ilk öğretmeni de annesidir. Çocuk hayata annesinin kucağından bakarak başlar. Fizikî ve ruhsal gelişimini bu kutsal ocakta alır. Her milletin kendi dili için “anadili” tanımlamasının yapılması biraz da bundandır. Analar bize dilimizi de öğretirler. Bu satırların yazarı olarak bendeniz de Türkçeyi anamdan öğrendiğimi söyleyebilirim. Söylediği tekerlemeler, mâniler, ağıtlar, masallar hâlâ kulaklarımda.

Anadilimizi çok iyi öğrenmenin yolu nereden geçer? Elbette masal emmekten, halk hikâyeleri dinlemekten, Dede Korkut’a kulak vermekten, Yûnus’un ilâhilerini gönüllerimize akıtmaktan…

Kim akıtacak bu pınarları körpecik dimağlara?

“Masal” deyip geçmeyelim. Masal anlatırken bütün aile bir arada olur. Konuşmayı ve dinlemeyi öğreniriz. Soru sorma edebini belleriz. Kısacası, toplumda nasıl hareket edeceğimizin küçük alıştırmalarıdır masal âlemleri. “Ses bayrağımız” dalgalanmaz mı her masalda? Görgü kurallarının bir kısmı böylesi zamanlarda öğrenilmez mi? Ya kendi kültürümüze sahip çıkıp Zümrüd-ü Anka’yla birlikte kanat çırpacağız, ya da kimimiz çizgi film tutsaklığında, kimimiz kulağında yabancı bir melodiyle yalnızlaşıp, aynı odanın içinde farklı ufuklara bakan bîçareler hâline geleceğiz…

Masallarımızı bir hatıra olmaktan kurtaralım. İyinin, güzelin ortaya çıkmasına, haklıyı savunma, haksızlığa karşı çıkma bilincinin oluşmasına yardım edelim. Geçmişle gelecek arasına bir köprü kuralım. Sıradağlar gibi dimdik duralım. Kendimizi bilelim. Kültür ve medeniyetimizle insanlığa yeni müjdeler sunalım. Selâmımızı Simurg’la salalım, otağımızı Kafdağı’na kuralım!



[i] Meriç, Cemil. Sosyoloji Notları. İletişim yy. 1983-İst. s.302

[ii] Aytmatoc, Cengiz. Gün Olur Asra Bedel. Ötüken Yy. 1991- İst. s.147-151