Kendi hikâyemiz

Dinle toplum arasına konulan bariyer, lâiklik ve çağdaşlık safsatası oldu. Özellikle tek parti dönemine dine dair bir kelâm eden irticacılıkla, millet-i İbrâhim ile alâkalı bir müspet söz ırkçılıkla susturuldu(!). Bahane hazır: “Lâik devlete halel getiriyor, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına dil uzatılıyor!” iftirası… Bu durum, komşusunun “Bana ördek dedin” darb-ı meselini hatırlattı…

UZUN yıllardır gönül tellerimizin sızısını hemdert edinen münevverimizin çoğu, “Modernleşmenin bizim için yazdığı hikâye sona ermeli, biz artık kendi hikâyemizi yazmalıyız” diyordu. Bunu bazen yazdıkları eserlerde dile getiriyor, bazen de müspet gördükleri iktidarlara raporlar marifetiyle sunuyor, ulaştırıyorlardı.“

“Kendi hikâyemiz”… İşte bütün mesele!

İnancı, felsefesi, iktisadı, siyaseti, hukuku, sanatı ve hayat tarzı ile hem kendimize, hem tüm dünyaya sunacağımız hikâyeyi kim yazacak?

Evvelâ, “Bize önce bir iktidar lâzım” denildi. Lâkin şimdi anlaşıldı ki, önce bir “fikir” lâzım imiş! Bu yolda engin bir tarih kültürüne ve mânevî mîrasa sahip olduğumuz vaki, ancak bize ait fikrin olduğunu söyleyebilmenin şartlarından biri de, o fikrin önündeki bariyerin kurucularının fitne gücünü, neye tekabül ettiğini izah etmeden, önümüzü görebilmenin de zorluklarını bilmek… Lâkin son iki yüzyıldır yaşadıklarımızla yüzleşiyoruz; “tüketim toplumu” içinde yaşarken gelenekten, aileden, fertten konuşmak, kapitalizmin kanunlarını görmezden gelmek, havanda su dövmektir. Gelin, bu endişemize sebep olanları izah edelim!

Geçmişten bugüne sosyolojik kıyım            

Haçlı/emperyalist Batılılar askerî mânâda İslâm coğrafyasını istilâ ve zenginliklerini yağma/talan etmek için Viyana Kuşatmasına müteakip, önlerinde en büyük engel gördükleri Müslüman milletimizi, Sykes-Picot Anlaşması ile bölmeyi başardılar. Asıl yapmak istedikleri ise, son iki asırda, İslâm dünyasında akademide uygulanmak üzere üç büyük yıkıcı proje geliştirmekti.

Kısaca bu üç büyük Oryantalist proje şunlardır: Birincisi, İslâm düşüncesinin İmam-ı Gazâlî ile bittiği masalını yaymak... İkincisi, Cihan Devleti Osmanlı’yı unutturmak… Üçüncüsü de, Hazreti Peygamber’in (sav) konumunu sarsmak…

Burada tedirgin edici mesele şu: Bu üç hedeften ilk ikisini gerçekleştirmeyi -büyük ölçüde- başardı Batılılar ve içimizdeki “İrlandalılar” yani Batılılar ve uzantıları, şimdi Efendimizin (sav) konumunu sarsmak için hadîslere, Sünnete, mezheplere, bin 400 yıllık İslâm ilim, irfan ve hikmet birikimine karşı büyük yıkıcı saldırıyı hayata geçirmekle meşguller!

Özellikle son günlerde meydana gelen birkaç mide bulandırıcı taciz vakası bile bu konuyu izah eder. Batılıların bu üç mesele üzerinden Müslüman toplumları hedef tahtasına yatırmasının başlıca nedeni, Osmanlı’nın da, Gazâlî’nin de, Efendimizin (sav) de buluştukları çok hayatî ortak bir noktanın olması vahdetidir. Hazreti Muhammed’in (sas) Rûhâniyetiyle üçü de farklı açılardan, kendilerine göre “kurucu” konuma sahipler. 

Hazreti Peygamber’in (sav) Sünneti akîdevî açıdan, Gazâlî fikrî açıdan, Osmanlı da genelde medeniyet tarihi açısından ve özelde siyâsî açıdan dün “kurucu” roller oynadılar; bugün ve daha önemlisi de yarın yine bu kurucu rollerini oynayacaklar. Bu fikir, Haçlıların rüyalarını târumâr ediyor, edecektir (inşâ-Allah).

Hazreti Peygamber’in konumu, değişkenlerin sâbiteleri yutmasını ve dinin hayattan uzaklaştırılması tehlikesini önlüyor. Kur’ân’ın hitabı, Sünnetle muhatabını buldu. Sünnet-i Seniyye, Kur’ân’ın ve hitabının, sırasıyla Mekke sürecinde hayat bulmasını, Medîne sürecinde hayat olmasını, Mekke ve Medîne süreçlerinin hâsılası demek olan medeniyet sürecinde ise bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasını sağladı.

İki asırdır yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasında, anlamlandırılmasında ve aşılmasında Kur’ân’ı ve hitabını muhatabına ulaştıran Efendimizin (sav), dolayısıyla Sünnet-i Seniyye’nin hayatî ve belirleyici bir rolü olduğunu idrak edebilecek bir ufuk ve derinliğe sahip değiliz ne yazık ki! Kur’ân asıl, Sünnet usûldür çünkü. Unutmayalım ki, usûlsüz vusûl (varış) gerçekleşmez. Usûl yoksa, fusûl (sapma ve savrulma) gerçekleşir yalnızca. Sünnet-i Seniyye, İslâm’ın Kur’ân’da ifade edilen tenzîlî âyetlerini Efendimiz vâsıtasıyla tekvinî (oluşturma) âyetlere dönüştürüyor: Kur’ân’la doğrudan ve doğurgan bir irtibatın yol ve yöntemlerini bizzat, bilfiil gözler önüne seriyor.

“Kitaba” uymazsanız, kitabına uydurmanız kaçınılmaz olur! Lâdini mensupları gerek dışarıda, gerekse içimizde olsunlar, esas aldıkları yol bakımından Resûlullah’ı (sas) devre dışı bırakmak düşüncesindedir. Oysa Hazreti Peygamber’i devre dışı bırakan bir din, bugün kullanıldığı amiyâne tâbirle “kısa devre yapar”; önüne gelen, din, kendi kafasına göre anlamaya kalkar ve sonunda, ortada dinden eser kalmaz. Herkes dini kafasına göre yorumlamaya, eğip bükmeye, Protestanize ederek ve sekülerleştirerek, dine uyacağına dini kendine uydurmaya kalkar.

Televizyon ekranlarında kıymeti kendinden menkul, Cennet pazarlayan mealcilerden geçilmiyor. Bunun önü alınamaz ise ümmetçe çok acı çekeceğimiz mukadderdir. Hıristiyanlık bu şekilde hayattan uzaklaştırıldı ve bitirildi. O yüzden Batı’da önüne gelen İncil yazıyor. Feministler, eşcinseller, ateistler vesaire…

Orta Çağ Avrupa’sında, “Dini hurâfelerden temizleyeceğiz” diye yola çıkan Martin Luther (Alman keşiş) ve şürekâsı, dini hayattan uzaklaştıracak yapıtaşlarını döşemekten, insanları çağdaş hurâfeler çöplüğünün kölelerine dönüştürmekten başka bir şey yapmadılar. Sonuçta, insanlar dine uyacaklarına, dini kendilerine uydurdular. Böyle bir sonuç kaçınılmazdı elbette…

Tam bu noktada Efendimizin (sav) hayatî önemini tek bir cümleyle özlü bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: Efendimiz (sav) Kur’ân’ın sâbitelerinin değişkenler tarafından yutulmasını ve değişkenlerin sâbite katına yükseltilmesini önlemiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin sırrı da işte burada gizlidir!

Tarih boyunca Selçuklular, Eyyûbîler, özellikle de Osmanlıların İslâm’ın kurucu kaynaklarına sımsıkı tutunarak gerçekleştirdikleri uzun soluklu yolculuk, değişkenlerin sâbiteleri yutmasının önündeki bütün engelleri bertaraf eden ve tasavvufî olarak söylersek “a’yân-ı sâbite”nin (eşyanın görünür hâle gelmeden önce Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcûdiyeti, zâhir olan varlıkların Allah’ın ilmindeki mâhiyetleri, gizli hakikatleri  değişkenleri yorumlamasının önünü sonuna kadar açan Ehl-i Sünnet omurganın inşâsıyla gerçekleştirilen, bin yıl İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan ve dünya tarihini Müslümanların yapmasını mümkün kılan bu ümmîleşme çabasını sarsılmaz bir ümmetleşme gerçeğine dönüştürmüş, yeryüzünde yaklaşık bin yıllık Müslüman dünya düzeninin hâkim olmasını sağlamıştır.

Özetle, Batılılar İslâm dünyasını, dolayısıyla İslâm’ı nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar. Kurucu temelleri yıkmak, bizi millet yapan itikadi yapımızı tahrip etmek, aşağılık histerisine kapılıp bunun karmaşıklığını aşılayarak moral değerlerimizi yerle yeksan etmek istemişlerdir.

Peki, milletçe biz bunun farkında mıyız, biliyor muyuz? Hayır!

Yüz yıldır uygulanan politikalardan (!) anlıyoruz ki, biliyor olsaydık, İslâm’ın insanlığa sunduğu diriltici rûhun usûlünü gösteren Hazreti Peygamber’e, O’nun izinden giden Ehl-i Sünnet omurgaya, cemaatlere, tarîkatlere yapılan saldırıların amacının İslâm’ın altını oymak, İslâm’ı devletten ve toplumdan uzaklaştırmak olduğu gerçeğini görebilirdik!

İkinci medeniyet krizinin aşılması, İslâm’ı hayattan, kültür, sanat ve düşünce dünyasından uzaklaştıracak “İslâm’ı Protestanlaştırma” projesinin püskürtülmesine ve zihnimizin çağdaş hurâfeler çöplüğüne dönüştürülmesinin önlenebilmesine bağlı. Çünkü en son yaşadığımız FETÖ/PYD hareketi, dinî açıdan bir Haşhaşi sarhoşluğu ve Protestanlaştırma projesi idi. Bu hareket, ABD’deki Evanjelist mezhebin Türkiye’deki versiyonudur ve tehlike el’an kimi partiler ve mihraklar tarafından desteklenmektedir.

Devlet aklı ile milletin vahdet etmesi ve bütün kurumların bu zehirli ve yıkıcı cereyanlara karşı mücadele etmesinin ve muvaffakiyetin yolu, İslâm’ın kurucu kaynaklarını ve taşıyıcı vâsıtalarını iyi koruyup çağın problemlerini “Asrın idrakine sunmalı İslâm” düsturu ile Vahyin ışığında anlayıp aşabilecek güçlü bir medeniyet fikriyatının ve külliyatının ortaya konulmasına bağlıdır. Ayrıca fikirden sanata, kültürden edebiyatın bütün alanlarına kadar her alanda bize ait “yeni bir hikâye yazmaktır”.

“Millet olarak mücadelenin neresindeyiz ve neler yapabiliriz?” düşüncesiyle bize kurulan kumpası ile dünün serencâmından bahsedelim…

Osmanlı Devleti yıkılmaya yüz tuttuğunda, başta Sultan İkinci Abdülhamid Han olmak üzere, devlet adamları ve aydınlar bu çöküşü önlemeye çalıştılar. Memleketi kurtarmak, ülkenin istikbâline el koymak üzere üç fikir akımı yaygınlık kazandı. Bunlar İslâmcılık, Türkçülük ve Garpçılık idi.

Ancak Garpçılığın Tanzimat’tan itibaren devletin resmî görüşü olduğunu, Batı’nın eğitim sistemi yanında kanunların da peyderpey iktibas edildiğini biliyoruz. Süreç içinde Türkçülük ile Garpçılık harmanlanarak, Cumhuriyet ile kurulan müesses nizâma temel teşkil etti. İslâmcılık etkisini kaybetti ve İslâm da paranteze alındı.

Bir ördek hikâyesi, bir de bizim hikâyemiz

Ancak Müslüman Türk’ün hem dünyevî, hem uhrevî hayatını asırlardır tanzim eden İslâm, bir şekilde hayatiyetini sürdürdü. Fakat özellikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde düne dair ne varsa ya tamamen redd-i mîras yapıldı ya da (temelinden kaldırılması mümkün olmayanlara) moda deyimle “Batı tarzı format” atıldı. Dinî değerler âdeta mayın tarlası şekline dönüştürüldü.

Dinle toplum arasına konulan bariyer, lâiklik ve çağdaşlık safsatası oldu. Özellikle tek parti dönemine dine dair bir kelâm eden irticacılıkla, millet-i İbrâhim ile alâkalı bir müspet söz ırkçılıkla susturuldu(!). Bahane hazır: “Lâik devlete halel getiriyor, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına dil uzatılıyor!” iftirası…

Bu durum, komşusunun “Bana ördek dedin” darb-ı meselini hatırlattı…

Köyün birinde, komşulardan birine arkadaşları, “ördek” lakabıyla takılırlarmış. Adamsa bundan rahatsız olurmuş. Anadolu köylerinde bu tür yârenliklerin olduğu cümlenin mâlumudur. O köye yakın bir diğer köyden gelen biri, o “ördek” lakabıyla anılan yakın köylü komşuya, “Selâmunaleyküm, nasılsın eyi misin?” dedikten sonra, “Hava biraz bulutlu galiba” demiş. O bunu der demez, beriki, “Sen niye bana ördek dedin, ayıp değil mi?” diye çıkışmış…

Bu sefer hâl hatır soran kişi şaşırmış. Meğer hatır soran köylü “Hava bulutlu” dediğinde yağmur yağarmış, yağmur yağınca sellerle beraber çamur olurmuş ve eh, ördek de sel sularının biriktirdiği çamurda kurtçuk ararmış…

Ördeğin fıtratı böyle!

Uzun yıllar iktidarlar değişse de, Batı hayranı kadroların hâkim olduğu bürokrasi, sanat, edebiyat, diplomasi ve bunun gibi kurumlarda daima “Sen bana niye ördek dedin?” diyenler direksiyondaydılar. Onlara göre lâiklik âdeta tapılan bir din, kendilerine kalkan edindikleri Cumhuriyet’in bânisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında kelâm etmek de günah addedilir idi.

Özellikle son yıllarda Devlet mekanizmasına yerli-millî bir rota çizilirken vesâyet rejimlerine itirazlar kurumsallaşınca, “ördeklerin” boş durmadıklarını, her meselede Devlet aklının karşısına çıktıklarını görüyor ve hayretle (!) seyrediyoruz. İmam-hatip okulları, kılık kıyafet, Anayasa, bize ait mânevî kurumların asıllarına rücu etmesi, ümmetin birliği, Nizâm-ı Âlem, Kızılelma, mazlum coğrafyaların derdi, vahşi kapitalizm, komünizm ve faşizm sultasında kıvranan bîçâreler söz konusu olduğunda, kısaca hak ile bâtılın mücadelesinde hemen önünüze yerli görünümlü ördekler çıkıyor.

En son yaşadığımız birkaç örnekle konuyu toparlamaya çalışayım inşâ-Allah...

Görevinin gereği olarak Allah’ın emrinin müminlere tebliğiyle görevli Diyanet İşleri Başkanı, sapık ilişkilere dair bir hutbe okudu. Başta ana muhalefet, paydaşları-yandaşları, türevleri ve bağlısı cümle fitnevizyon kanalları ve dahi STK görünümlü odaklar, “Bize ördek mi diyorsunuz?” feryad u figânına giriştiler.

Sonra Feth-i Mübîn sembolü, Fatih Sultan Muhammed Han’ın vakıf eseri Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerîfi’nin açılışındaki Cuma hutbesi üzerine yine Diyanet İşleri Başkanı’na “Niçin Atatürk’e hakaret ettin?” dediler. Allah kuru iftiradan saklasın!

Dedim ya, hep “Sen bana niye ördek dedin”…

En son Sayın Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın Bey, “Modernleşmenin bizim için yazdığı hikâye sona ermeli, biz artık kendi hikâyemizi yazmalıyız” deyince, hemen yerli ördekler olarak feveran ettiler: “Atatürk ile inkılâplarından vazgeçiliyor, eksen kayması yaşıyoruz…”

Zaten bir ana muhalefet partisi var ki, evlere şenlik! Bir de çıra satan eski tüfek Marksistlerden, iyiliğe nadan bir vekil var ki, sormayın gitsin! Zaten Biden’in dostlarının içindeki ördeklerden geçilmiyor…

Yazımıza nihâyet vermeden, Devlet aklının ortak görüşü olarak Sayın İbrahim Kalın Bey’in dediklerini biz de özetleyelim burada:

“Bize tarih, yüzyıldan fazla bir süredir Avrupa merkezci bir perspektiften okutuldu. Hâlâ tarihi okurken Avrupa merkezcilikten, onun tortularından ve zihin kalıplarından kurtulabilmiş değiliz. Bugün herhangi bir ortalama vatandaşa sorduğunuz zaman, ister İstanbul’da, ister Saraybosna’da, ister New York’ta, isterse Tokyo’da size anlatacakları tarihin akışıyla ilgili şeyler büyük ölçüde Avrupa merkezci tarih perspektifini yansıtacaktır.

Bugün hâlâ Avrupa merkezci bir perspektifinden kurtulabilmiş değiliz. Birinci Dünya Savaşı’nı analiz ederken ya da anlatırken aynı kalıplar içerisinde düşünmeye devam ediyoruz. Kendi hikâyesinin farkında olmayan milletlerin gelecek inşâ etmesinin mümkün olmadığını görmek, kendi hikâyemizi anlatabilmek zorundayız. Biz kendi hikâyemizi unuttuk. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da söylediği çok kritik bir cümle vardır; ‘Biz, masalı olan insanlarız galiba’ der. Biz masalı olan bir milletin evlâtlarıyız…”

Son söz            

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun da dediği gibi, “siyâsetin Müslümanların kendi aralarında ve dışlarında yer alan dünya içinde Allah’ın emir ve yasaklarını hâkim kılma gâyeleri için başvurulması gereken vâsıtalardan biri olduğuna inanıyoruz”. Diğer bir deyişle, hayra vesîle olacak fiillerimiz ve davranışlarımız İslâmî hayat nizâmına uymalı, İslâm’ı kendi keyfimize göre değil, Allah’ın naslarına göre siyâset yapmalıyız.  

Siyâseti hiçbir zaman gâye edinmeyeceğimizi, kutsal gâyelerin vasıtası olarak, ama önemli ve gerekli bir vâsıtası olarak görmeliyiz. Beşerî ideolojilerin labirentlerine gizlenen fitne ve tuzaklardan azâde ve itikadımızın temel kodlarına göre plân ve projelerimiz hazır olmalıdır.

Yaban ellerin reçetelerine değil, Kur’ân’ın rehberliği ve Risâlet’in ışığına uymalıyız. Bu yol metodumuz olmalıdır. Zorlukların üstesinden gelmeyen muzaffer olamaz. Hakk rızasına tâlib olanın yolu dikenli olabilir. Lâkin akıbet, inananların olacaktır.

Vesselâm…