UZUN
yıllardır gönül tellerimizin sızısını hemdert edinen münevverimizin çoğu, “Modernleşmenin bizim için yazdığı hikâye
sona ermeli, biz artık kendi hikâyemizi yazmalıyız” diyordu. Bunu bazen
yazdıkları eserlerde dile getiriyor, bazen de müspet gördükleri iktidarlara
raporlar marifetiyle sunuyor, ulaştırıyorlardı.“
“Kendi hikâyemiz”… İşte bütün mesele!
İnancı, felsefesi, iktisadı, siyaseti, hukuku, sanatı ve hayat
tarzı ile hem kendimize, hem tüm dünyaya sunacağımız hikâyeyi kim yazacak?
Evvelâ, “Bize önce bir
iktidar lâzım” denildi. Lâkin şimdi anlaşıldı ki, önce bir “fikir” lâzım
imiş! Bu yolda engin bir tarih kültürüne ve mânevî mîrasa sahip olduğumuz vaki,
ancak bize ait fikrin olduğunu söyleyebilmenin şartlarından biri de, o fikrin önündeki
bariyerin kurucularının fitne gücünü, neye tekabül ettiğini izah etmeden,
önümüzü görebilmenin de zorluklarını bilmek… Lâkin son iki yüzyıldır
yaşadıklarımızla yüzleşiyoruz; “tüketim toplumu” içinde yaşarken gelenekten,
aileden, fertten konuşmak, kapitalizmin kanunlarını görmezden gelmek, havanda
su dövmektir. Gelin, bu endişemize sebep olanları izah edelim!
Geçmişten bugüne sosyolojik kıyım
Haçlı/emperyalist Batılılar askerî mânâda İslâm coğrafyasını
istilâ ve zenginliklerini yağma/talan etmek için Viyana Kuşatmasına müteakip,
önlerinde en büyük engel gördükleri Müslüman milletimizi, Sykes-Picot Anlaşması
ile bölmeyi başardılar. Asıl yapmak istedikleri ise, son iki asırda, İslâm
dünyasında akademide uygulanmak üzere üç büyük yıkıcı proje geliştirmekti.
Kısaca bu üç büyük Oryantalist proje şunlardır: Birincisi, İslâm
düşüncesinin İmam-ı Gazâlî ile bittiği masalını yaymak... İkincisi, Cihan Devleti
Osmanlı’yı unutturmak… Üçüncüsü de, Hazreti Peygamber’in (sav) konumunu sarsmak…
Burada tedirgin edici mesele şu: Bu üç hedeften ilk ikisini
gerçekleştirmeyi -büyük ölçüde- başardı Batılılar ve içimizdeki “İrlandalılar”
yani Batılılar ve uzantıları, şimdi Efendimizin (sav) konumunu sarsmak için
hadîslere, Sünnete, mezheplere, bin 400 yıllık İslâm ilim, irfan ve hikmet
birikimine karşı büyük yıkıcı saldırıyı hayata geçirmekle meşguller!
Özellikle son günlerde meydana gelen birkaç mide bulandırıcı
taciz vakası bile bu konuyu izah eder. Batılıların bu üç mesele üzerinden
Müslüman toplumları hedef tahtasına yatırmasının başlıca nedeni, Osmanlı’nın
da, Gazâlî’nin de, Efendimizin (sav) de buluştukları çok hayatî ortak bir
noktanın olması vahdetidir. Hazreti Muhammed’in (sas) Rûhâniyetiyle üçü de
farklı açılardan, kendilerine göre “kurucu” konuma sahipler.
Hazreti Peygamber’in (sav) Sünneti akîdevî açıdan, Gazâlî fikrî
açıdan, Osmanlı da genelde medeniyet tarihi açısından ve özelde siyâsî açıdan
dün “kurucu” roller oynadılar; bugün ve daha önemlisi de yarın yine bu kurucu
rollerini oynayacaklar. Bu fikir, Haçlıların rüyalarını târumâr ediyor, edecektir
(inşâ-Allah).
Hazreti Peygamber’in konumu, değişkenlerin sâbiteleri
yutmasını ve dinin hayattan uzaklaştırılması tehlikesini önlüyor. Kur’ân’ın
hitabı, Sünnetle muhatabını buldu. Sünnet-i Seniyye, Kur’ân’ın ve hitabının,
sırasıyla Mekke sürecinde hayat bulmasını, Medîne sürecinde hayat olmasını,
Mekke ve Medîne süreçlerinin hâsılası demek olan medeniyet sürecinde ise bütün
insanlığa ve varlığa hayat sunmasını sağladı.
İki asırdır yaşadığımız medeniyet buhranının anlaşılmasında,
anlamlandırılmasında ve aşılmasında Kur’ân’ı ve hitabını muhatabına ulaştıran
Efendimizin (sav), dolayısıyla Sünnet-i Seniyye’nin hayatî ve belirleyici bir
rolü olduğunu idrak edebilecek bir ufuk ve derinliğe sahip değiliz ne yazık ki!
Kur’ân asıl, Sünnet usûldür çünkü. Unutmayalım ki, usûlsüz vusûl (varış)
gerçekleşmez. Usûl yoksa, fusûl (sapma ve savrulma) gerçekleşir yalnızca. Sünnet-i
Seniyye, İslâm’ın Kur’ân’da ifade edilen tenzîlî âyetlerini Efendimiz vâsıtasıyla
tekvinî (oluşturma) âyetlere dönüştürüyor: Kur’ân’la doğrudan ve doğurgan bir
irtibatın yol ve yöntemlerini bizzat, bilfiil gözler önüne seriyor.
“Kitaba”
uymazsanız, kitabına uydurmanız kaçınılmaz olur! Lâdini mensupları gerek dışarıda,
gerekse içimizde olsunlar, esas aldıkları yol bakımından Resûlullah’ı
(sas) devre dışı bırakmak düşüncesindedir. Oysa Hazreti Peygamber’i devre dışı
bırakan bir din, bugün kullanıldığı amiyâne tâbirle “kısa devre yapar”; önüne
gelen, din, kendi kafasına göre anlamaya kalkar ve sonunda, ortada dinden eser
kalmaz. Herkes dini kafasına göre yorumlamaya, eğip bükmeye, Protestanize
ederek ve sekülerleştirerek, dine uyacağına dini kendine uydurmaya kalkar.
Televizyon ekranlarında kıymeti kendinden menkul, Cennet
pazarlayan mealcilerden geçilmiyor. Bunun önü alınamaz ise ümmetçe çok acı
çekeceğimiz mukadderdir. Hıristiyanlık bu şekilde hayattan uzaklaştırıldı ve
bitirildi. O yüzden Batı’da önüne gelen İncil yazıyor. Feministler, eşcinseller,
ateistler vesaire…
Orta Çağ Avrupa’sında, “Dini hurâfelerden temizleyeceğiz” diye
yola çıkan Martin Luther (Alman keşiş) ve şürekâsı, dini hayattan
uzaklaştıracak yapıtaşlarını döşemekten, insanları çağdaş hurâfeler çöplüğünün
kölelerine dönüştürmekten başka bir şey yapmadılar. Sonuçta, insanlar dine
uyacaklarına, dini kendilerine uydurdular. Böyle bir sonuç kaçınılmazdı elbette…
Tam bu noktada Efendimizin (sav) hayatî önemini tek bir cümleyle
özlü bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: Efendimiz (sav) Kur’ân’ın
sâbitelerinin değişkenler tarafından yutulmasını ve değişkenlerin sâbite katına
yükseltilmesini önlemiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin sırrı da
işte burada gizlidir!
Tarih boyunca Selçuklular, Eyyûbîler, özellikle de Osmanlıların
İslâm’ın kurucu kaynaklarına sımsıkı tutunarak gerçekleştirdikleri uzun soluklu
yolculuk, değişkenlerin sâbiteleri yutmasının önündeki bütün engelleri bertaraf
eden ve tasavvufî olarak söylersek
“a’yân-ı sâbite”nin (eşyanın görünür hâle
gelmeden önce Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcûdiyeti, zâhir olan varlıkların
Allah’ın ilmindeki mâhiyetleri, gizli hakikatleri değişkenleri
yorumlamasının önünü sonuna kadar açan Ehl-i Sünnet omurganın inşâsıyla
gerçekleştirilen, bin yıl İslâm dünyasını dimdik ayakta tutan ve dünya tarihini
Müslümanların yapmasını mümkün kılan bu ümmîleşme çabasını sarsılmaz bir
ümmetleşme gerçeğine dönüştürmüş, yeryüzünde yaklaşık bin yıllık Müslüman dünya
düzeninin hâkim olmasını sağlamıştır.
Özetle, Batılılar İslâm dünyasını, dolayısıyla İslâm’ı nereden
vuracaklarını çok iyi biliyorlar. Kurucu temelleri yıkmak, bizi millet yapan
itikadi yapımızı tahrip etmek, aşağılık histerisine kapılıp bunun karmaşıklığını
aşılayarak moral değerlerimizi yerle yeksan etmek istemişlerdir.
Peki, milletçe biz bunun farkında mıyız, biliyor muyuz? Hayır!
Yüz yıldır uygulanan politikalardan (!) anlıyoruz ki, biliyor
olsaydık, İslâm’ın insanlığa sunduğu diriltici rûhun usûlünü gösteren Hazreti
Peygamber’e, O’nun izinden giden Ehl-i Sünnet omurgaya, cemaatlere, tarîkatlere
yapılan saldırıların amacının İslâm’ın altını oymak, İslâm’ı devletten ve
toplumdan uzaklaştırmak olduğu gerçeğini görebilirdik!
İkinci medeniyet krizinin aşılması, İslâm’ı hayattan, kültür,
sanat ve düşünce dünyasından uzaklaştıracak “İslâm’ı Protestanlaştırma”
projesinin püskürtülmesine ve zihnimizin çağdaş hurâfeler çöplüğüne
dönüştürülmesinin önlenebilmesine bağlı. Çünkü en son yaşadığımız FETÖ/PYD
hareketi, dinî açıdan bir Haşhaşi sarhoşluğu ve Protestanlaştırma projesi idi. Bu
hareket, ABD’deki Evanjelist mezhebin Türkiye’deki versiyonudur ve tehlike
el’an kimi partiler ve mihraklar tarafından desteklenmektedir.
Devlet aklı ile milletin vahdet etmesi ve bütün kurumların bu
zehirli ve yıkıcı cereyanlara karşı mücadele etmesinin ve muvaffakiyetin yolu,
İslâm’ın kurucu kaynaklarını ve taşıyıcı vâsıtalarını iyi koruyup çağın
problemlerini “Asrın idrakine sunmalı İslâm” düsturu ile Vahyin ışığında
anlayıp aşabilecek güçlü bir medeniyet fikriyatının ve külliyatının ortaya
konulmasına bağlıdır. Ayrıca fikirden sanata, kültürden edebiyatın bütün
alanlarına kadar her alanda bize ait “yeni bir hikâye yazmaktır”.
“Millet olarak mücadelenin neresindeyiz ve neler yapabiliriz?”
düşüncesiyle bize kurulan kumpası ile dünün serencâmından bahsedelim…
Osmanlı Devleti yıkılmaya yüz tuttuğunda, başta
Sultan İkinci Abdülhamid Han olmak üzere, devlet adamları ve aydınlar bu çöküşü
önlemeye çalıştılar. Memleketi kurtarmak, ülkenin istikbâline el koymak üzere
üç fikir akımı yaygınlık kazandı. Bunlar İslâmcılık, Türkçülük ve Garpçılık
idi.
Ancak Garpçılığın Tanzimat’tan itibaren
devletin resmî görüşü olduğunu, Batı’nın eğitim sistemi yanında kanunların da
peyderpey iktibas edildiğini biliyoruz. Süreç içinde Türkçülük ile
Garpçılık harmanlanarak, Cumhuriyet ile kurulan müesses nizâma temel teşkil
etti. İslâmcılık etkisini kaybetti ve İslâm da paranteze alındı.
Bir ördek hikâyesi, bir de bizim hikâyemiz
Ancak Müslüman Türk’ün hem dünyevî, hem uhrevî
hayatını asırlardır tanzim eden İslâm, bir şekilde hayatiyetini sürdürdü. Fakat
özellikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde düne dair ne varsa ya
tamamen redd-i mîras yapıldı ya da (temelinden kaldırılması mümkün olmayanlara)
moda deyimle “Batı tarzı format” atıldı. Dinî değerler âdeta mayın tarlası
şekline dönüştürüldü.
Dinle toplum arasına konulan bariyer, lâiklik
ve çağdaşlık safsatası oldu. Özellikle tek parti dönemine dine dair bir kelâm
eden irticacılıkla, millet-i İbrâhim ile alâkalı bir müspet söz ırkçılıkla
susturuldu(!). Bahane hazır: “Lâik devlete halel getiriyor, Cumhuriyet’in
kurucu kadrolarına dil uzatılıyor!” iftirası…
Bu durum, komşusunun “Bana ördek dedin” darb-ı
meselini hatırlattı…
Köyün birinde, komşulardan birine arkadaşları,
“ördek” lakabıyla takılırlarmış. Adamsa bundan rahatsız olurmuş. Anadolu
köylerinde bu tür yârenliklerin olduğu cümlenin mâlumudur. O köye yakın bir
diğer köyden gelen biri, o “ördek” lakabıyla anılan yakın köylü komşuya, “Selâmunaleyküm,
nasılsın eyi misin?” dedikten sonra, “Hava biraz bulutlu galiba” demiş. O bunu
der demez, beriki, “Sen niye bana ördek dedin, ayıp değil mi?” diye çıkışmış…
Bu sefer hâl hatır soran kişi şaşırmış. Meğer hatır
soran köylü “Hava bulutlu” dediğinde yağmur yağarmış, yağmur yağınca sellerle
beraber çamur olurmuş ve eh, ördek de sel sularının biriktirdiği çamurda
kurtçuk ararmış…
Ördeğin fıtratı böyle!
Uzun yıllar iktidarlar değişse de, Batı hayranı
kadroların hâkim olduğu bürokrasi, sanat, edebiyat, diplomasi ve bunun gibi
kurumlarda daima “Sen bana niye ördek dedin?” diyenler direksiyondaydılar.
Onlara göre lâiklik âdeta tapılan bir din, kendilerine kalkan edindikleri
Cumhuriyet’in bânisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk hakkında kelâm etmek de günah
addedilir idi.
Özellikle son yıllarda Devlet mekanizmasına
yerli-millî bir rota çizilirken vesâyet rejimlerine itirazlar kurumsallaşınca,
“ördeklerin” boş durmadıklarını, her meselede Devlet aklının karşısına
çıktıklarını görüyor ve hayretle (!) seyrediyoruz. İmam-hatip okulları, kılık
kıyafet, Anayasa, bize ait mânevî kurumların asıllarına rücu etmesi, ümmetin
birliği, Nizâm-ı Âlem, Kızılelma, mazlum coğrafyaların derdi, vahşi kapitalizm,
komünizm ve faşizm sultasında kıvranan bîçâreler söz konusu olduğunda, kısaca
hak ile bâtılın mücadelesinde hemen önünüze yerli görünümlü ördekler çıkıyor.
En son yaşadığımız birkaç örnekle konuyu
toparlamaya çalışayım inşâ-Allah...
Görevinin gereği olarak Allah’ın emrinin müminlere
tebliğiyle görevli Diyanet İşleri Başkanı, sapık ilişkilere dair bir hutbe
okudu. Başta ana muhalefet, paydaşları-yandaşları, türevleri ve bağlısı cümle
fitnevizyon kanalları ve dahi STK görünümlü odaklar, “Bize ördek mi
diyorsunuz?” feryad u figânına giriştiler.
Sonra Feth-i Mübîn sembolü, Fatih Sultan
Muhammed Han’ın vakıf eseri Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerîfi’nin açılışındaki
Cuma hutbesi üzerine yine Diyanet İşleri Başkanı’na “Niçin Atatürk’e hakaret
ettin?” dediler. Allah kuru iftiradan saklasın!
Dedim ya, hep “Sen bana niye ördek dedin”…
En son Sayın Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim
Kalın Bey, “Modernleşmenin bizim için
yazdığı hikâye sona ermeli, biz artık kendi hikâyemizi yazmalıyız” deyince,
hemen yerli ördekler olarak feveran ettiler: “Atatürk ile inkılâplarından vazgeçiliyor, eksen kayması yaşıyoruz…”
Zaten bir ana muhalefet partisi var ki, evlere
şenlik! Bir de çıra satan eski tüfek Marksistlerden, iyiliğe nadan bir vekil
var ki, sormayın gitsin! Zaten Biden’in dostlarının içindeki ördeklerden
geçilmiyor…
Yazımıza nihâyet vermeden, Devlet aklının ortak
görüşü olarak Sayın İbrahim Kalın Bey’in dediklerini biz de özetleyelim burada:
“Bize
tarih, yüzyıldan fazla bir süredir Avrupa merkezci bir perspektiften okutuldu.
Hâlâ tarihi okurken Avrupa merkezcilikten, onun tortularından ve zihin
kalıplarından kurtulabilmiş değiliz. Bugün herhangi bir ortalama vatandaşa
sorduğunuz zaman, ister İstanbul’da, ister Saraybosna’da, ister New York’ta,
isterse Tokyo’da size anlatacakları tarihin akışıyla ilgili şeyler büyük ölçüde
Avrupa merkezci tarih perspektifini yansıtacaktır.
Bugün
hâlâ Avrupa merkezci bir perspektifinden kurtulabilmiş değiliz. Birinci
Dünya Savaşı’nı analiz ederken ya da anlatırken aynı kalıplar içerisinde
düşünmeye devam ediyoruz. Kendi hikâyesinin farkında olmayan milletlerin
gelecek inşâ etmesinin mümkün olmadığını görmek, kendi hikâyemizi anlatabilmek
zorundayız. Biz kendi hikâyemizi unuttuk. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’da
söylediği çok kritik bir cümle vardır; ‘Biz, masalı olan insanlarız galiba’
der. Biz masalı olan bir milletin evlâtlarıyız…”
Son
söz
Rahmetli
Muhsin Yazıcıoğlu’nun da dediği gibi, “siyâsetin Müslümanların kendi aralarında
ve dışlarında yer alan dünya içinde Allah’ın emir ve yasaklarını hâkim kılma gâyeleri
için başvurulması gereken vâsıtalardan biri olduğuna inanıyoruz”. Diğer bir
deyişle, hayra vesîle olacak fiillerimiz ve davranışlarımız İslâmî hayat nizâmına
uymalı, İslâm’ı kendi keyfimize göre değil, Allah’ın naslarına göre siyâset
yapmalıyız.
Siyâseti
hiçbir zaman gâye edinmeyeceğimizi, kutsal gâyelerin vasıtası olarak, ama
önemli ve gerekli bir vâsıtası olarak görmeliyiz. Beşerî ideolojilerin
labirentlerine gizlenen fitne ve tuzaklardan azâde ve itikadımızın temel
kodlarına göre plân ve projelerimiz hazır olmalıdır.
Yaban
ellerin reçetelerine değil, Kur’ân’ın rehberliği ve Risâlet’in ışığına
uymalıyız. Bu yol metodumuz olmalıdır. Zorlukların üstesinden gelmeyen muzaffer
olamaz. Hakk rızasına tâlib olanın yolu dikenli olabilir. Lâkin akıbet,
inananların olacaktır.
Vesselâm…