Ölü
taklidi
Bizi
yönetmeye talip bir tipoloji var: “Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî imkânlarını
biz değerlendireceğiz ve günlük hayatınıza şekil ve içerik kalıbı bastıracağız.
Bunu Atatürk devrimlerini yorumlayarak başlatacak ve Nutuk’tan alıntılarla
sürdüreceğiz. Bize itiraz edenleri ‘devrim düşmanları’, eylemlerini de ‘Kurtuluş
liderimize saldırı!’ diye tanımlayıp soruşturma ve kovuşturma aşamalarında
sürüm sürüm süründüreceğiz!”
Bizi
yönetmeye talip bir başka tipoloji daha var: “Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî
imkânlarını biz değerlendireceğiz ve günlük hayatınıza şekil ve içerik kalıbı
bastıracağız. Bunu ayet ve hadis okuyup yorumlayarak başlatacak ve büyük zâtlardan
alıntılarla sürdüreceğiz. Bize itiraz edenleri ‘din düşmanı’, eylemlerini de
‘Nebî’yi inkâr ediyorlar!’ diye yaftalayacak, dünyada sizi tekfir edeceğiz. Böylece
ahirette de hiçbir şansınız olmayacak!”
Bu
iki tipoloji arasından sıyrılarak öne atılan üçüncü bir tipoloji daha var:
“Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî imkânlarını biz değerlendireceğiz ve günlük
hayatınıza şekil ve içerik kalıbı bastıracağız. Bunu modernite, demokrasi,
seküler hayat ve çağdaş dünya ile uyumlu laik hayat adına biz yapacağız. Bunu ülkenizin
BM ve NATO üyesi olduğunu hatırlatarak başlatacak ve ülkenizdeki askerî,
ekonomik ve kültürel egemenliğimizi hatırlatarak sürdüreceğiz. Bize itiraz
edilirse eğer, bu eylemi ‘dünyadan kopuş, demokrasi ve hukuk sisteminden
uzaklaşan diktatörlük süreci’ diye tanımlayacak ve gerekirse halkı diktatörden
kurtarmak için müdahalede bulunup itiraz edenleri alaşağı edeceğiz!”
Bu
tipolojilerin üçü de bir yerde duruyor: Güç!
Halklar,
güce talip tipolojilerin kullandıkları dilden, örnekledikleri “size özel
sunum”dan çabuk etkileniyorlar. Halklar çoğu zaman bu tipolojileri “gerçek
devrim”, “sahih İslâm” veya “modern hayat” sanabiliyorlar. Oysa burada
hastalıklı üç tipoloji var. Üçü de birer sömürü ağı ve özde sadece güç
tapıcıları. Nitekim bu üç tipolojinin de finali aynı: Zulüm ve kirletilmiş
dünya, sömürülmüş halk…
Peki,
“yönetmeye talip olmak” ve “yönetilmeyi vekâletlendirmek” hangi koşul ve yöntemlerde
meşru ve adil kalacak? Asıl önemli olan, nasıl bir ahitleşme üzere olursa
zulmeden, hastalıklı olmaktan uzak, insana ve insanlığa yakışır bir doğal güç
ahvalinde sürecek?
Türkiye
yüzyıldır bu üç hastalıklı tipolojinin kavgasının bedelini ödüyor ve nesiller
sömürülüyor. Biri ülkenin yakın tarihindeki bir lideri sömürmek, bir diğeri de
inancın güzide örneği Nebî’yi kullanmakla meşgulken, iki tipolojiyi birbirine
kırdıran küresel hasta tipoloji ise, “çözümsüzlük” sendromunu besleyen bin bir
senaryoyu filmleştirmekle meşgul. Sonuçta Müslüman coğrafyanın hâli ve acısı
ortada!
“Mustafa
Kemal”, “Hz. Muhammed” ve “modern insan” tipi üzerinden kan davası sürmekten,
nefret sarmalında kuşak harcamaktan histerik düzeyde zevk alan sosyal tabakalar
oluşturuldu. Peki, bu sosyal tabakalar bu hastalıklı hâli neden “normal hayat”
şeklinde benimsiyorlar? Kuşkusuz bu soruya cevapsızlık sarmalı oluşturan bir cevap
zinciri bağlanabilir. İnsan, ayak ve el bağı olan ve de boyundurukla
tamamlanarak köleleştirilmiş aklın sebebinin “güç adayı cevaplar” olduğunu
unutabilir. Oysa güç, gücünü cevaplarından alır ve çoğu zaman da bu cevaplar,
soruya karşılık gelen özellikler taşımazlar. Gücün beslendiği cevaplar, cevaba
hizmet eden sorularla başlar. Güç, cevabı zor durumda bırakacak sorulardan
hoşlanmaz.
Nitekim
yukarıda hatırlattığımız üç hastalıklı tipoloji, aynı metodu kullanır: Sorusu ile gelen cevaplar…
Oysa
Türkiye’de “Mustafa Kemal, Hz. Muhammed ve modern insan” kurgusu, soruların
cevabı olarak ele alınmaz; aksine, cevapların kendi sorularıyla geldiği birer
çözümsüzlük maskesi olarak kullanılırlar. Bu tarzın ana nedeni, güce talip olmaktır.
Ancak güce ulaşmak ve ulaştıktan sonra elde tutmak noktasındaki espri/sır şudur:
“Yaşam tarzı”…
Bu
tip, Müslüman toplumda istediği yaşam tarzını İslâm ile izah edemeyeceğini
gördüğünde Mustafa Kemal’in yaşam tarzına sığınarak “Onu yaşatırsam, özelimi de
yaşatırım!” gibi iradesiz talepler oluşturmak üzerinden tuhaf ve çelişkili
yönelişler tercih edilebiliyor. Çünkü kendi iradesiyle, farkındalık içinde,
Müslüman toplumda emir ve yasaklara ilişkin “kişisel hukuk” veya “kulluk
kalkanı” geliştiremeyeceğini düşünüyor. Çünkü bunu denediğinde, sürek avına
çıkmış diğer tipolojinin güç arayışının yemi olacağına inanıyor.
Yaşadığı
çağın reel ve olgusal süreçleriyle yüzleşmeye, kontrollü müdahalelerle kendi
özgünlüğünü yaşatmaya gücü yetmeyen, dindarlığının yaşam koşullarını kuramayan,
modernlik karşısında tutunamayan ve tüm bu yanlarını gizlemek için
“şeytanlaştırılmış hayat” senaryolarıyla “Yeryüzü küfür kusuyor, Kurtarıcı
bekleniyor!” ve “Geldi! Ben de onu kutsuyorum! Öldür küfrü!” marşıyla yatıp
kalkan tipoloji ise, kendi örnekliğinde yaşam tarzı odaklı toplumsal rollere
tanık ettirmek yerine, yaşam tarzını Mustafa Kemal ile fanuslayan sosyal
tabakalarla baş edemeyince, onları da “ölüyü taklit etmek” ile suçlayarak “Deccal
masalları” anlatmaya yöneliyor.
Oysa
mümin, yaşam tarzını hayatta olmayan biri üzerinden konuşlandırmadığı gibi, onun
üzerinden kurgulanacak İslâm dışı hiçbir operasyondan da etkilenmez. Keza bu
sendroma düşmüş dindarların birbirlerine anlattıkları Mustafa Kemal, en az
kendi yaşam tarzını onunla fanuslayan sosyal tabakalar kadar gerçekten uzak ve kendine
yakın bir oyun hamuru tadında efsanelerle doludur. Mustafa Kemal’in
Müslümanlığını “Türk usûlü Müslümanlık” şamanlığında yorumlayan Kemalistler
kadar, onun Müslümanlığı üzerinden kendi dindarlığını pekiştiren refleksler de aynı
tuzaktadır: “Ölü taklidi”...
Güç
kodları
Oysa
kendi yaşam tarzını Mustafa Kemal üzerinden yaşatmaya çalışanlarla Mustafa
Kemal üzerinden kapışmak, asgarî düzeyde aymazlıktır. Çünkü mümin, başkasının
yaşam tarzını sorgulayarak kendi mümin duruşunu/imanını inşâ etmez.
Dini
sömürerek güce talip olanların bedeviliğini gerekçe gösterip, Mustafa Kemal
üzerinden “Türk usûlü din tarifi” yapmak ise, asgarî düzeyde ahmaklıktır. Çünkü
İslâm tarihinde bu metottan yol bulan tek bir sosyal tabaka yoktur. Demek ki
mesele, insan ve güç ilişkisinin kodlarındadır. Peki, bu kodlar nelerdir?
Güç
kodları: Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Mehmed
Âkif Ersoy…
“Gücün
kodları” tarifini belirtmek için neden yakın tarihten bu üç ismi tercih ettim?
Çünkü
bu üç ismin tarihî rolleri ile yukarıdaki üç tipoloji arasında bir ilişki var.
Bir başka ifadeyle, yukarıdaki üç tipoloji adına kendi hâllerini geçmişteki bu
üç isimle düzleştirip hâlleştirerek bir tarih uydurmak ve bu uydurduklarını da gelecek
senaryosu kılmakla meşgul çevreler var. Ne kötü meşguliyetler bunlar!
Abdülhamid,
Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy değil sadece, neredeyse farklı alanlarda
hizmet etmiş yine birbirinden farklı birçok isim, ısrarla tarihî rollerinden,
kendi bağlamlarından ve hatta kendi tipoloji kategorilerinden tamamen
yalıtılarak, zihin ve politika laboratuvarında yeniden üretilip uydurularak
kullanılmışlardır ve kullanılmaya devam edilmektedirler. Âdeta bu isimler,
yaşam tarzlarına parkur açmak isteyen ve yapıp ettiklerini meşru göstermek
isteyenler adına “O da böyle yaptı!” koduyla oluşturulan sözlükler geliştirilerek
bir sosyal tabakalaşma diline yardım ve yataklık nesnesi kılınmışlardır.
Örneğin,
“Mustafa Kemal başından beri ateistti.
Ancak Müslüman toplumda bunu uzun süre gizlemek durumunda kaldı ve gücü elde
edince de İslâm ve Müslümanlara savaş açtı!” diyerek kampanya yürüten Can
Dündar’ın üniversite turları, sadece Can Dündar’ın kendi ateistliğini Müslüman
toplumda kusma kuluçkası olarak “Atatürkçü” tipoloji geliştirmesi adına
kullanması da, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Son İslâmcı Atatürk idi! Kur’ân İslâm’ını
temsil ediyordu” söylemiyle yaptığı betimlemede kendi statüsünü aşamalandırmak
amacı ve kariyer CV’sinde kullanması da aynı kaynaktan besleniyor: “Güç
seansları”…
Bir
de yeni bir kampanya olup Haydar Baş’ın başlattığı ve “Atatürk’e karşı çıkmak,
Ehl-i Beyt’e isyandır! O, iki koldan seyyiddir” diye yürütülen “ölü taklidi”
modasının üçüncü sınıf mahalle arası jargonu, aslında “ölü taklidi pazarı”nda
tezgâh kuran “güç esnafları”ndan sadece bazılarıdır. Doğu Perinçek’in “Kemalizm’i
yıkmak için örgütlenmiş bir proje olan Recep Tayyip Erdoğan, Kemalizm’e teslim
oldu” şeklindeki anonsları da ölü taklidi pazarında ezan-salâ okunmasına
benziyor.
Özellikle
dizilere de kokusunu bırakan “Ben demedim, o dedi!” kurnazlığı yaygınlaşıyor. “Payitaht:
Abdülhamid” adlı dizi üzerinden geliştirilen “dünün hakanı, yarının başkanı”
tadı, “Diriliş: Ertuğrul” adlı dizi üzerinden geliştirilen devlet
milliyetçiliği kadrajı ve “Muhteşem Yüzyıl” adlı dizi üzerinden anlamlandırılan
“Sosyete hayatı, zaten özünde Süleyman’daki muhteşemliktir” serenadı, aslında
son yüz yıldır toplumumuzda geliştirilen “İslâm’da Çözümsüzlükler” adı
verilebilecek ansiklopedinin bir indeksi hükmündedir. Demek ki burada “Abdülhamid,
Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy” üzerinden devam eden bir sosyoloji var.
Başka bir ifadeyle, zaten akan sosyoloji yatakları mevcut ve bu yataklarda,
seyr ü sefer içinde yürütülen gemiler var. Böylelikle sadece bu gemilere, düzenlenen
törenlerle isimleri veriliyor.
“Abdülhamid”
devlet milliyetçiliğinin, “Mustafa Kemal” Batılı yaşam tarzının ve “Mehmed Âkif”
ise toplum ümmetçiliğinin yatakları olarak sosyal tabakalaşmada ikonlaştırılırsa,
o zaman aynı toplumun fertleri olan bu isimler gibi, aynı toplumun diğer
alanlardaki fertleri de birer “çözümsüzlük kaynağı”na evrilirler. Nazım Hikmet
ve Necip Fazıl ikonlaştırmasının zamanla ideoloji hamuru hâline getirilip birer
“acıkınca yenilen helvalı ikon”a dönüşmesi de “gücün ayak oyunları”
hükmündedir.
Oysa
mümin, tarihi okuduğunda “Müminler kardeştir” ve “Müminler kendi aralarında
merhametli, kâfirlere karşı şiddetlidir” düsturlarını hayatın içinde
anlamlandırırlar. “Yalan söyleyen tarih utansın!” demek yerine, “Doğruları
yaşamayanlar utansın!” sosyolojisini merkeze alarak, “Hayatta olmayanın, cevap
hakkını kullanma imkânı da yoktur; dolayısıyla adalet tam tecelli etmez!”
şiarını eksen almak gerekir.
Örneğin
1922 ile 1936 yılları arasında bu topraklarda yaşananları çözümleyerek ve çözüme
kavuşturarak gelecek inşâ etmeye kalkmak, sadece gücü elde etmek isteyenlere
ülkeyi teslim etmek olur. Oysa bizim bilincimiz açık olmalı: İslâm karşıtlığını
kim, hangi isim veya tarihî olay üzerinden yürütmeye kalkarsa, buna müsaade
etmemeliyiz! Çünkü biz, bize ayet ve hadis okuyup üstümüzde sulta kurmaya
kalkanlara da müsaade etmeyecek aynı bilinç açıklığında durmaktayız.
Toplum,
kendi özel yaşamını vefat etmiş isimler üzerinden gizlemeye başlamış ve “Herkesin
özel yaşamı kendine!” demekle her türlü yaşam tarzına açık toplum iddiasını
hayatta olmayan isimler üzerinden meşrulaştırma gayreti taşıyorsa, burada tek
plândan bahsedilebilir: “Güçlü azınlık ve aldatılmış halk”…
Peki,
halk, aldatıldığını bile bile buna göz yumarak ne elde edebilir? Yani güce uzak
kalan halk, ne ile avunur?
Çok
açık: “Ölü seviciliği”!
Neyin
iyi veya neyin kötü olarak tanımlanacağı, hak ve batılı ayıran çizgi, hakikat
ve hikmetin sözlüğünü Mustafa Kemal’e teslim eden, yaşam tarzının tüm
değerlerini “O öyle yaşadı!” diye benimseyen tipoloji, hasta bir tipolojidir ve
bir avuç insanı geçmez. Durum böyle iken, Mustafa Kemal’i “hakikatin düşmanı
veya İslâm’ın Deccal’i” diye masallaştırmak da kendine düşmanı geçmişten seçmek
gibi bir kendini erteleme metodudur.
Abdülhamid’i
“Devlet hakanı ise tartışılmazdır!” ikonu ile tütsüleyip devlet kutsamasını
sürdürme gayretindeki tipolojilerle “Mustafa Kemal yeryüzünün en büyük dâhisi
idi ve o olmasaydı soy ağacı devrilirdi!” gibi söylemlere sahip zihin budalası
tipolojiler, aynı yuvadan çıkmış güç virüsleridir. Peki, Abdülhamid, Mustafa
Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy’un ilişkileri ve karşılıklı aldıkları pozisyonu
görünce ortaya çıkan tablo nedir?
Zaten
tam da bu noktada, ısrarla şunun altını çizmek istedik: “Bu bir soru değil, sorusu
ile beraber gelen cevaptır!”
Bunu
nereden biliyoruz? Çünkü bu sorunun cevabı yok! Bugün birbirine cevap
yetiştirenlerin cevaplarıyla getirdikleri onlarca sorudan biridir bu. Ve sadece
güce talip süreçlerin basit alıştırmalarıdır.
Mehmed
Âkif Ersoy’un Abdülhamid’e karşı muhalefet şerhi düştüğü konular, Mustafa Kemal’in
1923 sonrası tercihleri ve muhaliflerine karşı geliştirdiği operasyonların hiçbiri
bugüne cevap veremez! Çünkü soru “canlı”dır ve bu ânı, yaşanan zaman ve mekânı
içerir. Bugünün sorusunun cevabı, yarında değildir! Bu, büyük bir tarih
sihridir.
Peki,
bugünün sorusunun cevabı dünde değilse, dün, bugünün nesi olur?
Evet,
işte bu bir sorudur! Hem de dünü de, bugünü de terleten bir soru…
Bir
ayeti hatırlayalım mı? “Geçmiştekilerin
kazandıkları onlara, sizinki size aittir. (Siz geçmiştekilerin yapıp
ettiklerine göre aldığınız tarafla değil,) Kendi ellerinizle yaptıklarınızdan
hesaba çekileceksiniz!” (Bakara, 141)
Peki,
Firavun’dan neden bahis açılır? Rabbin gücünü hatırlamak için… Değilse, ölü
adamı kendi zamanında mezarından çıkarıp çıkarıp öldürmek, kötü bir öç alma
şeklidir ve hastalıklıdır. Çünkü ölüyü çıkarıp asanları, tarih “lânetli” olarak
anıyor zaten. Ölüyü kaldırıp onunla yaşamaksa, ölümü çözememiş bir akıl
tutulmasıdır. Şimdi siz, Kemalistlerin akıl tutulması yüzünden kendi dününüzü
inkâr mı edeceksiniz? Veya akılsız din sömürücülerini gösterip İslâm’ı toplumun
dışına mı gömeceksiniz?
Üç
hasta tipoloji var zaten, dördüncüsünü kaldırmaz bu toplum, “ölür”!