Kemalizm’in mevlidi

Firavun’dan neden bahis açılır? Rabbin gücünü hatırlamak için… Değilse, ölü adamı kendi zamanında mezarından çıkarıp çıkarıp öldürmek, kötü bir öç alma şeklidir ve hastalıklıdır. Çünkü ölüyü çıkarıp asanları, tarih “lânetli” olarak anıyor zaten. Ölüyü kaldırıp onunla yaşamaksa, ölümü çözememiş bir akıl tutulmasıdır. Şimdi siz, Kemalistlerin akıl tutulması yüzünden kendi dününüzü inkâr mı edeceksiniz? Veya akılsız din sömürücülerini gösterip İslâm’ı toplumun dışına mı gömeceksiniz?

Ölü taklidi

Bizi yönetmeye talip bir tipoloji var: “Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî imkânlarını biz değerlendireceğiz ve günlük hayatınıza şekil ve içerik kalıbı bastıracağız. Bunu Atatürk devrimlerini yorumlayarak başlatacak ve Nutuk’tan alıntılarla sürdüreceğiz. Bize itiraz edenleri ‘devrim düşmanları’, eylemlerini de ‘Kurtuluş liderimize saldırı!’ diye tanımlayıp soruşturma ve kovuşturma aşamalarında sürüm sürüm süründüreceğiz!”

Bizi yönetmeye talip bir başka tipoloji daha var: “Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî imkânlarını biz değerlendireceğiz ve günlük hayatınıza şekil ve içerik kalıbı bastıracağız. Bunu ayet ve hadis okuyup yorumlayarak başlatacak ve büyük zâtlardan alıntılarla sürdüreceğiz. Bize itiraz edenleri ‘din düşmanı’, eylemlerini de ‘Nebî’yi inkâr ediyorlar!’ diye yaftalayacak, dünyada sizi tekfir edeceğiz. Böylece ahirette de hiçbir şansınız olmayacak!”

Bu iki tipoloji arasından sıyrılarak öne atılan üçüncü bir tipoloji daha var: “Sizi yöneteceğiz, ülkenin maddî imkânlarını biz değerlendireceğiz ve günlük hayatınıza şekil ve içerik kalıbı bastıracağız. Bunu modernite, demokrasi, seküler hayat ve çağdaş dünya ile uyumlu laik hayat adına biz yapacağız. Bunu ülkenizin BM ve NATO üyesi olduğunu hatırlatarak başlatacak ve ülkenizdeki askerî, ekonomik ve kültürel egemenliğimizi hatırlatarak sürdüreceğiz. Bize itiraz edilirse eğer, bu eylemi ‘dünyadan kopuş, demokrasi ve hukuk sisteminden uzaklaşan diktatörlük süreci’ diye tanımlayacak ve gerekirse halkı diktatörden kurtarmak için müdahalede bulunup itiraz edenleri alaşağı edeceğiz!”

Bu tipolojilerin üçü de bir yerde duruyor: Güç!

Halklar, güce talip tipolojilerin kullandıkları dilden, örnekledikleri “size özel sunum”dan çabuk etkileniyorlar. Halklar çoğu zaman bu tipolojileri “gerçek devrim”, “sahih İslâm” veya “modern hayat” sanabiliyorlar. Oysa burada hastalıklı üç tipoloji var. Üçü de birer sömürü ağı ve özde sadece güç tapıcıları. Nitekim bu üç tipolojinin de finali aynı: Zulüm ve kirletilmiş dünya, sömürülmüş halk…

Peki, “yönetmeye talip olmak” ve “yönetilmeyi vekâletlendirmek” hangi koşul ve yöntemlerde meşru ve adil kalacak? Asıl önemli olan, nasıl bir ahitleşme üzere olursa zulmeden, hastalıklı olmaktan uzak, insana ve insanlığa yakışır bir doğal güç ahvalinde sürecek?

Türkiye yüzyıldır bu üç hastalıklı tipolojinin kavgasının bedelini ödüyor ve nesiller sömürülüyor. Biri ülkenin yakın tarihindeki bir lideri sömürmek, bir diğeri de inancın güzide örneği Nebî’yi kullanmakla meşgulken, iki tipolojiyi birbirine kırdıran küresel hasta tipoloji ise, “çözümsüzlük” sendromunu besleyen bin bir senaryoyu filmleştirmekle meşgul. Sonuçta Müslüman coğrafyanın hâli ve acısı ortada!

“Mustafa Kemal”, “Hz. Muhammed” ve “modern insan” tipi üzerinden kan davası sürmekten, nefret sarmalında kuşak harcamaktan histerik düzeyde zevk alan sosyal tabakalar oluşturuldu. Peki, bu sosyal tabakalar bu hastalıklı hâli neden “normal hayat” şeklinde benimsiyorlar? Kuşkusuz bu soruya cevapsızlık sarmalı oluşturan bir cevap zinciri bağlanabilir. İnsan, ayak ve el bağı olan ve de boyundurukla tamamlanarak köleleştirilmiş aklın sebebinin “güç adayı cevaplar” olduğunu unutabilir. Oysa güç, gücünü cevaplarından alır ve çoğu zaman da bu cevaplar, soruya karşılık gelen özellikler taşımazlar. Gücün beslendiği cevaplar, cevaba hizmet eden sorularla başlar. Güç, cevabı zor durumda bırakacak sorulardan hoşlanmaz.

Nitekim yukarıda hatırlattığımız üç hastalıklı tipoloji, aynı metodu kullanır: Sorusu ile gelen cevaplar…

Oysa Türkiye’de “Mustafa Kemal, Hz. Muhammed ve modern insan” kurgusu, soruların cevabı olarak ele alınmaz; aksine, cevapların kendi sorularıyla geldiği birer çözümsüzlük maskesi olarak kullanılırlar. Bu tarzın ana nedeni, güce talip olmaktır. Ancak güce ulaşmak ve ulaştıktan sonra elde tutmak noktasındaki espri/sır şudur: “Yaşam tarzı”…

Bu tip, Müslüman toplumda istediği yaşam tarzını İslâm ile izah edemeyeceğini gördüğünde Mustafa Kemal’in yaşam tarzına sığınarak “Onu yaşatırsam, özelimi de yaşatırım!” gibi iradesiz talepler oluşturmak üzerinden tuhaf ve çelişkili yönelişler tercih edilebiliyor. Çünkü kendi iradesiyle, farkındalık içinde, Müslüman toplumda emir ve yasaklara ilişkin “kişisel hukuk” veya “kulluk kalkanı” geliştiremeyeceğini düşünüyor. Çünkü bunu denediğinde, sürek avına çıkmış diğer tipolojinin güç arayışının yemi olacağına inanıyor.

Yaşadığı çağın reel ve olgusal süreçleriyle yüzleşmeye, kontrollü müdahalelerle kendi özgünlüğünü yaşatmaya gücü yetmeyen, dindarlığının yaşam koşullarını kuramayan, modernlik karşısında tutunamayan ve tüm bu yanlarını gizlemek için “şeytanlaştırılmış hayat” senaryolarıyla “Yeryüzü küfür kusuyor, Kurtarıcı bekleniyor!” ve “Geldi! Ben de onu kutsuyorum! Öldür küfrü!” marşıyla yatıp kalkan tipoloji ise, kendi örnekliğinde yaşam tarzı odaklı toplumsal rollere tanık ettirmek yerine, yaşam tarzını Mustafa Kemal ile fanuslayan sosyal tabakalarla baş edemeyince, onları da “ölüyü taklit etmek” ile suçlayarak “Deccal masalları” anlatmaya yöneliyor.

Oysa mümin, yaşam tarzını hayatta olmayan biri üzerinden konuşlandırmadığı gibi, onun üzerinden kurgulanacak İslâm dışı hiçbir operasyondan da etkilenmez. Keza bu sendroma düşmüş dindarların birbirlerine anlattıkları Mustafa Kemal, en az kendi yaşam tarzını onunla fanuslayan sosyal tabakalar kadar gerçekten uzak ve kendine yakın bir oyun hamuru tadında efsanelerle doludur. Mustafa Kemal’in Müslümanlığını “Türk usûlü Müslümanlık” şamanlığında yorumlayan Kemalistler kadar, onun Müslümanlığı üzerinden kendi dindarlığını pekiştiren refleksler de aynı tuzaktadır: “Ölü taklidi”...

Güç kodları

Oysa kendi yaşam tarzını Mustafa Kemal üzerinden yaşatmaya çalışanlarla Mustafa Kemal üzerinden kapışmak, asgarî düzeyde aymazlıktır. Çünkü mümin, başkasının yaşam tarzını sorgulayarak kendi mümin duruşunu/imanını inşâ etmez.

Dini sömürerek güce talip olanların bedeviliğini gerekçe gösterip, Mustafa Kemal üzerinden “Türk usûlü din tarifi” yapmak ise, asgarî düzeyde ahmaklıktır. Çünkü İslâm tarihinde bu metottan yol bulan tek bir sosyal tabaka yoktur. Demek ki mesele, insan ve güç ilişkisinin kodlarındadır. Peki, bu kodlar nelerdir?

Güç kodları: Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy…

“Gücün kodları” tarifini belirtmek için neden yakın tarihten bu üç ismi tercih ettim?

Çünkü bu üç ismin tarihî rolleri ile yukarıdaki üç tipoloji arasında bir ilişki var. Bir başka ifadeyle, yukarıdaki üç tipoloji adına kendi hâllerini geçmişteki bu üç isimle düzleştirip hâlleştirerek bir tarih uydurmak ve bu uydurduklarını da gelecek senaryosu kılmakla meşgul çevreler var. Ne kötü meşguliyetler bunlar!

Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy değil sadece, neredeyse farklı alanlarda hizmet etmiş yine birbirinden farklı birçok isim, ısrarla tarihî rollerinden, kendi bağlamlarından ve hatta kendi tipoloji kategorilerinden tamamen yalıtılarak, zihin ve politika laboratuvarında yeniden üretilip uydurularak kullanılmışlardır ve kullanılmaya devam edilmektedirler. Âdeta bu isimler, yaşam tarzlarına parkur açmak isteyen ve yapıp ettiklerini meşru göstermek isteyenler adına “O da böyle yaptı!” koduyla oluşturulan sözlükler geliştirilerek bir sosyal tabakalaşma diline yardım ve yataklık nesnesi kılınmışlardır.

Örneğin, “Mustafa Kemal başından beri ateistti. Ancak Müslüman toplumda bunu uzun süre gizlemek durumunda kaldı ve gücü elde edince de İslâm ve Müslümanlara savaş açtı!” diyerek kampanya yürüten Can Dündar’ın üniversite turları, sadece Can Dündar’ın kendi ateistliğini Müslüman toplumda kusma kuluçkası olarak “Atatürkçü” tipoloji geliştirmesi adına kullanması da, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Son İslâmcı Atatürk idi! Kur’ân İslâm’ını temsil ediyordu” söylemiyle yaptığı betimlemede kendi statüsünü aşamalandırmak amacı ve kariyer CV’sinde kullanması da aynı kaynaktan besleniyor: “Güç seansları”…

Bir de yeni bir kampanya olup Haydar Baş’ın başlattığı ve “Atatürk’e karşı çıkmak, Ehl-i Beyt’e isyandır! O, iki koldan seyyiddir” diye yürütülen “ölü taklidi” modasının üçüncü sınıf mahalle arası jargonu, aslında “ölü taklidi pazarı”nda tezgâh kuran “güç esnafları”ndan sadece bazılarıdır. Doğu Perinçek’in “Kemalizm’i yıkmak için örgütlenmiş bir proje olan Recep Tayyip Erdoğan, Kemalizm’e teslim oldu” şeklindeki anonsları da ölü taklidi pazarında ezan-salâ okunmasına benziyor.

Özellikle dizilere de kokusunu bırakan “Ben demedim, o dedi!” kurnazlığı yaygınlaşıyor. “Payitaht: Abdülhamid” adlı dizi üzerinden geliştirilen “dünün hakanı, yarının başkanı” tadı, “Diriliş: Ertuğrul” adlı dizi üzerinden geliştirilen devlet milliyetçiliği kadrajı ve “Muhteşem Yüzyıl” adlı dizi üzerinden anlamlandırılan “Sosyete hayatı, zaten özünde Süleyman’daki muhteşemliktir” serenadı, aslında son yüz yıldır toplumumuzda geliştirilen “İslâm’da Çözümsüzlükler” adı verilebilecek ansiklopedinin bir indeksi hükmündedir. Demek ki burada “Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy” üzerinden devam eden bir sosyoloji var. Başka bir ifadeyle, zaten akan sosyoloji yatakları mevcut ve bu yataklarda, seyr ü sefer içinde yürütülen gemiler var. Böylelikle sadece bu gemilere, düzenlenen törenlerle isimleri veriliyor.

“Abdülhamid” devlet milliyetçiliğinin, “Mustafa Kemal” Batılı yaşam tarzının ve “Mehmed Âkif” ise toplum ümmetçiliğinin yatakları olarak sosyal tabakalaşmada ikonlaştırılırsa, o zaman aynı toplumun fertleri olan bu isimler gibi, aynı toplumun diğer alanlardaki fertleri de birer “çözümsüzlük kaynağı”na evrilirler. Nazım Hikmet ve Necip Fazıl ikonlaştırmasının zamanla ideoloji hamuru hâline getirilip birer “acıkınca yenilen helvalı ikon”a dönüşmesi de “gücün ayak oyunları” hükmündedir.

Oysa mümin, tarihi okuduğunda “Müminler kardeştir” ve “Müminler kendi aralarında merhametli, kâfirlere karşı şiddetlidir” düsturlarını hayatın içinde anlamlandırırlar. “Yalan söyleyen tarih utansın!” demek yerine, “Doğruları yaşamayanlar utansın!” sosyolojisini merkeze alarak, “Hayatta olmayanın, cevap hakkını kullanma imkânı da yoktur; dolayısıyla adalet tam tecelli etmez!” şiarını eksen almak gerekir.

Örneğin 1922 ile 1936 yılları arasında bu topraklarda yaşananları çözümleyerek ve çözüme kavuşturarak gelecek inşâ etmeye kalkmak, sadece gücü elde etmek isteyenlere ülkeyi teslim etmek olur. Oysa bizim bilincimiz açık olmalı: İslâm karşıtlığını kim, hangi isim veya tarihî olay üzerinden yürütmeye kalkarsa, buna müsaade etmemeliyiz! Çünkü biz, bize ayet ve hadis okuyup üstümüzde sulta kurmaya kalkanlara da müsaade etmeyecek aynı bilinç açıklığında durmaktayız.

Toplum, kendi özel yaşamını vefat etmiş isimler üzerinden gizlemeye başlamış ve “Herkesin özel yaşamı kendine!” demekle her türlü yaşam tarzına açık toplum iddiasını hayatta olmayan isimler üzerinden meşrulaştırma gayreti taşıyorsa, burada tek plândan bahsedilebilir: “Güçlü azınlık ve aldatılmış halk”…

Peki, halk, aldatıldığını bile bile buna göz yumarak ne elde edebilir? Yani güce uzak kalan halk, ne ile avunur?

Çok açık: “Ölü seviciliği”!

Neyin iyi veya neyin kötü olarak tanımlanacağı, hak ve batılı ayıran çizgi, hakikat ve hikmetin sözlüğünü Mustafa Kemal’e teslim eden, yaşam tarzının tüm değerlerini “O öyle yaşadı!” diye benimseyen tipoloji, hasta bir tipolojidir ve bir avuç insanı geçmez. Durum böyle iken, Mustafa Kemal’i “hakikatin düşmanı veya İslâm’ın Deccal’i” diye masallaştırmak da kendine düşmanı geçmişten seçmek gibi bir kendini erteleme metodudur.

Abdülhamid’i “Devlet hakanı ise tartışılmazdır!” ikonu ile tütsüleyip devlet kutsamasını sürdürme gayretindeki tipolojilerle “Mustafa Kemal yeryüzünün en büyük dâhisi idi ve o olmasaydı soy ağacı devrilirdi!” gibi söylemlere sahip zihin budalası tipolojiler, aynı yuvadan çıkmış güç virüsleridir. Peki, Abdülhamid, Mustafa Kemal ve Mehmed Âkif Ersoy’un ilişkileri ve karşılıklı aldıkları pozisyonu görünce ortaya çıkan tablo nedir?

Zaten tam da bu noktada, ısrarla şunun altını çizmek istedik: “Bu bir soru değil, sorusu ile beraber gelen cevaptır!”

Bunu nereden biliyoruz? Çünkü bu sorunun cevabı yok! Bugün birbirine cevap yetiştirenlerin cevaplarıyla getirdikleri onlarca sorudan biridir bu. Ve sadece güce talip süreçlerin basit alıştırmalarıdır.

Mehmed Âkif Ersoy’un Abdülhamid’e karşı muhalefet şerhi düştüğü konular, Mustafa Kemal’in 1923 sonrası tercihleri ve muhaliflerine karşı geliştirdiği operasyonların hiçbiri bugüne cevap veremez! Çünkü soru “canlı”dır ve bu ânı, yaşanan zaman ve mekânı içerir. Bugünün sorusunun cevabı, yarında değildir! Bu, büyük bir tarih sihridir.

Peki, bugünün sorusunun cevabı dünde değilse, dün, bugünün nesi olur?

Evet, işte bu bir sorudur! Hem de dünü de, bugünü de terleten bir soru…

Bir ayeti hatırlayalım mı? “Geçmiştekilerin kazandıkları onlara, sizinki size aittir. (Siz geçmiştekilerin yapıp ettiklerine göre aldığınız tarafla değil,) Kendi ellerinizle yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz!” (Bakara, 141)

Peki, Firavun’dan neden bahis açılır? Rabbin gücünü hatırlamak için… Değilse, ölü adamı kendi zamanında mezarından çıkarıp çıkarıp öldürmek, kötü bir öç alma şeklidir ve hastalıklıdır. Çünkü ölüyü çıkarıp asanları, tarih “lânetli” olarak anıyor zaten. Ölüyü kaldırıp onunla yaşamaksa, ölümü çözememiş bir akıl tutulmasıdır. Şimdi siz, Kemalistlerin akıl tutulması yüzünden kendi dününüzü inkâr mı edeceksiniz? Veya akılsız din sömürücülerini gösterip İslâm’ı toplumun dışına mı gömeceksiniz?

Üç hasta tipoloji var zaten, dördüncüsünü kaldırmaz bu toplum, “ölür”!