
ATATÜRK döneminde
milletvekilliği, İnönü döneminde Adalet, Bayındırlık ve İçişleri Bakanlıkları
görevinde bulunmuş Hilmi Uran’ın Hatıralar’ında, yakın tarihe ışık tutan ilginç
ayrıntılar var.
Uran,
Adana’da CHP Parti Müfettişi iken bir gün telgraf emriyle Ankara’daki İthalat
ve İhracat Şirketi Genel Müdürlüğüne atandığını yazıyor. Müfettiş kökenli Uran’ın
branş olarak aslında bu şirkete genel müdür olacak bir birikimi yok. Ancak Cumhuriyet’in
kurucuları böyle uygun görüyorlar.
Çünkü
o günlerde organizasyon ehliyete göre değil, rejime sadakate göre şekil alıyor.
Bunun
en açık göstergesi, Ankara İstiklâl Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya’nın aynı
zamanda yukarıda adı geçen İthalat ve İhracat Şirketi Yönetim Kurulu Başkanı
olması…
Subay
kökenli Ali Çetinkaya’nın mümeyyiz vasfı ticâretten iyi anlaması değil,
Kemalist rejime muhalif olanları sorgusuz sualsiz idam sehpasına göndermesi. Bu
özelliğinden dolayı rejim tarafından korunuyor ve maaş alması için bir ticâret
şirketine yönetim kurulu başkanı yapılıyor.
İzmir
Suikastı Dâvâsı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Kapatma Dâvâsı gibi Kemalist
rejimin yerleştirilmesine önemli katkılar sağlayan dâvâlara bakan Ali
Çetinkaya, bütün Terakkiperver mensubu milletvekillerini ve muhalefetteki
etkili İttihatçıları tutuklama kararı almış, hatta tutuklananların delil
yetersizliği nedeniyle serbest bırakılmasını isteyen Başbakan İsmet Bey’in de
tutuklanmasını talep etmişti. “Kel Ali” lakaplı Ali Çetinkaya, dokunulmazlıkları
dahi kaldırılmadan İzmir Suikasti Dâvâsı’nda yargılanan 10 milletvekili ve 2
eski bakanın idamına karar vermişti.
Ali
Çetinkaya, Ankara İstiklâl Mahkemesi Başkanlığı görevindeyken, Şapka Kanunu
çıkmadan önce yazdığı şapka aleyhindeki bir yazısından dolayı İskilipli Mehmed
Atıf Hoca’nın idam kararını da vermişti.
(Ali
Çetinkaya’nın damadı Emin Paksüt 12 Mart darbe döneminde, torunu Osman Paksüt
de AK Parti Kapatma Dâvâsı’nda görev almışlardı.)
Ankara’daki
ehliyete göre değil de sadakate göre iş ve görev verme genç Cumhuriyet’i daha
ilk günlerinden itibaren yozlaştırdı. Sonraki yıllarda ortaya çıkan çürümenin
temelleri o günlerde atıldı.
Nitekim
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Ankara” isimli eserinde bu süreci çok çarpıcı bir
dille anlatır ve eleştirir. Bu tespitlerden bazılarını burada paylaşalım:
“(...) İktisadî
kalkınmamız kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen anaforcu birtakım
tufeyli unsurların eline geçmiş, yapılan tesisler aşırı pahalıya mâl olduğundan
millet bunların sadece yükünü çekmişti.
(...) Dünkü
kahraman inkılap liderleri bile bugünün ipekli ropdöşambrlarına bürünmüş, fağfur
banyolu kaşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez olmuşlardı.
(...) Bu gibiler
parmakla sayılmayacak kadar çoğalmıştı. ‘Zeytinyağı piyasasını tekeli altına
alan bakanlar, karaborsacıları koruyan valiler her köşe başında yerini almış
çalışmaktaydı.’
(...) Bunların
hepsi Kavaklıdere, Küçükesat ve Büyükesat’taki köşklerinde oturmaktaydı.
Kilerleri balık yumurtasından taze havyara kadar sürekli en nadide mezelik
erzakla tıklım tıklım olup, bir altınbaş rakı şişesi buzdolaplarında sürekli
buğulanmaktaydı.
Vurguncular,
yaptıkları işlere ustaca millî kimlik giydirmeyi becerebilmektedirler. Bir üst
seviye bürokrata göre, inkılaplar artık tamamlanmıştır.”
Yozlaşmayı
eleştiren şahıslardan biri de Birinci Meclis’te zabıt kâtipliği yapan Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu’ydu. O da gözlemlerini şu cümlelerle anlatıyor:
“Tam iki yıl
ayrıldıktan sonra Ankara’ya yeniden döndüğümde dikkatimi çeken en önemli şey,
bu kentin, İstanbul’dan gelen iş takipçileri ile dolup taşması olmuştu. Yalnız
İstanbul’dan değil, ülkenin her yanından böyle adamlar gelirdi. Hatırı sayılır,
sözünden çıkılmaz mebuslardan devlet dairelerine tavsiye mektubu koparmak için
birtakım aracılar türemişti.
Büyük zaferden
hemen sonraki yıllarda Millî Mücadele Ankara’sını köhne Bizans kokuşturmaya
başlamıştı.
Ankara’da
dikkatimi çeken bir şey de arsa spekülasyonuydu.1919 ve 1920’lerde kimsenin ev,
arsa, bağ, bahçe edinme hırsına kapıldığını görmedim ve duymadım. 1922 yılının
sonunda, hele 13 Ekim 1923’te Ankara’nın hükûmet merkezi olmasından sonra bu
kentte bir arsa edinme hırsı başladı. Kısacası, iki yıl ayrılıktan sonra Ankara’ya
gelişimde, orada 1920’lerin özveri havası, savaş coşkusu ve kurtuluş amacının
bir zafer gevşekliğine, bir dünyalık edinme çabasına dönüştüğünü gördüm.”
“Atatürk’le
Üç Ay” isimli önemli kitabın yazarı Ahmet Hamdi Başar’ın o günlerdeki
yozlaşmayı anlatan satırları ise çarpıcı:
“Yeni gümrük
tarifesinin arkasına sığınarak birkaç misli yükseğe satan basit ve şımarık bir
sanayi türemeye başlamıştı. İşte demir telleri keserek çivi yapan, çiviyi dış
piyasa fiyatının on misline satan, millî sanayi olduğu için demirleri de
gümrüksüz sokan şu çivi fabrikası, eski bir medresenin yıkık duvarları
arkasında kurulmuştu...
İşte şu bakır
mamulatı fabrikası, mahallemizin köşesinde eski bir taş evde kurulmuştu.
Fabrikanın sacdan bacasından yayılan kurum, halka pencerelerini bile açmaya
müsaade etmez. Mahallenin şikâyete hakkı yok. Bunlar vatanın selâmeti için
çalışıyorlar(!).”
Bu
yozlaşma, Kemalist rejimi kısa bir süre sonra inkılap ruhundan bile o kadar
uzaklaştırıyor ki kurucular onu bile resmen inkâr edecek duruma geliyorlar.
Şevket
Süreyya Aydemir, bu gözlemini en yetkili ağızlardan hareketle şöyle anlatıyor:
“1925 İstiklâl
Mahkemesi’nde, bu mahkemenin başkanı Ali Çetinkaya’ya ‘inkılap’ kavramı
hakkında bir şeyler söylemek isterken ‘İnkılap da ne demek? Bu memleket artık inkılabını
yaptı bitirdi. ‘Ondan sonrası mugalata!’ deyiverdi.
Yükünü tutanlar
için inkılap gerçekten bitiyor. ‘Mugalata’ bölümünün cefasını ise inkılaplara
maruz kalmış Anadolu insanı çekiyor.
Ne kadar manidar!
Saltanat kalkıyor, Saray hayatı sona eriyor. Hanedan üyeleri yurtdışına sürgün
ediliyor. Ancak Ankara’da yeni bir ‘kapıkulu’ sistemi başlıyor.”
İbni
Haldun (1332-1406) yüzlerce yıl önce kaleme aldığı “Mukaddime” isimli eserinde devletlerin
nasıl yozlaştığını ince ayrıntılarıyla anlatır. Yozlaşma sadece tek bir sosyal
sınıfı ilgilendiren bir kavram değildir. Sağcı, solcu, dindar, komünist, bütün
iktidarlar aynı yozlaşma metal fırtınasının çekim alanında yer alırlar.
İktidarı ya da devleti koruyup kollamak istiyorsanız, geçmişten dersler almalı, konformist azınlığın kazanma hırsından, bürokratik oligarşinin egosundan ve şerrinden yönetimi arındırmak icap eder.