Kelimelerin tesiri

“Söz ola kese savaşı,/ Söz ola kestire başı,/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede bir söz.” (Yûnus Emre)

KELİMELERİN muhteviyatını bilmek ve o şuurla konuşmak elzem. Ağızdan çıkan her bir sözü dikkatle telâffuz etmek ve eğer bir söz ettiysek ardında durmamız gerektiğini idrak etmemiz lâzım. Hele insanların zor zamanlarında onları zora itecek kelimeleri kullanmamaya özen göstermek mühim.

Kelimelerimizi düzgün seçmeli, muhatabına uygun şekilde konuşmalıyız. Bu hususta kelimeler kadar Üslûp da ön plâna çıkıyor. Üslûp noksansa en hoş söz dahi mânâsını yitirir. Misâl, bir bebeğe bağırarak “Seni seviyorum güzel yüzlü bebek” derseniz ağlayabilir, ama gülerek “Seni döverim çirkin şey” derseniz kahkaha atarak gülebilir.

“Üslûp, ünsiyettir” derler. Katıldığım bir söyleşide çok meşhur ve belirli zümre tarafından “Hoca” olarak ithaf olunan bir konuşmacı, şahsıma doğru, beni ilk kez görmesine ve hiç tanımamasına rağmen, bağırarak ve aşağılayıcı, okuduğum üniversiteye dair ithamlarda bulunmuştu. Ancak bu ithamların muhatabı ben değildim. Kaç sene geçti, anlattıkları mühim olmasına rağmen, aklımda kalan sadece bana yönelttiği ithamlar oldu. Hangi mâkâmda olunursa olunsun, muhatabını bilerek ve muhatabına karşı uygun konuşmak elzem. Konuşulanlar doğru şeyler olsa da konuşma yaptığınız yer de sözlerinizin tesiri için mühim.

Günümüz insanları olarak bizler, kelimelerin anlamlarını yitirmişiz ve esasen yaşamın tadını azaltmışız. Eskiden her şey daha mı güzeldi bilinmez, fakat eskiler daha güzel insanlardı. Misâl, eskiler “Nasılsın?” sorusunu sormaya ar ederlermiş. Çünkü bu soruyu sormak, hak baliğ olmakmış. Yani eğer karşısındaki insan “İyi değilim, müşkülüm şudur” derse, o insanın müşkülünü karşılayamadığında hakka gireceğini düşünerek bu soruyu sormaya ar ederlermiş. Ola ki karşısındakini daha da incitmemek, derdini derinleştirmemek ve derdini tekrarlatarak ona daha da acı vermemek adına… Oysa bugün nasıl da tüketiyoruz bu soruyu leblebi misâli. Nasıl fütursuzca yöneltiyoruz karşımızdakine sıradan bir soru gibi.

Kelimelerin ehemmiyetini Allah’ın ilk insan olan Hazreti Âdem’e eşyayı ve kelimeleri öğretmesinden anlıyoruz. Her eşyanın bilgisi Hazreti Âdem’e öğretilmişti ki kelimelerin ne mânâya geldiğini bilebilsin. Eğer bir söz ediyorsak, ardında mertçe durmalıyız. Yok, duramayacaksak, o kelimeyi kullanmaya imtina etmeliyiz. Çünkü kullandığımız kelimenin karşı taraftaki tesirini bilemeyiz. İnsanlar kullandıkları kelimelerin mahiyetini bilmeden, sırf kullanmış olmak için kullanıyorlar. Hâlbuki kelimelerin bile hakkı vardır ve yanlış yerde kullanılmamaları lâzım gelir.

Kelimeler değil mi insanlarla anlaşmamızın yahut ayrı düşmememizin sebebi? Kelimeler değil mi ülkeleri savaş yahut barışa sürükleyen? Kelimeler düşünce olarak kaldı mı, insan onların sahibidir. Ancak ağızdan çıktıktan sonra, insan kelimelerin kölesi dahi olabilir.

Kelimeleri eksilttik ve artık -kelimelerle ifâde gücümüzün azalmasından mıdır bilinmez- günlük hayatımızı dahi daha mânâsız yaşar hâle geldik. İnsan, kelimelerini seçerek konuşmalı. Seçerek konuşamıyorsa susmalı! Söylenen kelime basit bir sözcük olsa da karşımızdaki için ne ifâde ettiğini bilemeyiz. O “basit” tek bir kelime bile karşısındaki insanda derin yaraların kabuklarını kanatabilir. Kelimelerin anlamlarının her insandaki karşılığı aynı olmayabilir; bilemeyiz, insanları çok tanımadan gıyaplarında kesin hükümler vermemeliyiz. En mühimi de, kimseyi kınamamalıyız.

Misâl, yakınını henüz kaybetmiş birine kıyas yapılmaz, “Bak, başkaları ne acılar çekiyor, hâline şükret” denilmez (insan tatmadığı acının fiyakasını yapmamalı). Çünkü muhatabın iç âlemini, hangi derdin kimi nasıl sarsacağını bilemeyiz. Her insanın acı eşiği farklıdır ve içinde bulunduğu hâller insanı farklılaştırabilir. İnsan içinde neler biriktirir, bilemeyiz.

Misâl, eskiden “üzüntü” kelimesi muhteviyatına ve kullanıldığı duruma göre farklı şekillerde ifâde ediliyormuş. Bugün bir yakınımız öldüğünde de aynı kelimeyi kullanıyoruz, affedersiniz ama bir hayvan öldüğünde yahut bir kaza/yanlış bir iş yaptığımızda da…

Kelimeler mânâlarını yitirdiler, bizler ise ifâde gücümüzü. İfâde gücümüz yittiği için anlaşılamadık. Bizler bugün tek bir kelime ile bir sürü anlamı karşılamaya çalışıyoruz. Bu da ifâde gücümüzü azaltıyor ve netîcede bu, bir beyan sorununa yol açıyor.

Gerilim, melâl, inkisar (gönül kırma), gam (kaygı, tasa), gussa (keder), ıstırap (acı, üzüntü), kasvet (iç sıkıntısı), hüzün, kahır (perişan etme), yeis (umutsuzluktan doğan karamsarlık), efkâr, dert, elem (üzüntü, acı)… Her biri farklı bir ahvali anlatırken, günümüzde tüm bu kelimelerin karşılığı olarak sadece “Üzüldüm” veya “Üzgünüm” diyoruz. Hâlbuki çok sevdiğimizi kaybetmiş olmanın verdiği üzüntü, “hüzün” olarak ifade edilir. Birisi gönlümüzü kırdığında “inkisar”, bir durumdan dolayı sıkışmış olduğumuzda veya içimizi daralmış hissettiğimizde “keder” yahut “kasvet”i kullanırız, “hâl-i pürmelâl” deriz. İçinden çıkılmayacak durumlara düşüp gelecekle ilgili birtakım ahvâl için “Yeise kapıldım” deriz. Biri zor durumda olunca onun adına “tasa”lanırız.

Bunlar gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Esasen mühim olan, hâller farklıyken aynı kelime ile anlamı daraltmamız ve bunun netîcesinde günlük yaşamda dahi neyi nasıl ifâde edeceğimizi bilememiz...

“Acı” kelimesi, ikinci olarak vermek istediğim örnek. Bugün çok farklı anlamlar için kullandığımız bu kelimeyi duygu ve duyu (tat) olarak kullanıyoruz. Biri öldüğünde de acı duyuyoruz, biberli bir şey yediğimizde de. Hüzünlü bir hikâye duyduğumuzda “acıklı” diyoruz, aşırı acı yemeğe “acılı” diyoruz. Hâlbuki ıstırap, keder ve üzüntü gibi kavramlar duygu durumunu tarif etmek için daha mânidar.

Yaşamın tekdüzeleştiğinden dem vururken, eksilttiğimiz kelimelerle özümüzü yitirdiğimizin pek de farkında değiliz. Filhakika, kelimelerin insan üzerinde yükümlülükleri olduğunu idrak etmeli ve ona göre davranmalıyız.

Son bir husus olarak, kelimeler kadar, “tek kelâm edememek” de var. Çünkü bazen kelimeler kifayetsiz kalır. Öyle hâller vardır ki yeryüzünde, hiçbir kelime o durumu karşılamaya yetmez. Böyle durumlarda kelimeleri terk ederek de bir şeyler anlatır insan. Çünkü içinde bulunulan durum kelimelerle ifâde edilmeye çalışırsa anlam yiter, insan noksanlaşır…