KELİMELERİN muhteviyatını bilmek
ve o şuurla konuşmak elzem. Ağızdan çıkan her bir sözü dikkatle telâffuz etmek
ve eğer bir söz ettiysek ardında durmamız gerektiğini idrak etmemiz lâzım. Hele
insanların zor zamanlarında onları zora itecek kelimeleri kullanmamaya özen
göstermek mühim.
Kelimelerimizi
düzgün seçmeli, muhatabına uygun şekilde konuşmalıyız. Bu hususta kelimeler
kadar Üslûp da ön plâna çıkıyor. Üslûp noksansa en hoş söz dahi mânâsını
yitirir. Misâl, bir bebeğe bağırarak “Seni seviyorum güzel yüzlü bebek” derseniz
ağlayabilir, ama gülerek “Seni döverim çirkin şey” derseniz kahkaha atarak gülebilir.
“Üslûp,
ünsiyettir” derler. Katıldığım bir söyleşide çok meşhur ve belirli zümre
tarafından “Hoca” olarak ithaf olunan bir konuşmacı, şahsıma doğru, beni ilk
kez görmesine ve hiç tanımamasına rağmen, bağırarak ve aşağılayıcı, okuduğum
üniversiteye dair ithamlarda bulunmuştu. Ancak bu ithamların muhatabı ben
değildim. Kaç sene geçti, anlattıkları mühim olmasına rağmen, aklımda kalan sadece
bana yönelttiği ithamlar oldu. Hangi mâkâmda olunursa olunsun, muhatabını
bilerek ve muhatabına karşı uygun konuşmak elzem. Konuşulanlar doğru şeyler
olsa da konuşma yaptığınız yer de sözlerinizin tesiri için mühim.
Günümüz
insanları olarak bizler, kelimelerin anlamlarını yitirmişiz ve esasen yaşamın
tadını azaltmışız. Eskiden her şey daha mı güzeldi bilinmez, fakat eskiler daha
güzel insanlardı. Misâl, eskiler “Nasılsın?” sorusunu sormaya ar ederlermiş. Çünkü
bu soruyu sormak, hak baliğ olmakmış. Yani eğer karşısındaki insan “İyi değilim,
müşkülüm şudur” derse, o insanın müşkülünü karşılayamadığında hakka gireceğini
düşünerek bu soruyu sormaya ar ederlermiş. Ola ki karşısındakini daha da
incitmemek, derdini derinleştirmemek ve derdini tekrarlatarak ona daha da acı
vermemek adına… Oysa bugün nasıl da tüketiyoruz bu soruyu leblebi misâli. Nasıl
fütursuzca yöneltiyoruz karşımızdakine sıradan bir soru gibi.
Kelimelerin
ehemmiyetini Allah’ın ilk insan olan Hazreti Âdem’e eşyayı ve kelimeleri
öğretmesinden anlıyoruz. Her eşyanın bilgisi Hazreti Âdem’e öğretilmişti ki
kelimelerin ne mânâya geldiğini bilebilsin. Eğer bir söz ediyorsak, ardında
mertçe durmalıyız. Yok, duramayacaksak, o kelimeyi kullanmaya imtina etmeliyiz.
Çünkü kullandığımız kelimenin karşı taraftaki tesirini bilemeyiz. İnsanlar
kullandıkları kelimelerin mahiyetini bilmeden, sırf kullanmış olmak için
kullanıyorlar. Hâlbuki kelimelerin bile hakkı vardır ve yanlış yerde
kullanılmamaları lâzım gelir.
Kelimeler
değil mi insanlarla anlaşmamızın yahut ayrı düşmememizin sebebi? Kelimeler
değil mi ülkeleri savaş yahut barışa sürükleyen? Kelimeler düşünce olarak kaldı
mı, insan onların sahibidir. Ancak ağızdan çıktıktan sonra, insan kelimelerin
kölesi dahi olabilir.
Kelimeleri
eksilttik ve artık -kelimelerle ifâde gücümüzün azalmasından mıdır bilinmez-
günlük hayatımızı dahi daha mânâsız yaşar hâle geldik. İnsan, kelimelerini
seçerek konuşmalı. Seçerek konuşamıyorsa susmalı! Söylenen kelime basit bir
sözcük olsa da karşımızdaki için ne ifâde ettiğini bilemeyiz. O “basit” tek bir
kelime bile karşısındaki insanda derin yaraların kabuklarını kanatabilir. Kelimelerin
anlamlarının her insandaki karşılığı aynı olmayabilir; bilemeyiz, insanları çok
tanımadan gıyaplarında kesin hükümler vermemeliyiz. En mühimi de, kimseyi
kınamamalıyız.
Misâl,
yakınını henüz kaybetmiş birine kıyas yapılmaz, “Bak, başkaları ne acılar
çekiyor, hâline şükret” denilmez (insan tatmadığı acının fiyakasını yapmamalı).
Çünkü muhatabın iç âlemini, hangi derdin kimi nasıl sarsacağını bilemeyiz. Her
insanın acı eşiği farklıdır ve içinde bulunduğu hâller insanı farklılaştırabilir.
İnsan içinde neler biriktirir, bilemeyiz.
Misâl,
eskiden “üzüntü” kelimesi muhteviyatına ve kullanıldığı duruma göre farklı
şekillerde ifâde ediliyormuş. Bugün bir yakınımız öldüğünde de aynı kelimeyi
kullanıyoruz, affedersiniz ama bir hayvan öldüğünde yahut bir kaza/yanlış bir iş
yaptığımızda da…
Kelimeler
mânâlarını yitirdiler, bizler ise ifâde gücümüzü. İfâde gücümüz yittiği için
anlaşılamadık. Bizler bugün tek bir kelime ile bir sürü anlamı karşılamaya
çalışıyoruz. Bu da ifâde gücümüzü azaltıyor ve netîcede bu, bir beyan sorununa
yol açıyor.
Gerilim,
melâl, inkisar (gönül kırma), gam (kaygı, tasa), gussa (keder), ıstırap (acı,
üzüntü), kasvet (iç sıkıntısı), hüzün, kahır (perişan etme), yeis
(umutsuzluktan doğan karamsarlık), efkâr, dert, elem (üzüntü, acı)… Her biri
farklı bir ahvali anlatırken, günümüzde tüm bu kelimelerin karşılığı olarak sadece
“Üzüldüm” veya “Üzgünüm” diyoruz. Hâlbuki çok sevdiğimizi kaybetmiş olmanın
verdiği üzüntü, “hüzün” olarak ifade edilir. Birisi gönlümüzü kırdığında “inkisar”,
bir durumdan dolayı sıkışmış olduğumuzda veya içimizi daralmış hissettiğimizde “keder”
yahut “kasvet”i kullanırız, “hâl-i pürmelâl” deriz. İçinden çıkılmayacak durumlara
düşüp gelecekle ilgili birtakım ahvâl için “Yeise kapıldım” deriz. Biri zor
durumda olunca onun adına “tasa”lanırız.
Bunlar
gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Esasen mühim olan, hâller farklıyken aynı
kelime ile anlamı daraltmamız ve bunun netîcesinde günlük yaşamda dahi neyi
nasıl ifâde edeceğimizi bilememiz...
“Acı”
kelimesi, ikinci olarak vermek istediğim örnek. Bugün çok farklı anlamlar için
kullandığımız bu kelimeyi duygu ve duyu (tat) olarak kullanıyoruz. Biri
öldüğünde de acı duyuyoruz, biberli bir şey yediğimizde de. Hüzünlü bir hikâye
duyduğumuzda “acıklı” diyoruz, aşırı acı yemeğe “acılı” diyoruz. Hâlbuki ıstırap,
keder ve üzüntü gibi kavramlar duygu durumunu tarif etmek için daha mânidar.
Yaşamın
tekdüzeleştiğinden dem vururken, eksilttiğimiz kelimelerle özümüzü yitirdiğimizin
pek de farkında değiliz. Filhakika, kelimelerin insan üzerinde yükümlülükleri
olduğunu idrak etmeli ve ona göre davranmalıyız.
Son
bir husus olarak, kelimeler kadar, “tek kelâm edememek” de var. Çünkü bazen
kelimeler kifayetsiz kalır. Öyle hâller vardır ki yeryüzünde, hiçbir kelime o
durumu karşılamaya yetmez. Böyle durumlarda kelimeleri terk ederek de bir
şeyler anlatır insan. Çünkü içinde bulunulan durum kelimelerle ifâde edilmeye
çalışırsa anlam yiter, insan noksanlaşır…